diorex

Zekât: Malın Arındırılması

Zekât: Malın Arındırılması

Veda haccı öncesiydi. Resûl-i Ekrem, yakın dostlarından Ebû Musa el-Eş’arî ve Muâz b. Cebel’i Yemen bölgesine göndermeye karar verdi. Onları çağırıp durumu anlattıktan sonra şu tavsiyelerde bulundu: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın! Müjdeleyin, nefret ettirmeyin!’’(Buhari Megazi 61)

Ardından Muâz’a döndü ve dini emirler hususunda şöyle buyurdu: “Sen Ehl-i kitap (Hıristiyan) olan bir topluluğa gidiyorsun. Onları önce Allah’tan başka ilâh olmadığını ve benim O’nun elçisi olduğumu kabule davet et. Bu konuda itaat ederlerse, onlara günde beş vakit namazın farz olduğunu haber ver. Buna da itaat ederlerse Allah’ın kendilerine zekâtı farz kıldığını ve zekâtın zenginlerinden alınıp fakirlerine dağıtılacağını haber ver. Bunu da kabul ederlerse kendilerinden zekât al. Ancak zekât tahsil ederken mallarının en değerlisini alma! Mazlum kimselerin bedduasından da sakın. Çünkü Allah ile mazlumun duası arasında perde yoktur.”(Müslim İman 29)

Bütün semavî dinlerde muhtaç insanların korunmasına yönelik bazı tedbirlerin alındığı ve zekâtın emredildiği görülmektedir.(Beyyine 5) Tevrat’ta yabancılara, öksüzlere ve dul kadınlara zekât verilmesinin gerekliliği vurgulanırken, İncil’de zekât vermenin ahlâkî görevler gibi gerekli olduğu anlatılmaktadır.  Kur’ân-ı Kerîm’de de Yahudilerin zekât vermekle yükümlü tutuldukları, Hz. İbrâhim, Hz. İshak, Hz. Yakub ve Hz. İsa gibi çeşitli peygamberlere de zekât ibadetinin emredildiği bildirilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de müşriklerden söz edilirken, “Tevbe edip namazı kılar ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin din kardeşlerinizdir.”(Tevbe11) buyrulması, zekâtın Müslüman olmanın en belirleyici unsurlarından biri olduğunu göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber de zekâtı İslâm’ın beş temel esasından biri olarak değerlendirmiş ve şöyle buyurmuştur: “İslâm beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekât vermek, Kabe’yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.”(Müslim İman 21)

Kur’ân-ı Kerîm’in Mekke’de nâzil olan âyetlerinde zekâta vurgu yapılması, Risâlet’in ilk dönemlerinden itibaren konunun önemsendiğini göstermektedir. Nitekim Ca’fer b. Ebû Tâlib Habeşistan kralı Necâşî ile konuşmasında da Peygamber Efendimizin insanlara zekât vermeyi tavsiye ettiğini belirtmiştir.

                Zenginin, Rabbinin rızasına ermek arzusuyla yerine getirdiği farz bir ibadet olan zekâtın birçok hikmetleri vardır. Öncelikle zekât, bir yandan fakirlerin ihtiyacını karşılarken, diğer yandan da veren kişinin şahsiyetini geliştirmekteydi. Zekât, hem maldaki kirleri temizlemekte hem de sahibini arındırmaktadır. Nitekim Yüce Allah Hz. Peygamber’e hitaben, “Onların mallarından zekât al ki, bununla onları temizleyesin ve arındırasın.”(Tevbe 103) buyurmaktadır. Bu ise, zekâtın kişilere sağladığı maddî yararları vurguladığı gibi, konunun mânevî/ruhî boyutuna da işaret etmekteydi. Bu açıdan bakıldığında zekât vermek, hem malın hem de nefsin temizlenmesine yardımcı olmaktadır. Çünkü nefis, cimrilik ve aşırı dünya sevgisi ile yoğrulmuştur.

“Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.’’ buyuran Yüce Rabbimiz, insanın benliğinde yer alan cimrilik hastalığının giderilmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Kişi, zekât vermek suretiyle cimrilik hastalığından kurtulmakla kalmaz, aynı zamanda da kendisini cömertliğe alıştırır. Böylece o, Yüce Allah’ın övgüsünü kazanır. Bu yönüyle zekât, cimrilik hastalığına şifa veren bir ilaç olur, kişiyi maddenin ve menfaatin esiri olmaktan kurtarır.

Allah, insanlar arasında inanan-inanmayan şeklinde bir ayrım yapmaksızın, herkese mal mülk verir. Ancak bir insanın elinde mal ve mülkün bulunması onun Allah katında değerli bir şahıs olduğu anlamına gelmez. Mal sahibini değerli kılacak olan şey, o nimetlerin kadrini bilmesi ve şükrünü yerine getirmesi, yani malında fakirin hakkı bulunduğunu bilerek bunu ödemesidir. Bu anlamda insan, evlâtlarıyla olduğu gibi mallarıyla da imtihan edilmektedir.29 İnsanların en fazla yanıldıkları konu ve başarısız oldukları imtihanlardan biri de mala olan aşırı düşkünlükleridir. Bu yüzden Sevgili Peygamberimiz ümmetinin böylesine bir mal sevgisine kapılmasından duyduğu endişeyi dile getirmiştir.

İbn Abbâs’m anlattığına göre, “Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele!”' (Tevbe 31) ayeti inince Müslümanlar bu uyarı karşısında tedirgin oldular. Artık çocuklarıı için mal bırakamayacakları endişesine kapıldılar. Bunun üzerine Ömer, “Ben (konunun aslını öğrenip) sizi rahatlatırım.” diyerek Allah Resûlü’ne gitti ve “Ey Allah’ın Peygamberi! Ashabın, bu âyetin ağırlığı tında eziliyor!” dedi. Allah Resûlü onun endişesini giderecek şekilde. ‘Allah, zekâtı ancak mallarınızın kalan kısmını temizlemek için farz kıldı, Mirası da sizden sonrakilere kalması için farz kıldı.” buyurdu. Efendimizin bu sca karşısında Hz. Ömer, (sevincinden) tekbir getirdi. (Ebu Davut Zekat32)

Bu diyalog aynı zamanda Peygamber Efendimizin, “Altın, gümüş güzel elbiselerin kulu olanlara yazıklar olsun!” sözünden neyi kastettiğini açıklamaktadır. Dolayısıyla bu noktada kınanan durum mal sahibi ol değildir. Aksine zekâtı verilen bir mala sahip olmak hem makbul hem istenen bir durumdur. Nitekim Allah Resûlü’nün, “Salih insanlar için mal ne kadar da güzeldir!” buyurması da bu duruma işaret etmektedir.

Bedenin şükrü olduğu gibi, elde edilen malın da şükrü vardır. Efendimiz (sav), “Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur.”(İbn Mace Sıyam 44) buyururken insanın sahip olduğu her bir nimete karşı şükretmesi gerektiğini vurgular. Bu anlamda zekât, Allah’ın verdiği mala karşı şükür vazifesidir. Bedenin zekâtı olan orucun insan bedenini maddî ve mânevi o temizlemesi gibi, zekât da malı arındırır, bela ve musibetlere karşı korunak sağlar.

Zekât vesilesiyle mallarını gönüllü olarak harcamaya alışan müminler, kendileri kadar, diğer ihtiyaç sahiplerini de düşünürler. Artık ‘Ben’ duygusu, ‘biz’ duygusuna dönüşmeye başlar. Bu duyguya sahip olan gerektiğinde zekât dışında da mali yardımlarda bulunur. Böylece kendi malından fedakârlık yaparak sevap kazanmaya çalışan kimse, başkalarının malını haksız yollarla elde etmeye kalkışmaz.

İslâm, insanların dünya saadetini önemsemiştir. Bazı rivayetlerde iyi bir eş, geniş bir ev, iyi bir binek birer saadet vesilesi olarak sunulmaktadır. Öte taraftan Allah Resûlü, fakirliğin istenilmeyen, hatta Allah’a sığınılması gereken bir hâl olduğunu da belirtmiştir. Asıl olan, her ferdin bütün imkânlarını zorlayarak kendi geçimini temin etmesidir. Fakat bu imkânları elde edemeyip varlık sahibi olamayan insanların ihtiyaçlarının giderilmesi ve onların da aktif ve verimli bir şekilde toplum hayatına katılımlarının sağlanması toplumun genel huzuru açısından önemlidir. Bir yıl boyunca değişik ticarî faaliyetlerle insanlar arasında dolaşan servet, zekât vesilesiyle muhtaç kimselere de ulaşmaktadır. Böylece normal ticarî faaliyetlerdeki muhtemel dengesizlikler ve gelir dağılımındaki uçurumlar asgarîye indirilmiş olur, toplumun bütün kesimlerinin bir şekilde mal dolaşımına dâhil edilmesi sağlanır.

Zekât, İslâm’ın ilk kutlu kuşağı sahabe tarafından çok iyi anlaşılıp uygulanmıştı. Abdullah b. Mes’ûd, kendilerinin namazı dosdoğru kılmakla, zekâtı vermekle emrolunduklarını  hatta zekât vermeyenin namazının bile kabul edilmeyeceğini söylüyordu. (Taberi 103) Allah Resûlü’nün vefatından sonra halife olan Hz. Ebû Bekir ise, Müslüman oldukları hâlde bazı kimselerin zekât vermek istememeleri üzerine, zekât ve namazın birbirinden ayrılamaz dinî yükümlülükler olduğunu bildirmiş, hatta gerekirse bu kimselere karşı savaş açacağını ilân etmişti.

Malî bir yükümlülük olan zekât, kişinin dünya malına karşı dengeli bir duruş içinde olmasını sağlar. Toplumsal boyutları açısından değerlendirildiğinde, kardeşlik ve paylaşma duygularını geliştirir. Zekâtını veren zengin, servetini mümin kardeşiyle paylaşmanın hazzını, güzelliğini yaşar. Bilir ki verdiği zekât hem bu dünyada arınması hem de âhirette ecir kazanması için Hz. Peygamber’in deyişiyle “delil” olacaktır. Yine Sevgili Peygamberimizin müjdelediğine göre, “Sadaka/zekât vermek, suyun ateşi söndürdüğü gibi hataları yok eder.” İhtiyaç sahiplerinin bu paydan yararlandıkları sırada yaşadıkları sevinç ve memnuniyet, verenin gönlünde huzura ve genişliğe dönüşür. Böylece zekâtın tam olarak verildiği yerlerde denge ve sükûnet egemen olur. Yoksul, zengin kardeşinin malına kem gözle bakmak şöyle dursun, kendisi de yararlandığı için o malı kendi gözü, kendi malı gibi korur, kollar. Böyle bir ortamda, hırsızlık, kapkaç ve gasp gibi malî suçlar azalır, zamanla yok olur.

Yorumlar

Image
Ah ah
15.07.2014 / 22:05

Hocam önce şu kuran kurs larina bi çeki düzen verin.ozellikle fuat yağcı cami kurs hoca Efendi leri çocuklar la ilgili değil ler.ayrica orda ki hoca yada esnafın çalışanı çocuklar i dovuyor.allah kabul etmesin

Image
BİR MÜSLÜMAN
15.07.2014 / 12:51

HOCAM BİR BAYANIN KENDİ KULANDIĞI VE TAKTIĞI MÜCEVHERİN ZEKATI VARMIDIR VARSA KAÇTA KAÇ .YOKSA NEDEN.TEŞEKÜRLER

Yorum Yaz