Yazarların Görevleri
Herkes durduğu yere göre yazarlara
değişik görevler yüklemeye çalışıyor. Eğer yazar herkese göre farklı
görevleri yerine getiren birisi olursa, kendisi zaten ortadan yok olur! O
zaman yazar katip olur! Yazar her şeyden önce kendisi olmalıdır, her
şeyden önce inandıklarını yazmalıdır. Doğru bildiklerini söylemelidir.
Vicdanin sesini dinlemeli ve toplumsal gerçekleri dile getirmelidir.
Şuradan buradan, kimden gelirse gelsin talimatla yazılar yazmamalıdır.
Yazarlar fikirlerle, davranışlarla, insan pratiklerine
odaklanmalıdırlar, kişilere değil. Kişilerin fikirlerine,
davranışlarına, pratiklerine odaklanmak bir şeydir, kişilerin
özelleriyle uğraşmak çok farklı bir şeydir…
Özeller magazin dünyasına giriyorlar geneller ise toplumu ilgilendiriyorlar.
Bir siyasetçi eğer rüşvet alıyorsa, eğer rant dünyasına çanak tutuyorsa,
yolsuzluk yapıyorsa, bu onu özeli olmaz. Onun özeli belki giyim
kuşamıdır, belki tutku ve bireysel özentileridir, belki zevkleridir ama
toplumu ilgilendiren konular da bellidir.
Yazarlar toplumu ilgilendiren tüm konularda kendi gerçek fikirlerini yazmalıdırlar.
Bizim gibi toplumlarda ve en çok yazarlık etkinliğinden habersiz olanlar
yazarlara farklı görevler sıralamaktan geri durmuyorlar. Herkes bildiği
kadar yazarlara bir elbise giydirmeye çalışıyor. Herkes bu alanda bir
terzi ustası olmuş. Yazar şöyle yapmalı, böyle yapmalı, şunu yazmalı,
bunu yazmamalı…
Evet, gerçekten kimin rahatı kaçarsa yazarlara sitem ederler, onları her
zaman görev almaya davet ederler ama bu görevin ne olduğuna dair
herhangi somut bir fikirleri de yoktur. Devamlı yazarlardan halkına
sahip çıkmasını talep ederler ama hiçbir zaman halkın da kendi
yazarlarına sahip çıkması gerektiğini söylemezler.
Kim kime sahip çıkmalı? Kim kimin hakkını savunmalı?
Bizler hep ters ilişkilerden taleplerimizi ifade etmeye çalışıyoruz.
Burada asıl olan halkın kendi yazarlarına sahip çıkması ve ifade
özgürlüğünü tutarlı bir biçimde savunması gerekmez miydi? Doğru olan bu
değil midir?
Neden hep iktidar olanaklarını ellerinde tutan politikacılara sahip
çıkıyoruz ki? Bu bir iktidar yalakacığı değil midir? Çıkar beklentileri
içinde olanlar, iktidar odaklarına dalkavukluk yapanlar en önemli
amaçları da, elbette çıkar beklentisidir. Çünkü böylesi insanlarda hep
başkalarının görevlerini tanımlamakla meşgul oluyorlar ve bu çizgiden de
onların çıkar beklentileri vardır. Ama bu arada da çıkar beklentileri
içinde olanlar, kendi asıl görevlerini de hep unutuyorlar…
Marks diyor ki, çıkarlar yalan söylemezler, çıplak olarak ortalıkta dururlar!
Bana niye camiye gitmiyorsun diyenler, barı Müslüman olsalar diye bir benzetme var.
Bu ilişkiler de aynen böyledir…
Son dönemlerde ünlü Fransız Yazar Honore Du Balzac’ in bazı eserlerini
yeniden okuyorum. Balzac dönemin Fransa’sını, daha somut söylersek
Paris’ini öyle güzel anlatıyor ki, hayran olmamak elde değil. Zamanın
Fransa burjuvazisini, tefecisini, rantçısını, rüşvetçisini,
maceracısını, dolandırıcısını, cambazını, fahişesini, cigolusunu öyle
güzel tarif ediyor ki, zannedersiniz günümüzün toplumunu anlatıyor!
Balzac kendi yaşadığı toplumun gerçeklerini dürüst bir biçimde
anlatırken, aslında kapitalist toplumun dinamiklerini de gün yüzüne
çıkarıyordu. Balzac kapitalist toplumun tüm özeliklerini önümüze
koyuyor. İki asır önce Fransa’da meydana gelen ekonomik, siyasi ve
kültürel gerçekleri yalın bir dille anlatan Balzac yazdıklarıyla
edebiyatta gerçekçilik akımının öncüleri arasına giriyordu…
Çünkü Balzac zamanın gerçek olaylarını edebi bir dille yazdı. Karl Marks
bile Balzac’ın eserlerinde bilimsel anlamda büyük yarar sağladığını ve
Balzac’tan kapitalizm hakkında öğrendiğini ekonomi kitaplarından bile
öğrenmediği açık bir dille ifade ediyordu…
Bazen kendi kendime soruyorum; bizim toplum neden gerçekliğinden bu
kadar kaçıyor ki? Neden siyasi ve toplumsal gerçeklerin üstünü örtmeye
çalışıyor? Neden herkesin bildiğini, konuştuğunu, dillendirdiğini,
zamanı geldiğinde net olarak ifade etmekten kaçınıyor? Bu korku ve iki
yüzlük nedenleri neler olabilir ki?
Ben açık olarak şunu söyleyeyim; bizim toplum hala sömürgeci kültür ve
devraldığı düşünce mirasının baskısı altındadır. Eziklik psikolojisi
hala kollarını ahtapot gibi her tarafa yaymıştır. Sömürgeci pratik
insanlarımızda bir korku kültür oluşturmuş ve insanımızı gerçek
benliğinden uzaklaştırmayı başarmıştır. Sömürgeci düşünce insanımızın
beyninde, ruhunda, kişiliğinde derin yaralar açmış ve bu yaralar
dönemsel olarak maya tutmuştur. Sömürgeci kültür ve düşüncenin inkârcı
mirası üzerine formatlanan insanımız, uzun bir dönem kendi gerçek
kimliğine bile sahip çıkamıyordu…
Gerçek kimliğine sahip çıkma cesaretini gösterenlerin sayısı da ancak
bir elin parmakları kadardı. Bugün ise gerçek kimliğine sahip çıkmayanı
insanlarımız açık olarak eleştiriyorlar. Demek ki zamanında verilen
fikir mücadelesi doğruydu ve bugün de meyvesini veriyor.
İşte bundan dolayı da yazarlarımız gerçekleri yazmalıdırlar, yüksek
sesle bildiklerini söylemelidirler, insanlarımızı bilinçlendirmeli ve
aydınlatmalıdırlar.
Siyasetteki zübükzadeleri, sivil alandaki cambazları, iş dünyasındaki
fırıldakları, kamusal alandaki dalkavukları, toplumdaki nemelazımcılığı
net olarak anlatmalıdır.
Bence yazarların gerçek bir görevi de budur!
Tabii olarak yazarların başka görevleri de vardır!
O da elbette başka bir yazının konusu olur!..