Varsın Yalnız Kalalım…

Ramazan günlerinin bedeni dinlendirme, ruhu besleme şeklinin en güzeli
olan ve ibadet olarak da Yaradan’a yaklaştıran orucun, günün koşturmacası
içerisinde iftar vaktinde, kuruyan damağımızı suyla buluşturan dudaklarımızdan
duayla geçmesinin, tarifi imkansız maneviyatının güzelliği, bir başka oluyor.
Dünyayı ilelebet yaşayacakmış
gibi algılayıp ona göre yaşadığımız yeryüzünde, onca nankörlüğümüze rağmen
rahmetini her daim bereket olarak esirgemeyen Yüce Rab…
Biz insan evlatlarının kadir
bilmezliği karşında dahi; nasıl sonsuz, nasıl yüce ve ulvi olduğunu bir kez
daha hissetmek açısından bile olsa, yağan yağmur ve onun süzülüşüne bakmak,
muhteşem bir duygu olarak çıkıyor karşımıza.
Evet, iki
hidrojen bir oksijenin birleşmesinden oluşan, bedenimizin çoğunluğunu ve
yaşamın sırrını içinde barındırarak tüm canlılara hayat olan suyun, gökten yere
düşüp cana can katan süzülüşünü anlamlandırmak bile, Yaradan’ın varlığını
pekiştiriyor.
Bunları
düşünürken; yine aynı bugün içerisinde; hangi hırsların, hangi doyumsuzlukların
ve hedefe ulaşmada her yol mubahtır felsefesinin kelepçelerine mahkûm, neler
yapacağımızı planlıyoruz acaba?...
Hele hele at
izinin it izine karıştığı, hiç ölünmeyecek gibi yaşanıp mizana çıkılmayacak
mantığıyla davranıldığı günümüz dünyasında.
Hani etin kokmaması için eti tuzlarız ve
durumun vahametini anlatmak için, tuzda kokmuşsa ne yapacağız deriz ya…
Peki ya artık kokuda da bir koku kalmamış, rayiha denecek güzelliği
içinde barındıramayacak kadar o da elden gitmiş ve her nevi pis koku bize güzel
koku niyetine sunuluyorsa…
Sunanlar hiç ölmeyecekmiş gibi davranıyorsa...
“ Ölüme bu kadar takılıp kalma oğul!
İnsanlar ölmek için doğuyor. Zaman bir bezirgân, ölüm alır, ölüm satar. Gecede
ve gündüzde, gençte ve yaşlıda, iyide ve kötüde hep budur yaptığı. İnsan
gaflete kapılıp zamanı öldürdüğü için yapar bunu. Bir intikam alır gibi. Ve zamanlar öldükçe ölümün zamanı gelir. Kaçışı olmayan kurtuluşu bulunmayan andır o.
Bir yerde susmak gibi; bir yerde susmak kadar… Ebedi hakikatin ta kendisidir ölüm.
Her başa gelecek ve tek başına olacak.”
Yukarıdaki satırları pencereden yağan yağmuru izlerken bir kez daha Ebu
Eyyub Ensari ‘ nin oğlu Eyüp ‘ e dillendirdiği, Mihmandar adlı İskender PALA ‘
nın romanında tekrar tekrar okudukça, Cosmos da denen şu evrende, esasında bir
nokta dahi olmayan Samanyolu Galaksisinin Dünya adlı gezegenini, niye bu kadar
amaç edindiğimizi bende kendimce çözemiyorum.
Hele hele her durum ve olayı dış
mihraklara bağlayıp onları suçlayan, iç mihraklarımızdaki birlikteliklerimizin
samimiyetini sergileyemeyenler olarak artık birbirimizin kasetini, montajını,
ses kaydını değil, öncellikle kendi içimizin bir röntgenini çekersek,
karşılaşacaklarımızın tahayyülünü yapabilme gücümüzün olacağını dahi
zannetmiyorum.
Üstat Cemil Meriç ‘in dillendirdiği
“Namuslu olmanın bedeli yalnızlıktır,”
sözü, yağan yağmurun bereketi ve güzelliği içerisinde beni bir kez daha
düşündürtüyordu.
Yukarıdaki satırlarda da Ebu Eyyub Ensari’nin dediği gibi; “ebedi
hakikatin ta kendisi olan ölüm her başa gelecek ve tek başına olacaktır.”
Muhakkak ki her zorlukta bir kolaylık vardır denilen yerküre yuvarlağının
geçici devranında…
Yalnız karşılayacağımızı bildiğimiz ölümümüzde, zaten o yalnızlığa
mahkumken…
Şu fani dünyada…
Dürüstlüğün vakarıyla…
Varsın yalnız kalalım.