Üç "adet" vatandaş daha öldü!
Ankara dün Ulus’taki çarşı bombalama eyleminden sonraki ilk eylemiyle karşı karşıya kaldı.
İlk duyduğum andan itibaren “inşallah ölen yoktur ve inşallah bomba değildir” diye geçirdim içimden.
Ancak her iki dileğim de gerçekleşmedi.
Son bilgilere göre 3 ölü var ve patlamaya parça tesirli bir bomba sebep olmuş.
Gerçi henüz üstlenmedi ama böyle bir eylemi Türkiye’de yapabilecek ilk akla gelen örgüt olarak PKK görünüyor.
Ankara’da yapılan bu eylem Türkiye’nin en acil ve çözülmesi gereken sorununun Kürt sorunu olduğunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır.
Olayın arkasından başka bir örgüt, fraksiyon veya bir devlet çıksa bile bu gerçek değişmeyecektir.
Türkiye kanayan bu yarayı ağrı kesicilerle geçiştirmek yerine acilen cerrahi müdahalelerle tedavi etme yoluna gitmelidir.
Aslında tedavinin nasıl olması gerektiğini herkes biliyor.
Ama iş pratiğe gelince nedense kimse hastayı ameliyata alma yoluna gitmiyor.
Geçici çözümler herkesin kolayına gittiği içindir belki.
Bu hükümet ilk kez sorunun tedavisi için geçici yöntemlere değil kesin tedaviye meyilli olduğunu gösterdi.
Hatta hastayı ameliyat masasına bile yatırdı ve narkozu da verdi.
Bu durumu ortalığa saçılan devlet ve PKK arasındaki ses kayıtlarından da anlıyoruz.
Ama narkoz verdiği hastayı bir türlü ameliyat etmiyor.
“Acaba ağrı kesici mi versem” diye düşünüyor şu an.
Neden tekrar eski alışkanlıklara dönüş yapıldığını bize bir türlü anlatamıyor.
Dünkü saldırıyı kim yaptı sorusuna cevap olarak geçen yazımızda “görüşmeleri kim sızdırdı” sorusuna verdiğimiz cevabın aynısını verebiliriz.
Her ne olursa olsun ve hatta saldırı “dış güçler”in bir işi bile olsa Türkiye kendi içindeki sorunları çözmedikçe malum güçler bu sorunu beslemek ve büyütmek için ve dahası ülkenin gelişmesini ve ilerlemesini engellemek için bu sorunları sürekli kullanacaklardır.
Eğer saldırıyı yapanlar bu sorunların doğurup büyüttüğü yapılanmalar ise çözüm yine bellidir: sorunu çözerseniz sorunun doğurmuş olduğu yapılanmaları da işlevsiz kılmış olursunuz.
Bugün için Türkiye’nin önceliği Kandil’e veya bir başka yere havadan veya karadan askeri operasyon yapmak değildir, olmamalıdır.
Öncelik sivil, demokratik ve özgürlükçü bir anayasa temelinde Kürt sorununun adil ve barışçı bir şekilde çözülmesidir.
Mevcut hükümet bu iradeyi gösterebileceğini daha önce ortaya koydu; bunu tekrar yapabilir.
Aynı şekilde Kürt muhalefeti de bu konuda yapıcı olmalıdır.
İlk iş olarak 1 Ekim’de yemin etmeli ve yeni anayasa sürecine katkıda bulunmalıdır.
Çünkü MHP ve muhtemelen CHP bu süreçte yapıcı bir rol oynamayacağı için BDP’nin katkısı çok önemlidir.
Toplum gittikçe daha fazla kamplaşmadan acil olarak bu adımlar atılmak zorundadır.
Bu konuda dün şahit olduğum bir diyalogu aktarmak istiyorum.
Patlamanın üzerinden birkaç saat geçmişti ve ben durakta metronun gelmesini beklerken üniversite öğrencisi olduğunu tahmin ettiğim iki gencin konuşmalarına şahit oldum.
Konuşmanın en başını kaçırdığım için diğer gencin “abi deli misin ya ne soykırımı?” diye sorduğunu duydum.
Diğeri cevap veriyor: “oğlum, adamlar başkentin göbeğinde bomba patlatıyor sen hala ne soykırımı diyorsun. Bölgeyi (tahmin edebileceğiniz gibi Doğu ve Güneydoğuyu kastediyor) toptan kırıp geçirmezsen bu sorunun önüne geçemezsin”.
Kanım dondu resmen ve daha fazlasına şahit olmamak için oradan uzaklaştım.
Belki bu çok marjinal bir örnek ama bu tür düşünenlerin sayısı hiç de az değil; üstelik sayıları da artıyor.
Sorumluluk makamında oturanlar toplumun henüz bu kadar aşırı olmasa bile bu noktaya doğru ilerlediğini görmeliler.
Yarın çok daha geç olmadan kendilerinden beklenen iradeyi göstermeliler.
Bu halk % 50 oyu verdiyse bu sorunu yine klasik askeri yöntemlere havale etmesi için vermedi.
Gizli görüşmelerde konuşulan noktalara gelebilirsek sorunun önündeki gizli duvarları da aşmış olacağız.
Son bir not da başlıkta geçen kelimelerin sahibi olan İçişleri Bakanı için.
Bir önceki İçişleri Bakanı olan Sayın Atalay’a bakıyorum bir de şimdikine.
“İkisi arasındaki farkları bulun” yarışması düzenlense herhalde alacağımız cevap “arada benzerlik yok ki farkları bulalım” olacaktır.
Yorumu sizlere bırakıyorum.
Eğitimde reform
Milli Eğitim Bakanlığı kanunu ile ilgili çok önemli bazı değişiklikler yaşandı geçen hafta.
Öncelikle şunu ifade edeyim; Türkiye’deki mevcut yapıda en çok reforma ihtiyacı olan kurumların başında Milli Eğitim Bakanlığı gelmektedir.
Gerek mevzuat, gerek sistem ve gerek anlayış olarak en çok köhneleşmiş ve hantallaşmış kurumlardan birisidir.
Yapılan değişiklikte öncelikle amaç bölümünde radikal bir uygulamaya imza atıldı ve o bölümde yer alan “Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk Milliyetçiliğine bağlı" ifadesi tamamen çıkarıldı.
21. yüzyılda hala 1930’ların anlayışına bağlı bir eğitim sistemi düşünülmesi garabeti sona ermiş oldu.
Bu bağlamda yapılan değişiklikler sadece kâğıt üstünde kalmamalı ve pratiğe geçirilmelidir.
Bu noktada yeni bakanın kişiliği ümit vericidir.
Sorunların çözümünde pratik yaklaşımları benimseyen ve radikal adımlar atmaktan çekinmeyen bir yapıda olduğu bilinen Sayın Dinçer’in gerekli adımları atmakta tereddüt etmeyeceğini düşünüyorum.
Yapısal reformların yanı sıra, bu süreçte atılacak bir takım sembolik adımların da büyük önemi vardır.
Bir tanesi bakanlığın isminin değiştirilerek “milli” ibaresinin çıkarılmasıdır.
Diğeri her sabah okullarda zorla söyletilen “andımız” uygulamasına son verilmesidir.
Bir diğeri liselerde okutulan “Milli Güvenlik” dersinin kaldırılmasıdır.
Ancak asıl önemlisi okulları kışla olarak gören anlayışın değiştirilmesidir.
Eğitime son on yıldır büyük fiziki yatırımlar yapıldı.
Şimdi sıra zihniyet ve sistem devriminde.
Eğitim sisteminin demokratikleşmesi toplumun da demokratikleşmesi için en önemli adımdır.
İlk adım atıldı; dileriz gerisi de büyük bir kararlılık ve cesaretle gelir.