Toplumsal Dayanışma Ve Müslümanca Yaşama
Modern zamanın ve günümüzün getirmiş olduğu en büyük noksanlıklardan biri; Müslümanca yaşamayı terk etmeye başlamamız ve toplumsal dayanışmayı örselememizdir. Cana yakınlığı, yumuşak huyluluğu, düşünceli olma melekelerini yitirişimiz de bu buhranlı hayatın yansımasıdır. Ancak Hz. Peygamber tüm hayatı boyunca yaptığı her davranışta dile getirdiği her kelamda “toplumsal dayanışma ve Müslümanca yaşamanın” altını çizmiş ve bize böyle yaşamamız için telkinlerde bulunmuştur. Öyle ki, yıllarca acı çeken, zulme uğrayan ashabına Mekke’yi fethedecekleri gün yani ellerine intikam fırsatının geçmiş olduğu gün şunları söylemiştir:
“Ey İnsanlar! Allah sizden cahiliye gururu ve atalarla övünme âdetini gidermiştir. İnsanlar iki gruptur: İyi, takva sahibi, Allah katında değerli kişi ve günahkâr, bedbaht Allah katında değersiz kişi. İnsanlar, Âdem’in çocuklarıdır ve Allah, Âdem’i topraktan yaratmıştır. Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Ey insanlar! Doğrusu biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır.”
Bütün insanları Âdem’in çocukları, dolayısıyla insan olma noktasında özde bir kabul eden İslâm inancına göre, kişiyi Allah nezdinde daha değerli ve şerefli kılacak olan şey, Allah’a iman etmesidir. Fakat bu konumu hak, hukuk ve adalet açısından ona herhangi bir ayrıcalık tanımadığı gibi, fazladan sorumluluklar yüklemektedir. Bu duruma örnek gösterilen Allah Resulü’nün ilişki tarzı, ‘Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile...” ifadeleriyle bize takdim edilmektedir. Allah Resul’ünün bu tavrı bizlere toplum içerisinde insanlarla olan ilişkilerimizi şekillendirecek ilkeler sunmaktadır. Kuşkusuz temel ilke, maruf olan her şeyde dayanışmadır. Allah’ın emrettiği gibi insanlara güzellikleri anlatmak ve bölünüp parçalanmaksızın Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak ise ana hedef olarak gösterilmiştir. Tevazu sahibi olmak, böbürlenme ve taşkınlıkları ortadan kaldıracak, mü’min’in gösterdiği tevazu ise kendisini yüceltecek ve bağışlayıcılığı da izzet ve onurunu artıracaktır.
Yarım hurma kadar bile olsa kişinin tasaddukta bulunması, insanın sahip olduğu her bir eklemi karşılığı her gün için bir miktar sadaka vermesi, hayatın her ânını ve yapılan her şeyi ibadete çevirmektedir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz iki kişi arasında adaletle hükmetmeyi, hayvanına binmek ya da eşyasını yüklemek isteyen birine yardımda bulunmayı, sarf edilen güzel sözleri, namaza giderken atılan her bir adımı veya yolda insanları rahatsız eden herhangi bir engeli ortadan kaldırmayı ibadet olarak nitelemiş ve bunların sadaka olduğunu beyan etmiştir. Bu anlayış müminlerin insanlarla ilişkilerini şekillendirmelerinde önemli bir ölçüt olmuştur. Bu tavsiyelerinin yanı sıra, “Aranızın kötü olmasından sakının. Çünkü bu mahvedici (bir hâl)dir:” uyarısında bulunan Hz. Peygamber, insanlar arasındaki ilişkileri güçlendirmeyi amaçlamıştır. Zira o, çevresiyle sağlıklı ilişkiler geliştirmeyi ve dostluk kurmayı iman ile bağdaştırarak, “Mümin cana yakındır. (İnsanlarla) yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimsede hayır yoktur.” buyurmuştur. Hediyeleşmeyi de aynı amaçla teşvik eden sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Kendisine bir ikramda bulunulan kişi, imkânı varsa karşılığını versin. İmkânı yok ise (ikramda bulunanı) hayırla yâd etsin. Çünkü hayırla yâd eden kimse, teşekkür etmiş olur. Bunu yapmayan ise nankörlük etmiş olur...” Yemek hazırlama zahmetine katlanan hizmetçinin sofraya oturtulmasını yahut ona da aynı yemekten bir miktar verilmesini tavsiye eden Allah Resulü, insanlarla ilişkilerinde statüsü ne olursa olsun kimseyi kınamayan, ayıplamayan ve başkalarının gizli hâllerini öğrenmeye çalışmayan ama çevresinde olup bitenlere de duyarsız kalmayan bir tavır sergilemiştir. Bir sefer esnasında biniti üzerinde Hz. Peygamberin huzuruna gelip sağma soluna bakınan sahabenin ihtiyacını fark eden Allah Resulü, “Yanında fazla biniti olan onu biniti olmayana versin, yanında fazla azığı olan da onu azığı olmayana versin. ”sözüyle inananları yardımlaşmaya, dayanışmaya çağırmış ve ihtiyaç sahiplerine karşı duyarlı olduğunu göstermiştir. Bir sefere çıktıklarında ya da kıtlık zamanlarında yiyeceklerini bir yerde toplayıp sonra da eşit olarak taksim eden Eş’ar kabilesini, “Ben onlardanım, onlar da benden.” ifadeleriyle taltif eden sevgili Peygamberimiz, zor zamanlardaki dayanışmanın önemine işaret etmiştir.
Allah Resulü, “Allah için size sığınan kimseye sığınak olun. Allah için isteyen kimseye verin. Sizi davet edene icabet edin, size bir iyilik yapana karşılığını yerin. Eğer onun karşılığını verecek bir şey bulamazsanız, karşılıkta bulunduğunuza kanaat getirinceye kadar ona dua edin.” sözleriyle beşerî ilişkilere farklı bir anlam kazandırmıştır. İhtiyaç sahibi olanlara yardım etmeyi sadaka olarak nitelendirmiş ve her Müslüman’ın sadaka vermesi gerektiğini vurgulamıştır. Onun fakirlere ve dul kadınlara yardım etmek için çaba sarf eden kimseyi, Allah yolunda cihat eden kimse gibi görmesi, kendisine gelip de derdini anlatamayacak olanlara işlerinin görülmesi için aracılık yapılmasını sevap kapısı olarak göstermesi, insanı ilişkilerde güler yüzlü olmayı dahi sadaka olarak nitelemesi, insanlar arası ilişkileri yeniden şekillendirecek bir niteliğe sahiptir.
Hz. Peygamber, bugünkü deyişle empati (duygudaşlık) olarak ifade edilebilecek, kendini başkasının yerine koymayı ilke haline getirmiş ve bu ilke çerçevesinde davranışlarını biçimlendirmeyi gerek görmüştür... Nitekim Ebû Hüreyre’nin anlattığı şu olay bunu açık bir şekilde göstermektedir: Hz. Peygamberle birlikte bir seferde iken sahâbîlerden bazılarının yiyecekleri bitmiş, seyir hâlinde iken bağlı develere rastlayınca hemen onları sağmaya başlamışlardır. Bunu gören Allah Resulü kendilerini onların sahiplerinin yerine koymalarını isteyerek, “Onlar gelip sizin yiyeceğinizi alsalar bu hoşunuza gider mi? ”diyerek onları uyarmıştır.
Sevgili Peygamberimiz, insanlar arası sağlıklı ilişkilerin temelini oluşturan bu prensipleri bizzat uygulardı. Nitekim o (sav), huzurunda konuşanların sözlerini kesmez, her birini ilk konuşan gibi can kulağıyla dinlerdi.
Aşırı tazimden sakındıran Hikmet Peygamberi, insanların birbirleri hakkındaki abartılı övgülerini de doğru bulmamıştır. Elbette iyilik sahibine övgüde bulunmak anlamlıdır, ancak bunun dalkavukluğa dönüşmemesi gerekir bu da Müslümanca yaşamanın gerekliğindendir.
Allah Resulü, “Kendisi cehennem ateşine ve cehennem ateşi de kendisine haram olan kişiyi size bildireyim mi? Cana yakın, yumuşak huylu, kolaylaştırıcı kimse.” buyurmuştur. O (sav), ümmetine müsamaha ve hoşgörüyü öğretmek için şu temsili anlatmıştır: “İnsanlara borç veren bir tüccar vardı. Zorda kalmış (borcunu ödeyemeyecek) birisini görünce hizmetçilerine, ‘Buna müsamaha gösterin, umulur ki Allah da bize müsamaha gösterir.’ derdi. İşte bu nedenle Allah o tüccara müsamaha gösterdi. Bir başka hadisinde ise, “Allah, alışın, satışın ve ödemenin müsamahalı olanını sever.” diyerek müsamahakâr kimselerin Allah’ın hoşnutluğunu kazanacağın ifade etmiştir.
Allah Resulü, toplumsal huzuru ve barışı sağlayan anlayış, hoşgörü ve sabrın yerini alan kin ve hasedin her şeyi yok edeceğini belirterek şu hadisiyle bunlardan sakındırmıştır: “Geçmiş toplamların hastalığı size de bulaştı: Haset ve kin beslemek! İşte bunlar, kökten yok edicidir Saçı tıraş eder demiyorum, aksine dini kökünden kazıyıp yok eder. Bu canı bu tende tutan Allah’a yemin ederim ki iman etmeden cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden de mümin olamazsınız.-” Allah’ın kullarına kardeş olmayı tavsiye eden Allah Resulü bir başka hadisinde ise şöyle buyurmuştur: “Birbirinize nefret ve düşmanlık beslemeyin. Birbirinize haset etmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin Allah’ın kulları! Kardeş olun! Bir Müslüman’ın (din) kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl değildir.”
Sonuç olarak; Yaşadığı topluma hatta bütün dünyaya karşı sorumluluk sahibi olan Müslüman, gördüğü olumsuzluklara gücü nispetinde müdahale etmeli ve onları ortadan kaldırmak için çaba sarf etmelidir. Zira Allah Teâlâ “Müslümanlar” olarak isimlendirdiği bu ümmeti seçmiş, her peygamberi kendi ümmetine şahit kılarken, onlara özel bir görev yüklemek suretiyle kendilerini bütün insanlığa şahit kılmıştır.
Dolayısıyla, Müslüman, bütün dünyadaki aç, açık, zulme uğrayan ya da muhtaç olanları görmek, gözetmek ve elinden geldiği kadar herkesin derdine derman olmak yükümlülüğündedir. Güler yüzlü olmak, iyilikleri yaymak ve eziyetlere engel olmak şeklinde tarif edilen güzel ahlâk, Müslümanların yaşadığı toplumlardaki insanlarla ilişkilerini şekillendirmede en temel ölçütlerden biridir. İnsan olma noktasında herkese aynı değeri veren İslâm dini, Müslümanların diğer din mensuplarıyla ilişkilerinde de bu esası temele koyar. Dolayısıyla adaleti gözetme, insanların hakkına riayet etme, insanlara zulmetmeme gibi temel ahlâk ilkelerinin gayri Müslimlerle ilişkilerde de gözetilmesi gerekir. Ancak gerek kişinin şeref ve onuruna, gerekse dinî değerlerine ve inancına saygısızlık, hakaret ve saldırı olması durumunda Müslüman’ın diğer insanlarla ilişkisini buna göre belirlemesi gerekir. Nitekim “İnsanların arasına karışarak onların eziyetlerine sabreden kimse, insanların arasına karışmayıp eziyetlerine sabretmeyen kimseden daha hayırlıdır.” ifadeleri de Müslüman a yaşadığı toplumda üstlenmesi gereken sorumluluğu hatırlatmaktadır.