diorex

Tarihsel Süreçte Türkiye Ortadoğu İlişkileri ve Bugünü

Tarihsel Süreçte Türkiye Ortadoğu İlişkileri ve Bugünü

Orta Doğu tarihin bütün dönemlerinde, doğal kaynakları, stratejik özellikleri ve bölgedeki halkların köken, kültür ve inanç yönünden gösterdikleri farklılıklar dolayısıyla bitmek tükenmek bilmez krizlere maruz kalan ve istikrar arayışları günümüze kadar sürüp giden bir bölge olmuştur.

Köken, kültür ve inanç yönünden mevcut olan çeşitlilik, bölgedeki sükûn ve istikrarın bozulmasından etkilenmiştir.

Orta Doğu’nun alamet-i farikasını teşkil eden bu çok çeşitli unsurları kendi siyasi ve ekonomik menfaatleri doğrultusunda kullanmak isteyen bölge dışı güçlerin müdahaleleri sonucu uzun süreli ve çözümlenmesi çok zor siyasi ihtilaflar ortaya çıkmıştır.

Orta Doğu’nun uluslararası önemi sadece dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz rezervlerine sahip olmasından kaynaklanmamaktadır.

Üç kıtayı birleştiren Orta Doğu, aynı zamanda, tarih boyunca, dünyanın en önemli hava, kara, deniz ulaşım, hatta istila yolları üzerinde bulunma özelliğine de sahip bir bölge olmuştur.

Bu bakımdan bir takım analistlere göre petrol ve doğal gaz rezervleri tükense veya dünya yeni enerji kaynaklarına yönelse bile, Orta Doğu’nun dünyadaki önemi büyük ölçüde devam edecektir.

Orta Doğu’nun diğer bir özelliği de üç büyük dinin bu bölgeden çıkmış olmasıdır. Bu bakımdan yüz milyonlarca insan için Orta Doğu kutsal toprak olarak görülmektedir.

Orta Doğu’daki her gelişme ülkemizde de hissedildiğinden ve dahası Türkiye halkının da yakın ilgisini çektiğinden dolayı bu gelişmeler Türkiye tarafından yakından izlenmektedir.

Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte “reddi miras” anlayışı egemen olduğu için yüzyıllardır kader birliği yaptığımız bu coğrafya bizim için artık çok yabancı ve uzak bir yer haline geldi. Yüzünü tamamen Batı’ya çevirmeyi tercih eden Türkiye, uzun yıllar bölgede yaşanan olaylara, gelişmelere ve bölgedeki kardeşlerine hiç ilgi göstermedi.

1960’lara kadar Türk dış politikası tamamen Batı odaklı bir şekilde sürmüş, doğu tamamen ihmal edilmiştir.

1960’lı yıllar Türkiye’nin dış politikasını yeniden gözden geçirmeye başladığı yıllar olmuştur. Bölgeye yönelik politikasındaki değişiklik daha çok Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinin sürecine bağlıdır.

1970’lerde Kıbrıs Sorunu karşısında Batı’nın yaşattığı hayal kırıklığı Türkiye’nin Orta Doğu politikasını gözden geçirmesine sebep olmuştur. Bu dönem, Türk dış politikasının Batı’ya eleştirel yaklaşıp Orta Doğu’ya yakınlaşmanın başladığı bir dönemdir.

Yani Türkiye, Orta Doğu’yu yeniden hatırlamaya başlamıştır.

1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla iki kutuplu dünya sistemi sona ermiştir.

Bu süreçte Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasında da tekrardan güvenlik konusu ön plana çıkmıştır.

Bu dönemde Türkiye, çeşitli gerekçelerle ve bir takım dayatmalar neticesinde İsrail’le yakınlaşmıştır. İsrail ile olan ilişkiler sonucunda da stratejik ortaklık ortaya çıkmış ve bu durum Arap dünyasından uzaklaşma olarak algılanıp Türkiye’nin ciddi şekilde eleştirilmesine sebep olmuştur.

2002 seçimleri ile iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile birlikte Orta Doğu ile olan ilişkiler yeni bir döneme girmiştir.

Bu dönemde Orta Doğu politikası AK Parti’nin Türkiye Dış Politikası vizyonu çerçevesinde oluşmuştur. Bunlar; özgürlük ve güvenlik arasında bir denge kurmak, komşular ile sıfır problem, çok taraflı ve çok boyutlu dış politika, proaktif ve vizyon odaklı dış politika olarak özetlenebilir.

Son zamanlarda, Türkiye, Orta Doğu’daki kriz ve istikrarsızlık ortamını, bir barış ve işbirliği alanına dönüştürmek ve silahlı çatışmalara son vermek için, çok taraflı ve oldukça faal bir politika izlemekte ve bunda da önemli başarılar elde etmektedir.

Sonradan İsrail’in Gazze’ye yaptığı saldırılar yoluyla baltalamış olduğu Filistin ve İsrail arasındaki barış görüşmeleri, yine aynı saldırı neticesinde rafa kalkan Suriye-İsrail görüşmeleri, Lübnan’daki kriz sırasında taraflar arasında arabuluculuk girişimleri, İran ile Batı arasındaki nükleer görüşmeler, Pakistan-Afganistan arasındaki görüşmeler sırasında Türkiye’nin üstlenmiş olduğu proaktif rol bu durumun ilk akla gelen örnekleridir.

Bu aktif politikanın başta Sayın Başbakan ve Sayın Dışişleri Bakanı olmak üzere bugünkü iktidar kadrolarının eseri olduğu unutulmamalıdır. Bu noktada Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın tarihi Davos çıkışı, Türk-Arap ilişkilerinde ve Türkiye’nin bölgedeki gelişmelere ilgisi bakımından yeni bir dönüm noktasını ifade etmektedir.

Türkiye ile Orta Doğu arasındaki ilişkilerin geçmişini böyle kısaca hatırladıktan sonra asıl konumuza gelebiliriz.

Bölgede Tunus ile başlayıp dalga dalga bütün Orta Doğu coğrafyasına yayılan halk hareketleri sadece ve sadece ABD menşeili bir plan olarak görülecek kadar basit ve önemsiz değildir.

Bunların salt ABD’nin tertipleri nedeniyle gerçekleştiğini söylemek en başta bu halk hareketlerini küçük görmek, değersizleştirmektir.

ABD olsa olsa, yönetimlerin kendisi açısından istenmeyen grupların (özellikle İslami hareketlerin) eline geçmesini önlemek amacıyla ancak olayların sonraki aşamalarına müdahil olabilmiştir.

Mısır’da daha ilk baştan itibaren istikrar vurgusu yapan ABD, Mübarek’in devrilmesinin kaçınılmaz olduğunu gördüğü zaman onu savunmaktan vazgeçmiş ve yönetimin, güvendiği isimlerin elinde kalmasını sağlamak için hemen orduyla görüşmelere başlamıştır.

Nitekim olaylar başladığı zaman Mısır Genelkurmay Başkanı’nın ABD’de bulunuyor olması bu görüşmelerin yapılmasını daha da kolaylaştırmıştır.

Bahreyn, Yemen, Cezayir, Ürdün ve diğer ülkelerden sonra olayların sıçradığı Libya’da ise diktatör Kaddafi beklendiği gibi sert karşılık vermiş ve dünya tarihinde bir ilki gerçekleştirerek göstericilerin üzerine savaş uçaklarını saldırtmıştır.

Yine basından öğrendiğimize göre önce çevre ülkelerden kiralık askerler, sonra da günlüğü 10 bin dolardan meşhur Sırp sniper’larını getirip halkını bu katillere avlatarak, tahtını korumak için yapacaklarının sınırı olmadığını göstermiştir.

Ama kaçınılmaz sondan kendisi de kaçamayacak.

Bu tür alçaklıklarla ancak iktidarının ömrünü kısa bir süre daha uzatabilir.

Er geç kendisi de tası tarağı toplayıp (elbette bu tas ve tarağın değeri de milyarlarca dolar olacaktır) arkasında bir enkaz bırakarak komşusu Mubarek ve kısa bir süre önce savunduğu Bin Ali’nin akıbetine uğrayacaktır.

Yaklaşık 40 yıldır demir yumrukla yönettiği Libya gelişmişlik seviyelerinde çok geride, hem de geniş petrol ve doğal gaz rezervlerine rağmen.

Artık bir diktatör daha veda etmeye hazırlanıyor, ama görünüyor ki onun vedası biraz daha uzun ama çok daha kanlı olacak.

Türkiye’nin son gelişmeler karşısında aldığı tavrı anlamak için yazının başında açıkladığım Orta Doğu ile ilişkilerin yaşadığı seyrin iyi anlaşılması gerekir.

Türkiye’nin bu olaylara hesapsız bir şekilde tepki göstermesi şu anda üstlenmiş olduğu pozisyonun uzağında bir yaklaşım olacaktır.

Sayın Başbakan’ın geçen gün grupta da ifade ettiği gibi “Orada (Libya’da) binlerce vatandaşımız adeta rehin durumundayken kalkıp ısmarlama beyanatlar vermek onların can güvenliğini tehlikeye atacaktır”.

Özellikle Mısır ve sonrasında Libya halk hareketlerine gösterilen tepki sırasında izlenen yöntem makul ve anlaşılır bir yoldur.

Orta Doğu’yu heyecanla izlemeye devam edeceğiz.

Temennimiz değişimin kan dökülmeden ve dış dinamiklerin değil, halkın talepleri doğrultusunda gerçekleşmesidir.

Yorum Yaz