Suriye ile savaşa mı?

2002’de göreve gelen AK Parti hükümeti, daha önceki hükümetlerin aksine izlediği proaktif dış politika sebebiyle çeşitli dönemlerde çeşitli ülkelerle karşı karşıya geldi.
2004’te Irak Kürdistanında yaşanan çuval olayı sebebiyle ABD, 2010’daki Mavi Marmara baskını sebebiyle İsrail’le kriz yaşayan Türkiye şimdi de bir uçağının vurulması sebebiyle bir süredir ilişkileri sorunlu bir düzlemde seyreden Suriye ile ciddi bir kriz yaşamaya başladı.
Mavi Marmara saldırısı sivillere yönelik bir askeri eylemken, diğer iki olay askeri hedeflere yapılmış saldırılar olması bakımından doğrudan ülkeyi hedef almış saldırılar olarak değerlendirilebilir.
AK Parti hükümetinin izlediği dış politikayı daha önce çeşitli yazılarda desteklediğimi ve bazı çelişkileri saymazsak başarılı bulduğumu söylemiştim.
“Dün kardeşim dediğin adama bugün neden düşman oldun” türünde, vizyonsuz ve dar görüşlü eleştirilerin ne kadar geçersiz olduğunu, her gün kendi halkını çocuk, yaşlı ve kadın diye ayırmadan acımasızca katleden bir diktatöre karşı çıkmaktan daha doğal bir durum olmayacağını, eğer sorgulanacak bir süreç varsa, bu diktatörlerle bu kadar yakınlık kurulmasının ve mesela Libya diktatörü Kaddafi’nin verdiği İnsan Hakları ödülünü almanın sorgulanması gerektiğini söylemiştim.
Türkiye, Arap Baharı başladığı günden beri Arap haklarının yanında pozisyon alarak doğru bir politika izledi.
Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’deki halk hareketlerinde izlenen politika Arap halkları nezdinde Erdoğan ve AK parti’nin popülaritesini daha da arttırdı.
Gelinen süreçte Suriye halkının haklı mücadelesini savunmaktan daha doğal bir durum olmadığı çok açık.
Son olaya gelirsek…
Suriye’nin Türkiye jetini düşürmesi, kendilerinin iddia ettiği gibi yanlışlıkla yapılan bir hareket değil elbette.
Eldeki veriler uçağın Suriye topraklarında değil, uluslararası sularda vurulduğuna işaret ediyor.
Suriye’nin bilinçli bir şekilde hareket ettiği ortada.
Hem içerideki muhalefete hem de ülke dışındaki karşıtlarına “ben daha ölmedim” türü bir mesaj verilmek istendiği görülüyor.
Olayı sadece bir sınır ihlalinin cezalandırılması olarak görmek mümkün değildir.
Bu tür sınır ihlalleri her zaman olmakta olan tabii durumlardır.
Zaten Suriye sınır ihlalinden rahatsız olsaydı, yıllardır kendi toprakları olan Golan tepelerinin İsrail işgalinde olmasına sessiz kalmazdı.
Peki, bu olay karşısında Türkiye’nin tavrı doğru mudur?
Olayın ilk anından bu yana hükümetin izlemekte olduğu soğukkanlı ve mutedil politika bütün dünyada takdir görüyor.
Hükümet ne savaş çığırtkanlarına kulak asmış, ne de “Suriye politikamızın sonucu bu işte” türü öngörüden uzak değerlendirmelerin tuzağına düşmüştür.
Başbakanın son grup toplantısında yaptığı konuşmayla birlikte Suriye ile aramızda yeni bir dönem başlıyor.
Artık Suriye, ülkemize yönelik tehdit unsurları arasında değerlendirilecek.
Yazının başında saydığım olaylar AK Parti hükümetine ve izlediği dış politikaya karşı yapılmış doğrudan eylemlerdir.
Bu proaktif politika sürdüğü sürece de bu tür meydan okumalar ve “karizma çizme” eylemleri sürecek gibi görünüyor.
Bunları önlemenin bir yolu var mıdır?
Elbette ki vardır; etliye sütlüye karışmayan ve “yurtta sulh cihanda sulh” masalı ile idare edilen pasif bir politika izlemek yani yeniden 2002 öncesine, etken değil edilgen olunan döneme dönmek.
Mısır seçimleri üzerine
Bu arada bir zamanlar Suriye ile ortak bir devletin parçası olan Mısır’da ise askeri bürokrasi ve eski rejim artıklarının tüm çabalarına rağmen seçimleri Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi kazandı.
Mısır halk devrimi başladığı zaman hapiste olan Mursi, yapılan seçimlerde yüzde 52’lik oy oranıyla eski rejimin adamlarından Ahmed Şefik’in önünde zaferini ilan etti.
Seçim sürecinde ve seçimler bittikten sonra başta Askeri Konsey olmak üzere eski rejim artıkları, bizdeki 28 Şubat türünden müdahalelerle bu süreci baltalamaya çalıştılar.
Önce Anayasa Mahkemesi seçimleri geçersiz saydı, Yüksek Askeri Konsey de önce parlamentoyu feshetti, sonra da Cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtladı ancak yine de Tahrir ruhu süreçten galibiyetle çıkmayı başardı.
Askeri ve sivil bürokrasi aslında Mursi’nin zaferini kabullenecek gibi görünmüyordu ancak seçim sonuçlarının açıklanması gecikince Tahrir’e toplanan yüz binler bu direnişi de kırmakta etkili oldu.
Şimdi Mursi’nin önünde çok zorlu bir yol var.
Öncelikle ülkedeki bu kökleşmiş bürokratik oligarşiyle mücadele etmesi gerekecek.
Bu noktada başta liberaller ve diğer İslami gruplar olmak üzere eski rejimden memnun olmayanlarla sergileyeceği işbirliği, bu süreci daha kolay atlatmasını sağlayacaktır.
Bu arada başta bazı İslami gruplar olmak üzere eski rejimden şikâyet eden ve muzdarip olan grupların seçimlerde sandığa gitmemeleri ve hatta bazı grupların Ahmed Şefik lehine oy kullanması kendileri için bir utanç tablosu olmuştur, artık senelerce uğraşsalar da bu lekeyi temizleyemezler.
Aslında süreci en iyi özetleyen cümle, Mısırlı bir gazetecinin sosyal medyada paylaştığı cümle idi:
“Tahrir’de ayaklanma başladığında Husni Mubarek başkanlık koltuğunda, Muhammed Mursi ise cezaevindeydi. Şimdi Mursi başkanlık koltuğunda, Mubarek ise cezaevinde”.
Ortadoğulu diktatörler için Allah’ın adaleti tecelli etmeye devam ediyor.
Sırada Esed var.