Sözleşmeyi yenileme zamanı
Sözde, kalplerin en mahrem derinliklerinde yer alan iman, bireyin hayat felsefesine, yaşam tarzına, hayat tasavvuruna, doğa ve insanlarla olan ilişkilerine sirayet etmeyip yüreğinde mahkum ve mahpus olduğu zaman, o imanın bireyin şahsında içselleşmesi ve sahibini özgürleştirmesi için peygamber nidasıyla imanı yenilemek gerek.
Zira imanın tahrife uğradığı ya da fonksiyonel erkini kaybettiği bir yerde imanın arta kalan tezahürlerini saymak bir nevi abesle iştigal olur. Örneğin, imanın, iman edilene tam teslimiyetin vuku bulmadığı bir kalp sahibinde imanın inançsal ilkelerine aykırı her türlü tezahürün sadır olması imkan dahilindedir. Bedenin başkenti konumundaki kalp sarayının tahtında oturması gereken iman, olması gerektiği gibi nüfuz sahibi olmadıkça beden şehrinin taşra organlarını zapt ü rapt altına alması, inandığı ilkeler doğrultusunda onlara dizayn vermesi, inandığı gibi yaşatması muhaldir. İman denilen manevi güç hayatın ve eylemin muharrik gücü olmadığı sürece inanıldığı gibi yaşamak imkansızdır. M. İslamoğlu, imanın bu yönüne atıf yaparken, iman adlı eserinde bir askeri fıkradan yararlanarak meramını açıklamak istemektedir. Şöyle ki, günün birinde komutan genel çaplı bir taarruz için son hazırlıklarını tamamlayan birliklerini denetlerken, çalışmayan bir topun başında esas duruşta bekleyen bir bir askerle arasında şu veciz konuşma geçer:
-Bu topun nesi eksik asker?
-Beş şeyi komutanım!
-Say bakayım.
-Biir, barut komutanım!
-Yeter üstü kalsın…
Doğru, yeter ve artar bile, zira kalınlığı namlunun genişliğinden fazla olan bir merminin namludan çıkabilmesi için her şeyden önce barutun itici gücüne muhtaç. İşte bu askeri anekdot, imanları gönüllerinde mahkum ve mahpus kalmış günümüz Müslümanlarının hali pür melalini resmetmeye de yeter ve artar.
İman, Müslüman bireyin hayatının merkezini oluşturan bir eksen mahiyetindedir. Bir başka deyişle bireyin hayatını anlamlandıran ve ona göre şekillendiren en önemli müessesedir. O müessesenin ayakta durması hayata nüfuz etmesiyle mümkündür. Hayata müdahil olmayan, insanın şehvani rahat hayatını rahatsız etmeyen iman, inanılan ama icraata geçmeyen bir teoriden öteye geçemez. Zafiyete uğrayan iman beraberinde şahsiyet zaafını da getirir ve sonunda iman sahibini bırakın kendi imanıyla iftihar etmek şöyle dursun, iman dışı tezahürlere muhabbet etmeye başlar. Hatta dini olan ne varsa ona düşman, dine karşı ne varsa da ona hayran olmaya başlar.
Kendi inandığı dini esasların ana manzumelerinden bihaber olan sözde mümin, başkalarının makyajlı ve bir o kadar da maskeli hayat standartlarına gıpta edip atıfta bulunarak. Efendim, hak hukuk denilince akla garp alemi gelir, kadın hakları, çocuk hakları, dahası insan hakları güvence altına alanlar onlardır. Müslümanlar, gerici, yobaz, fundamantalist, kaba, haşin ve feodaldırlar, sayıp döker. Haklıdır da, zira inandığı değerlerden haberi olmayanın başkalarına hayran oluşu doğaldır. Avrupa insan hakları beyannamesini defaatle okumasına rağmen, Bir kerecik olsun Medine vasikasına, Peygamber efendimizin veda hütbesine sarfı nazar eylememiş. Günlük hayatında günde sadece farz namazlarında altına imzasını attığı sözleşmenin içeriğini bir kere olsun merak etmemiş. İnandığı imanını asil kaynaklardan besleyeceğine babasını taklit ederek iman saffına geçenin iman akibeti de bu olur herhalde.
Yoksa, eğer inandığı veyahut inandığını iddia ettiği bu dinin temel ilkelerini, vazgeçilmez esaslarını, onu o yapan kırmızı çizgilerini bilseydi, ya da bilip de içselleştirseydi, bırakın inandığı değerleri töhmet altında bırakmayı, kendini inandığı değerler ölçüsünde tanzim eder ecdadı gibi insanlığa model olup medeniyet dersi verirdi.
Kalplerin merkezinde imanı iktidar sahibi olmayan, iktidar sahibi olup da hayata nüfuz etmeyen bir iman sahibi, hem katil de olur hem de hırsız, hem cani de olur hem de gerici, hem Müslüman da olur hem de laik, hem hacı da olur hem de Vatikan hayranı.
Öyleyse gelin var olan imanlarımızı tecdite ve yenilemeye tabi tutalım. Zira kimse kusura bakmasın;
Kusur İslam’da değil Müslümanlığımızda!
Zira imanın tahrife uğradığı ya da fonksiyonel erkini kaybettiği bir yerde imanın arta kalan tezahürlerini saymak bir nevi abesle iştigal olur. Örneğin, imanın, iman edilene tam teslimiyetin vuku bulmadığı bir kalp sahibinde imanın inançsal ilkelerine aykırı her türlü tezahürün sadır olması imkan dahilindedir. Bedenin başkenti konumundaki kalp sarayının tahtında oturması gereken iman, olması gerektiği gibi nüfuz sahibi olmadıkça beden şehrinin taşra organlarını zapt ü rapt altına alması, inandığı ilkeler doğrultusunda onlara dizayn vermesi, inandığı gibi yaşatması muhaldir. İman denilen manevi güç hayatın ve eylemin muharrik gücü olmadığı sürece inanıldığı gibi yaşamak imkansızdır. M. İslamoğlu, imanın bu yönüne atıf yaparken, iman adlı eserinde bir askeri fıkradan yararlanarak meramını açıklamak istemektedir. Şöyle ki, günün birinde komutan genel çaplı bir taarruz için son hazırlıklarını tamamlayan birliklerini denetlerken, çalışmayan bir topun başında esas duruşta bekleyen bir bir askerle arasında şu veciz konuşma geçer:
-Bu topun nesi eksik asker?
-Beş şeyi komutanım!
-Say bakayım.
-Biir, barut komutanım!
-Yeter üstü kalsın…
Doğru, yeter ve artar bile, zira kalınlığı namlunun genişliğinden fazla olan bir merminin namludan çıkabilmesi için her şeyden önce barutun itici gücüne muhtaç. İşte bu askeri anekdot, imanları gönüllerinde mahkum ve mahpus kalmış günümüz Müslümanlarının hali pür melalini resmetmeye de yeter ve artar.
İman, Müslüman bireyin hayatının merkezini oluşturan bir eksen mahiyetindedir. Bir başka deyişle bireyin hayatını anlamlandıran ve ona göre şekillendiren en önemli müessesedir. O müessesenin ayakta durması hayata nüfuz etmesiyle mümkündür. Hayata müdahil olmayan, insanın şehvani rahat hayatını rahatsız etmeyen iman, inanılan ama icraata geçmeyen bir teoriden öteye geçemez. Zafiyete uğrayan iman beraberinde şahsiyet zaafını da getirir ve sonunda iman sahibini bırakın kendi imanıyla iftihar etmek şöyle dursun, iman dışı tezahürlere muhabbet etmeye başlar. Hatta dini olan ne varsa ona düşman, dine karşı ne varsa da ona hayran olmaya başlar.
Kendi inandığı dini esasların ana manzumelerinden bihaber olan sözde mümin, başkalarının makyajlı ve bir o kadar da maskeli hayat standartlarına gıpta edip atıfta bulunarak. Efendim, hak hukuk denilince akla garp alemi gelir, kadın hakları, çocuk hakları, dahası insan hakları güvence altına alanlar onlardır. Müslümanlar, gerici, yobaz, fundamantalist, kaba, haşin ve feodaldırlar, sayıp döker. Haklıdır da, zira inandığı değerlerden haberi olmayanın başkalarına hayran oluşu doğaldır. Avrupa insan hakları beyannamesini defaatle okumasına rağmen, Bir kerecik olsun Medine vasikasına, Peygamber efendimizin veda hütbesine sarfı nazar eylememiş. Günlük hayatında günde sadece farz namazlarında altına imzasını attığı sözleşmenin içeriğini bir kere olsun merak etmemiş. İnandığı imanını asil kaynaklardan besleyeceğine babasını taklit ederek iman saffına geçenin iman akibeti de bu olur herhalde.
Yoksa, eğer inandığı veyahut inandığını iddia ettiği bu dinin temel ilkelerini, vazgeçilmez esaslarını, onu o yapan kırmızı çizgilerini bilseydi, ya da bilip de içselleştirseydi, bırakın inandığı değerleri töhmet altında bırakmayı, kendini inandığı değerler ölçüsünde tanzim eder ecdadı gibi insanlığa model olup medeniyet dersi verirdi.
Kalplerin merkezinde imanı iktidar sahibi olmayan, iktidar sahibi olup da hayata nüfuz etmeyen bir iman sahibi, hem katil de olur hem de hırsız, hem cani de olur hem de gerici, hem Müslüman da olur hem de laik, hem hacı da olur hem de Vatikan hayranı.
Öyleyse gelin var olan imanlarımızı tecdite ve yenilemeye tabi tutalım. Zira kimse kusura bakmasın;
Kusur İslam’da değil Müslümanlığımızda!