Sınırı Geçememek
Kaç gündür yardım kamyonları bekliyor burada. Aktivistler, kocaman gövdeli çınar ağaçlarının gölgesine kurulmuş çay bahçesinde oturmuş, yardımların yerine ulaşmasını bekliyor. Çay bahçesinin hemen yanında boş gibi duran bir evin odasına halılar serilmiş, yastıklar dizilmiş. Günlerdir burada bekleyen insanlar bir nebze de olsa uzanıyorlar yere serili kilimlerin üzerinde.
Kasaba sakinleri kalabalıktan memnunlar. Eski zamanlardaki gibi cıvıl cıvıl, iğne atsan yere düşmez bir hareketliliğin yaşandığını söylüyorlar. Eskiden Şenyurt diye başlıyorlar anlatmaya… Şenyurt, kulübü, terzileri, manavları ve pazarlarıyla meşhurmuş. Her akşamüzeri yazlık sinemanın toprağı sulanırmış, tahta sandalyeler her akşam olduğu gibi yerlerine dizilmeye devam edilirmiş. Burada kurulan pazardan alınan bir kova yoğurt bazen Bağdat’a kadar gidermiş. Ya da Bağdat’tan getirilen pazen kumaş, ertesi hafta bir eşraf hanımının üzerinde elbise olarak duruyormuş. Moda burada takip ediliyormuş. Mola vermek için trenden inen şık giyimli erkek ve bayanların üzerlerindeki elbiselerin aynısı burada yaşayan insanlar için dikiliyormuş. Kasaba şen zamanlarını yaşıyormuş. Taşı, toprağının yüzü hep güleçmiş. Bu durum Haydarpaşa’dan kalkıp Bağdat’a giden tren seferlerinin iptal olmasına kadar böyle sürmüş. Şimdi ise bomboş görüntüsü ile Mezopotamya çölünün ortasında bir film platosundan fırlamış bir izlenim edinmeme neden oluyor. Bu gün ise kasaba sakinlerinin dediği gibi bir kalabalık oluşsa da bu kalabalığın insanlık namına, kardeşlik namına bir gayesi var…
Sınırın sıfır noktasında yan yana duran tren raylarının başucundayım. Güneş batıda alçalmış, turuncu rengiyle tren raylarının bir bıçak sırtı gibi parlamasına neden oluyor yer yer. Her iki Dirbêsîyê’yi bir birinden ayıran sınır telleri bir şaka gibi duruyor rayların hemen öte tarafında. Bulunduğum yerin on metre ötesinde de Rojava toprakları başlıyor. Öte tarafta kalan Dirbêsîyê’nin evleri, ayçiçeği tarlaları hemen de göze çarpıyor. Sınırın insan belleğinde yarattığı yasaktan mıdır ne evler bir fotoğraf makinesinin kadrajında büyütüldükçe çözünürlüğü düşen resimler gibi yıpranmış bir görüntü oluşturuyor bende. Belki de savaşın izi bu olsa gerek… Sadece evleri görmüyoruz elbette. Uzaktan bize el sallayan insanlarda giriyor bu kadraja… Bizde el sallıyoruz onlara. Uzaktan merhabalaşmalar zaman geçtikçe sınırın her iki tarafında insanların tellere yaklaşmasına kadar sürüyor.
O an Rojava halkının pek de güvende olmadığını anımsıyorum birden. Sanki onlar bizimle merhabalaşmak için tellere yaklaştıklarında arkadan hunharca vurulacaklarmış gibi bir hisse kapılıyorum. Özellikle tarlaların tortulu toprakları içinde ayak bilekleri burkulacakmış gibi yürüyen saçları keçe bir kız çocuğu çekiyor dikkatimi. Kendisini taşımayacak bir haldeyken kardeşini kucağında alarak yaklaşıyor bize. Hiç planlanmamışken dramatik bir hava oluşuyor bir anda. Yalnız olmadıklarını hissediyorlar, evlerden, sokaklardan bir insan güruhu akıyor tellerin başladığı yere. Yalnız olmadıklarının verdiği cesaretle cellâdın yüzüne haykırmaları birçoğumuzun gözlerinin yaşarmasına neden oluyor.
Toplanan yardım malzemelerini düşünüyorum yine. Çocuk maması, ilaç ve kadınların öncelikli ihtiyaçları… Hiç kimseye zarar vermeyecek, insani yardım malzemeleri bunlar. On beş kamyon dolusu bu malzeme, sınırın bulunduğumuz yakasında öylece melül, öylece atıl, öylece çürümeye yüz tutmuş bir şekilde sınırı geçmeyi bekliyor. Bir sınır, bir tel, arada mayınlı arazi ve iki devlet… İşin ironi yanı ise bir birine akraba olan bu iki kasabanın kaderinin başkalarının elinde olması... İki sınır kapısı arasında on metre mesafe bile yokken geçişin sağlanabilmesi için bin kilometre öteden verilecek emrin beklenmesi… Malzemelerin geçişi engellendikçe, Şenyurt’a insan seli akıyor. Kalabalık arttıkça öfke ve tepki de artıyor. Yanı başımda duran yaşlı bir amca dayanamıyor artık. “ yeter artık, çetelere sınır mınır sorulmazken, bebelere gönderilecek mamalar bile milli mesele oluyor,” diyor. Bir anda ortalık Rojava halkına yanındayız mesajları veren sloganlarla çınlanıyor. Sloganlar yükseldikçe askeri bir hareketlilik de başlıyor aynı anda. Robokov elbisesi giymiş Jandarma erleri, kamyonların sınır kapısına çevirdikleri yüzlerinin önünde safları daha bir sıklaştırıyorlar.
Bu sürünceme sürüp gidiyordu. Sınırın öte yakasında çocuklar, kadınlar ve yaşlılar katlediliyor, üstüne üstlük o masum insanlara gönderilen insani yardım malzemeleri de engellere takılıyordu. Bunu anlamak, kabullenmek ve suskun kalmak insan olanın işi değildi. Ben orada olduğum süre içinde ve sonrasında takip ettiğim kadarıyla yardımlar daha da gönderilmemişti. Umarım o malzemeler çürümeden sınırlar açılır. Açılan o sınırlar birbirinin akrabası olan halklara bir daha kapanmaz...
Sahi otuz gün süren oruç ayından sonra bu gün bayram kutlanacak. O sınırlar açılmadan, yardımların gönderilmesi engellenirken ve en önemlisi de namuslarını ve topraklarını savunmak için katledilen birçok insan varken ortada bu bayram nasıl kutlanacak. Ya da kim kimi kutlayacak?