Sınırda Travma’tik Yaşam

KÖŞE YAZISI

Kafaları poşu ile sarılı bedevilerin kovaladığı üç genç mayınlara aldırmadan tellerin arasına dalmakta. Bir asker teskeresine sayılı günler kala “hudut namustur” yazısının yanı başındaki kulübede, koynundan çıkardığı nişanlısının fotoğrafına bakmakta. Bir çocuk dev kazanlarda pişirilen yemeklerden doldurduğu sefer taslarını dökmemeye dikkat ederek ailesinin bulunduğu konteynere doğru yollanmakta. Kaçıp kurtulduğunu sanıp umduğunu bulamayanlar, yan yatmış bir bıçak gibi hududu bölen tren raylarına yönelmekte; her hangi iki aydınlatma direğinin arasındaki kör noktadan, önlerine kattıkları çocuklarıyla tekrar yurtlarına dönmekte.

Mülteci olarak gelmişken, beraberinde kartonlar dolusu kaçak sigara getirilmekte. Satılan kaçak sigaraların parasının bir kısmı ev kirası olarak verilirken, bir kısmı ile tekrar sigara alınıp içilmekte. Savaştan kaçanlar yabancı ellerde bir birini “yüz metreden” tanımakta; gurbet ellerde tam bir dayanışma ruhu ile ev sahiplerinin bodrum katlarında sakladıkları eski Buzdolaplarını el birliği ile taşınmakta; bir evin eşyası tamamlandıktan sonra, öteki dostun eşyası için tüm mülteci dostlar seferber olmakta.

Bahçeli, avlulu genişleye genişleye bir yaşamdan sökülüp gelenler, kamplarda yaşayamamakta, bu defa geçimini sağlamak uğruna, dünyanın evrensel mesleği inşaat ameleliği yapmaya başlamakta; sonra onlardan birisi sınıra bakan bir inşaatın çatısından, çalan telefonunu açmakta, bir nokta kadar bile gözün görmeyeceği uzaklıkta duran dostlarına içinde bulundukları şartları anlatmakta. O an bir güvercin, komutanın dürbüne dönmüş bakışları arasında tepesi bulutlara değecek kadar havalanarak pasaportsuz bir şekilde sınırı aşmakta.

Kantonlarda sular akmamakta, lambalar yanmamakta, sanayi adına hiçbir baca tütmemekte. Dertlerini anlatmaya gelmek isteyenler kapılarda bekletilmekte, “ulvi yerlerden” izinler geldikten sonra “steril” burun kıvırmalar eşliğinde, gelenlerin üstleri arandıktan sonra geçişlerine izin verilmekte. Gelenler dost eli uzatmakta; bu eli gören tüm vicdanlar gibi emekli bir öğretmen de küçük bir poşette hacmi küçük, heyecanı büyük bir şekilde ilaç yardımında bulunmakta. 

Sonra gönüllerden kopan yarımlar, bir iken bin olmakta, koca koca kamyonlardan oluşan bir filo şeklinde sınıra yollanmakta; yollamak ile kalmayıp tırnaktan, dişten, emekten, terden arttırılıp gönderildiğinden olacak, yarımların yerine ulaştığına emin olmak için, yardımlarla birlikte sınırın sıfır noktasına kadar gidilmekte.

Küçülmesi için ilgisizliğe terk edilmiş bir sınır kasabasının, küçültülemeyen devasa çınar ağaçlarının yanı başında insanlar beklemekte. Kamyonlar dolusu yardımların sınırın öte tarafına gönderilmesi “yasal olarak” engellenmekte; tellerin ardında yardımları bekleyen insanlara el sallamak “yasal olmadığı” halde engellenmemekte. 

Bir gece yarısı, yardımın neden geciktiğini merak etme bahanesiyle karşı taraftan birileri, patikalardan geçerek yardımları yollamak isteyenlerin yanına gelmekte, yardımların “izin” alınamadığı için gönderilmediğini yerinde öğrendikten sonra yanına bir parça eşya bile almadan geldiği yoldan tekrar sınırın öteki yakasına geçmekte.

Her şeyin ötesinde, insanlar baştanbaşa yırtılmış bir kumaş parçasına dikiş atar gibi, sınır boyunca hem kaçak hem de göstere göstere can havliyle kaçmakta, sonra kaçtıklarına pişman olarak tekrar dönmekte, sonra kararsızlıklarına bir türlü son vermeyip tekrar sınırın öte yakasına geçmekte. Bunlar yaşandıkça, sınırın ucunda bulunan yerleşim yerlerinde hileli, pardon! “ihale”li duvarlar yükseltilmek istenmekte, buna dayanamayan bir belediye başkanı “ihale”nin durdurulması için ölüm orucu başlatmakta.

Yaşam sınır boyunca öylece bölük pörçük kesitler halinde yaşanmakta. Bunlar çaresiz kalmış bir mültecinin üslubu ile yazıya dökülmekte, okunurken dudakta bir tebessüm bıraksa da, her bir anlatılanın altında bir halkın geçirdiği psikolojik travma yatmakta.