SADECE ARAPÇA BİLMEKLE KUR'AN TEFSİRİ YAPILABİLİR Mİ?

KÖŞE YAZISI

Buhari’de geçen bir hadis-i şerif mealinde şöyle tembihlenir: “İnsanlara akıllarına, anlayışlarına göre söyleyin, inkârcı olmasınlar, Allah’ı ve Resulünü yalanlamasınlar.”

SADECE ARAPÇA BİLMEKLE KUR'AN TEFSİRİ YAPILABİLİR Mİ?

ULÛMU’L KUR’AN (Giriş) -4-

M. Burhan Hedbî

Kur’an’ı sadece arapça bilenler mi tefsir edebilir?

Arapça bildiği halde, diğer yazılarımızda değindiğimiz gerekli (yan veya destekleyici) ilimleri bilmeden tefsir yapanlar ne kadar isabetli olabilirler?

 Örneğin:  Kimya veya fizikle ilgilenen birinin matematik bilmeden bu yolda ilerleme çabası ne denli sonuç verir. Oysa bunlar da birbirlerinden ayrı birer ilim dalı olduğu halde, birbirinden bağımsız görünen kuralları olduğu halde biri ötekisiz eksik, yarım ve topal kalır…

Buhari’de geçen bir hadis-i şerif mealinde şöyle tembihlenir: “İnsanlara akıllarına, anlayışlarına göre söyleyin, inkârcı olmasınlar, Allah’ı ve Resulünü yalanlamasınlar.”

Mesela: وَمَن كَانَ فِي هَٰذِهِ أَعْمَىٰ فَهُوَ فِي الْآخِرَةِ أَعْمَىٰ وَأَضَلُّ سَبِيلًا [ الإسراء: 72] ayetini; “Burada kör olan ahirette de kördür…” şeklindeki (motamot) tercümeyi, ayrıca Hac suresi 46. ayette geçen : فَاِنَّهَا لَا تَعْمَى الْاَبْصَارُ وَلٰكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّت۪ي فِي الصُّدُورِ ayetini nasıl açıklayacağız.

Rivayet edilir ki; şahsi görüşe göre tefsir yapmanın büyük zararını iyi bilen Hz. Ebu Bekir (r.a), şöyle demiştir: “Kur’an-ı kerimi kendi görüşümle tefsire kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler.”

“De ki, Rabbimin [hikmetli] sözleri için, denizler mürekkep olsa, bir o kadar daha deniz ilave edilse, denizler tükenir, Rabbimin sözleri tükenmez.” [Kehf 109] ayeti mucibince; Kur’an-ı kerimi, Arapça bilen de tam anlayamaz. Dil bilmek ayrı, ilim bilmek ayrıdır. Örneğin: Türkçe bilen biri, Türkçe yazılmış olan; tıp, hukuk, fen bilgisi kitaplarını okuyabilir ama ne kadarını anlayabilir?

Hadis-i şerifte, “Kur’an, Allah’ın metin ipidir. Manalarının hepsi anlaşılmaz” buyuruldu. Ayrıca; “topluca Allah’ın ipine sarılın” ayetinde geçen ipi, ip olarak anlatsak veya çevirsek ne kadar doğru olur. Burada anlatmak istediğimiz, onun hangi manada geçtiğini, kendi başımıza değil de, önce Allah resulü (s.a.s) ne demiş ona göre, o dememişse daha sonra sahabe, tabıin nasıl anlamış ona bakmak lazım gelir… Özellikle de ‘Ahkâm ayetlerinde’ önce Allah resulü (s.a.s) ne demiş ona göre davranmak...

Örneğin: İnsanların yazdığı anayasayı bile anlamak için hukukçulara-avukatlara gidiliyor. Her avukatın, yargıcın yorumu bile aynı değilken, bir kanundan bile herkes aynı şeyi anlayamazken, Allah’ın kelamını nasıl en doğrusunu ben anladım diyebilir biri?

Benzetmek gibi olmasın ama daha iyi anlamak için birkaç soru ile konuya açıklık getirmek gerekiyorsa;

Anayasa kitabı Türkçe midir? Evet!

Peki, vatandaş için mi hazırlanmış? Evet!

Peki, hukukçu olmayan sıradan vatandaşlar, kendileri için hazırlanmış olan bu yasaları okursa ve anladığı şekilde yorumlayıp uygulasa, farklı görüşler meydana çıkar mı? Evet, çıkar?

Peki, bu vatandaş, ben böyle anladım böyle yaptım dese, olur mu?

Kaldı ki hukukçular arasında bile farklı anlayışlar, hukuki ictihadlar oluyor.

Hatta bazen Anayasa, birçok konuda kanunlara havale eder. Kanunlar birçok hükmü tüzüklere, yönetmeliklere havale eder.

Fıkıh geleneğinde de Kur’an-ı kerimden sonra hadis var, icma var, kıyas-ı fukaha var. Hatta bazen örfe hevale edilir…  Ancak bunları bilmekle Kur’an-ı kerim anlaşılabilir, tercümesini okumakla (anlatılmak istenen gerçek) anlaşılmayabilir. Özellikle de Ahkâm ayetlerinden hüküm çıkarma konusu. Onun için selefi salihin, her sözünün ardından; “En doğrusunu Allah bilir” diye yazarlardı.

 Kur’an-ı kerim çok veciz olup, bitmez tükenmez manalarının bulunduğu, bütün manaları bildirilse bile, yazmak için kağıt ve mürekkebin yetmeyeceği bizzat Kur’anda bildirilmektedir. Eshab-ı kiram, ana dilleri Arapça olduğu, edip ve beliğ oldukları hâlde bazı âyetleri anlayamaz, bunların mânâsını Resulullah’a (s.a.s) sorarlardı. Hatta rivayet edilir ki; Cebrail aleyhisselam bile, Kur’an-ı kerimin mânâsını, esrarını, Resulullah’a (s.a.s) sorardı.

Yukarıda da birkaç ayet ile örneklendirdiğimiz gibi, salt Meal okumakla anlaşılmayacak kadar derindir Allah kelamı olan Kur’an. Mevduat-ül-ulum’da deniyor ki: “Kur’an ilmi, içinde şaşılacak, akıllara durgunluk verecek, sayısız acayip haller bulunan engin bir denizdir. Ondaki her ilmi öğrenmek, sırrına erişmek imkansızdır.”

Örneğin: Meal okuduğunu söyleyen biri, Fatiha suresinde geçen; وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ “Yalnız senden yardım dileriz.” dedikten sonra, birinden bir bardak su istese bu âyete aykırı mıdır, değil midir? Hangi hususta başkasından yardım istemeyeceğiz? Bunlar açık değildir.

Ayrıca; Maide 23.ayette, وَعَلَى اللّٰهِ فَتَوَكَّلُٓوا اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ  “Yalnız Allah’a güvenin/tevekkül edin”, buyuruluyor. Ne hususta Allah’a güveneceğiz/tevekkül? Allah Şafi’dir deyip hasta olunca doktora gitmeyecek miyiz? Bir doktora muayene olsak, ilaç verse, güvensek, bu âyete aykırı olur mu? Şayet minibüse binen kişi bu araba bizi şuraya götürecek dese, Allah’tan başkasına mı tevekkül etmiş olmuş? Demek ki güvenmenin/tevekkülün izahı gerekir.

Bakara suresi 40. âyeti  وَاِيَّايَ فَارْهَبُونِ “Yalnız benden korkun” pek açıktır. Herkes anlar. Neresi açıklansın? diye sorulabilir. Peki, ya akrepten korkarsa biri veya yılandan, aslandan; ayetin hükmüne karşı mı gelmiş olur?

Başka bir âyet-i kerimede ise; “İnsanlardan korkmayın, benden korkun” buyuruluyor. (Maide 44) Düşmanından veya hırsızdan korksa birisi, bu âyete aykırı mı davranmış olur? Demek ki bu da açıklanması gerekli bir durumdur.

Yine mealen buyuruluyor ki: “Allah, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir.” [Araf 155, İbrahim 4]

Bu âyetleri okuyan biri, (Madem doğru yola getiren de sapıttıran da Allah’tır, o halde beni dinsiz yapan da Odur. Benim bunda ne suçum var) diyebilir. Bu bakımdan ilk başta sebebi nüzullere, hadis-i şeriflere yani peygamberimizin bu ayetleri nasıl açıkladığına ve daha sonra da âlimlerin açıklamasına ihtiyaç vardır.

Hatta âyetlerden anladığına uyup, (madem hayır ve şer Allah’tandır, buna göre bize günah işleten de Allah’tır. Biz günahlardan mesul değiliz) diyenler de tarihte çıkmıştır.

İşte bu tehlikeyi önlemek için Peygamber efendimiz, gerekli açıklamayı yapmıştır. Bu ayetlere bakınca, önce onları bilmek gerek.

 Kur’an-ı kerimi anlamak için peygamberin açıklamasına ihtiyaç olduğunu bizzat Hak teâlâ bildiriyor:  وَاَنْزَلْنَٓا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“…ve sana da, onlara ne indirildiğini açıkça anlatman, düşünmelerini sağlaman için Kur'an'ı indirdik.” [Nahl 44] “Resulümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!” [Haşr 7]

Hz. Ömer’e de (r.a), “Farzlar seferde kaç rekat kılınır? Kur’an’da bulamadık” dediler.

Cevaben dediler ki, “Allahü teâlâ bize Muhammed aleyhisselamı gönderdi. Biz, Kur’an-ı kerimde bulamadıklarımızı, Resulullah’tan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde dört rekatlık farzları, iki rekat olarak kılardı. Biz de öyle yaparız” buyurdu.

Meselenin manevi boyutuna da dikkat çeken Hâce Muhammed Pârisâ (k.s), Tuhfet-üs-sâlikîn adlı kitabında, İmam-ı Gazâlî’den naklederek buyuruyor ki: “Üç kimse, Kur’ân-ı kerimin manasını anlayamaz: Birincisi, Arabiyi iyi bilmeyen ve tefsir okumamış olan cahil. İkincisi, büyük bir günaha devam eden fasık. Üçüncüsü, itikat bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için, hak sözü kabul etmeyen bidat sahibi.”

Peygamber efendimiz (s.a.s), Abdullah b. Abbasla yakından ilgilenmiş ve bir gün kucağına alarak "Allah'ım, ona Kitab'ı ve tefsirini öğret" diye dua etmiş. Bu duanın semeresi olsa gerek, tefsirdeki üstün başarısından ötürü kendisine Tercümanü'l Kur'an unvanı da verilmiştir. Onun cenaze namazını kıldıran Muhammed b. el-Hanefiyye, namazdan sonra "İşte şimdi ilmin binası göçtü" diyerek gözleri yaşarmış.

Kur'an-ı anlamak bu kadar basit ve kolaysa, dilleri Arapça olan Eshab-ı kiramın ileri gelenleri dahi, niye âyet-i kerimeleri Peygamber efendimize sual ederleri?

وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ وَذٰلِكَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ

“Allah ve Resulüne itaat eden Cennete gider.” [Nisa 13]

وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا ف۪يهَاۖ 

“Allah ve Resulüne isyan eden de Cehenneme gider.” [Nisa 14]

تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِۜ  “işte bunlardır, Allah’ın sınırları…”

Son olarak İmam-ı Gazâlî hazretleri de buyuruyor ki: “Kur’an-ı kerim Allahü teâlânın kelamıdır. Ağızdan çıkan harfler, ateş demeye benzer. Ateş demek kolay, fakat ateşe kimse dayanamaz. Bu harflerin mânâları da böyledir. Bu harfler, başka harflere benzemez, mânâları meydana çıksa, yedi kat yer, yedi kat gök dayanamaz. Allahü teâlâ kendi sözünün büyüklüğünü, güzelliğini bu harflerin içine saklayarak insanlara göndermiştir.” Bu konuda hüküm vermeden önce selefi salihinden olan bu zevatın sözlerini kulaklarımıza küpe etmek temennisiyle, yazı dizimizin dördüncü yazısını hitam edelim istedik…