Ruhum tefekkürde
Kimse çağrılmadığı zamana, yere, mekana gitmez der annem. Bende çağrılara icabet edip Karadeniz turuna katıldım. Bana eşlik eden Mustafa Ulusoyla “dünyanın üç yüzü” ve tüm giriş çıkışları, bakışları, gidiş gelişleri, kıvrımları izaha çalışan bir Karadeniz oğlu. Bir hafta ruhum tefekkürün en alasını icra etti.
Hiç görmediğim çeşitlilikte yeşil, ağaca, çaya, fındığa, çiçeğe, çalıya tonunun en güzellerini giydirmiş. Bir tarafında koyu, diğer tarafında açık yeşil yapraklarla kaplı kimi genç, kimi hayatının demini içselleştiren olgunluktaki ağaçlar, en güzel türkülerini söylerken dalları birbirine kenetlenmiş. Kâh kemençeye, kâh saza, kâh tuluma halaylarıyla eşlik ediyorlar. Onlara eşlik etmemiz için horonun her adımını izaha çalışan Kardeniz oğluna fısıldıyorum, “bizim için mi çekiliyor bu halay”. O da bana fısıldıyor; “hayır, her an her dakika meşk halinde horondalar, onlara söyleneni zikir ediyorlar...”
Hergün farklı bir yerde konaklıyoruz, ulaştığımız yerin işlenen dokusunu kaçırmamak için günün en erken saatinde yollara düşüyoruz. Otobüsün bana ait koltuğuna kurulup, pencereden, bize eşlik eden güzellikleri seyre dalıyorum. Kıvrım kıvrım ilerlerken yol, uçurumun kenarında ilerliyormuşum gibi heyecanlandırıyor, bir adım atsam yeniden en dipte olma tedirginliği. Taşlar bakanın göremediği ince bir iple birbirine tutturulmuş gibi koca gövdeleriyle, zikir çeken yeşilliğe ortak oluyorlar. Bin yıllık saltanatın sahibi edasında gösterişli cüsseleriyle, taşların şahadetlerini duyuyorum uçurumun kenarında, vadi yarıklarında, bazen de göğe yükselen dağların tepesinde. Bata çıka kıvrımlarda ilerlerken Mevlevi’nin etekleri gibi döndükçe taşın, toprağın, suyun, ağacın semahına eşlik ediyorum. Hepsi nefes alıp veriyor aynı ben gibi. Anın içinde kendi ritimleriyle dönüyorlar.
Yol ortasındaki duraklarımızda her seferinde bir mucizeyle kucaklaşıyoruz. Işığın ulaşmadığı derinliklerde devam ediyor can. Yerin binlerce altında oluşmaya devam eden mucizevî güzelliğin buz gibi loşluğunda, var olmanın hikmetine şahitliğin hazzı… Aklımın, gördüğüm varlığa, anlam veremediği acizliğine gülerek, canın seyrinde saklı on binlerce yılın oluşturduğu mükemmelliğe kalbimle dokunuyorum. “Sesinin duyulduğuna odaklanmalısın. Sadece ve sadece sesinin O’nun tarafından duyulduğuna. Bu insana yeter. Sana cevap verip vermemesine odaklandığında, sesinin duyulduğunun kalbine getirdiği huzuru kaçırırsın.” Hem kendi sesimin, hem de ninnisine kalbimle eşlik ettiğim oluşumun sesinin duyulduğunu hissetme huzuru…
Yaradan’ın güzellikleri içinde insanoğlunun zulmünün izlerini görmek canımı acıtıyor. Sırf düşüncelerinden dolayı sürgün edildiği cezaevinde Karadeniz’in oğlu “bir zamanlar Sabahattin Ali de kalmış” diyor. Işığın giremediği, havasız, deliksiz, günsüz, güneşsiz, karanlığın en koyusunun hâkim olduğu göz göz işgence hanelere girip çıktıkça, bedenimi yakan bir koku hissediyorum, ölü insan kokusu… Adımımı attıkça toprak altından yükselen çığlıklar kulaklarımı tırmalıyor… “Düşünce suçu nedir?” sorusuyla irkiliyorum. Cevabı dinlemek niyetinde değilim, zira soru en az cezaevini gezerken yaşadığım utanç kadar bir utanç yaşatıyor bünyemde.
Bir an önce nefessiz ortamdan uzaklaşmak hevesiyle Karadeniz’in oğlunun izinde, denizin maviliğine bıraktım kendimi. Yerle gök arasında süzülen uçsuz bucaksız maviliğin dinginliğinde arındım sanki… Göz alabildiğine yüzdü Karadeniz’in dalgasız koynunda…
“Arayan aradığını bulsun diye, yerden ne biterse ihtiyaç sahibi için biter” diyor Mevlana. Arayasın ki bulasın. Adını bilmediğim türlü türlü ağaçlar, yeşil, mor, sarı, kırmızı elbiselerini giymiş, hem en narin hem en azgın kır çiçekleri, buraların hırçın kızları benim şımarıklığıyla salınıyorlar. Tepelere çıktıkça tenime nefesini üfleyen narin yağmur damlaları, bir gelin kızın duvağını andırır bulutlarla kaplı heybetli dağları, her oyuktan çağlayan nehirleri, dereleri, Karadeniz insanın doğallığını, temizliğini saflığını zikreden, fındık, çay, mısır bahçeleri, iki adımlık çığırlardan geçilerek gidilen komşu evleri, o çığırda yolunu şaşırmadan yük taşıyan eşekleri, hiçbir kozmetik firmasının üretemeyeceği ve hiçbir fiyatın biçilemeyeceği birbirinin sınırını koruyan en güzel kokular. Cennetteyim…
Ağacın gövdesi ile taşın, çiçek ile suyun, dağ ile minarenin, su ile toprağın, yol ile bulut arasında ufuk çizgisi yok. Bütün çizgileri kaldırdım, birlikte dönüyorum. Var oluşunu yokluğuna adayan canlarız. “Aslında dünyanın her cüzü, her şeyi âşıktır. Her şeyin, her zerrenin, her atomun bile içine aşk düşmüştür. Her şey sevgili ile buluşmak için çırpınır durur, her şey buluşma sarhoşudur” Kavuşma sarhoşuyum…
Baktığım, dokunduğum, gördüğüm her şeyin ötesindekini, görünmezi hissettiren bir kavuşma. Bilmediğim sırları öğrenmeye çalışıyorum, yol üzerindeki her adımda. İtaat ediyorum, işittiğimin ne olduğunu bilen kalbime güvenerek. Ruhum tefekkürde…
“Sebepsizlerin, inkarcıların, görmezden gelenlerin, örtenlerin, şüphecilerin, isyankarlarında işittiği bir ses ruhumda zikredilen. Tende canı tutan emre itaat ediyoruz son nefese dek. Her şeyi sevgilisi için yapan aşığın dilinde en güzel isimlerin zikri gibi. Kaçınılmaz olarak tüm sebepleri buluşturan bir itaat bu. Aynı sevgilinin bir halinden diğerine geçerek. Celal ile Cemal ile, belkide ortak bir sırrın secde ve kıyamına ortak oluyoruz”
Karadeniz’in varlığındaki her bir zerreyle gölgelerimiz karıştı. İlmek ilmek dokunmuş en kıymetli kiliminde, narin nadir ilmeklerinin tam ortasında tek bir dokunuş benimkisi. İki büklüm rükuya, secdeye varış ve nihayetinde semaya açılan kalbimden dökülen şükür nidaları. Ve zihnimde Bab’Aziz’in tefekkürüne ait sözcükler tam anında: “Allaha ulaşmak için yaradılışların adedince yollar vardır” o yollardan birinde O’nunla kucaklaşma huzuru iliklerimde. “İman asla kaybolmaz, mutmain bir nefes yolunu kaybetmez” ki ben yolumu bulmanın heyecanındayım. “Herkesin cenneti diğerininkinden farklıdır. Herkesin kendi gidiş yolu vardır.”
Ve yolculuğumun bitmesine yakın içime kümelenmiş hüzün bulutları. Karadeniz’in oğluna yine fısıltıyla söylüyorum “içimde hüzün var, sanırım güzelliklerin bitecek olmasına dair”. Oda bana fısıltıyla “üzülmeyin, yeni bir evimiz oldu, yeni tanışıklıklarımız, yeni şahitliklerimiz”…
Dünyanın üç yüzüyle sonlandırılan bir yolculuk ne muhteşemdi.
“Varlığımızı kaplamış bitimsiz hüzün. Her varlık sonsuz kere atılmış düğüm. Dünyanın sadece üçüncü yüzündeyiz.
Yitiyoruz.
Bu dünyada. Hep birlikte. Gidiyoruz.
Varsın olsun.
Zaten dünya tadımlık bir yer.”
Not: Mustafa Ulusoy, psikiyatris ve yazar, turda okuduğum kitabının ismi Dünyanın Üç yüzü. Karadeniz'in oğlu, Saltur'un çok değerli rehberi Şahin Cındıklı (Karadeniz onunla gezilmeli)