Özenti Kendine Yabancılaşma
Bugün imajın, görüntünün ve görselliğin alabildiğince öne çıkarılmaya çalışıldığı, bireysel ve toplumsal ilişkileri belirlediği, yer yer hakikati örtmek, gerçeği tersyüz etmek için kullanıldığı bir zaman diliminde, reklam ve propaganda çağında kısacası imajlar dünyasında yaşıyoruz. Oysa imaj gerekli değildir, hakikat gerçek değildir. Olsa olsa gerçeğin resmi hakikatin yansımasıdır. İmajlar dünyasında ve imajlar toplumunda güvene dayalı bir hayattan söz etmek güçtür. Çünkü imajda gösteriş vardır; kendi olmaktan ziyade başkaları olmaya özenti vardır. Hakikatı olduğundan farklı gösterme çabası, aldatma ve yanıltma düşüncesi vardır.
Sıkıntılı geçen Mekke yıllarının ardından Müslümanlar dinlerini serbestçe yaşayabilecekleri bir yurda kavuşmuşlardı. Hicret yurdu Medine artık Hz. Peygambere tâbi olanların yeni vatanıydı. Aynı zamanda bu şehir “tevhid” akidesini kabul eden müminlerin, bu inancı hayatlarının her alanına nasıl tatbik edeceklerini öğrendikleri bir ilim yuvasıydı. Zira baskı dolu yılların ardından Hz. Peygamber, kendisine inananlarla, Yüce Allah’ın dilediği gibi örnek bir toplum oluşturma fırsatı elde etmişti. Bu toplum tüm hurafelerden, sapkın inançlardan arınmış, insanın yaratılışına uygun biçimde, bir olan Yaratan’ın rızasını arayan “Müslüman” toplumuydu. Bu yeni toplumda, İslâm inancıyla bağdaşmayan her türlü şey yerini İslâmî olana bırakmalıydı.
Allah Resulü Medine’de insanların iki farklı günde oyun ve eğlence düzenlediklerine tanık olmuş, sebebini sorduğunda bu iki günün cahiliye döneminden kalma bayram günleri olduğunu öğrenmişti. Aslında sonbahar ve ilkbaharda kutlanan Mihrican ve Nevruz isimli bu bayramlar, İranlılara ait dinî ve millî bayramlardı ancak daha sonra çeşitli şekillerde diğer toplumlara da geçmişlerdi. Dolayısıyla Hz. Peygamber başka bir inanç sistemine ait bu bayramların kutlanmasını hoş görmeyerek şöyle dedi: “Şüphesiz Allah sizin için o günleri onlardan daha hayırlı olan Kurban ve Fıtır (Ramazan) bayramlarıyla değiştirdi.”
Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde İslâm Dinini kabul eden kimsenin nasıl bir insan olması gerektiğini beyan etmiş ve böylece zihinlerde bir “Müslüman” imajı oluşturmayı hedeflemiştir. Allah’ın sevgili Elçisi de aynı doğrultuda, getirdiği dinin nasıl bir din olduğunu anlatmaya gayret etmiş, bir yandan “tevhit” inancını kalplere yerleştirmeye çalışırken diğer yandan da bu inanca sahip olmanın gerektirdiği yükümlülüklere işaret ederek inananlara, “Müslüman” kimliğini kazandırmayı amaçlamıştır. Bu doğrultuda, “Müslüman, dinden ve dilinden diğer Müslümanların emin olduğu kimsedir.” ve “Müminin durumu ne hoştur! Her hâli kendisi için hayırlıdır. Bu durum yalnız mümine mahsustur. Başına sevinecek bir hâl geldiğinde şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir sıkıntı gelecek olursa ona da sabreder; onun için bu da hayır olur” vb hadislerle Müslümanların ayırt edici özelliklerini dile getirmiş ve onların diğer din mensuplarından farklı bir hayat sürmeleri gerektiğini bildirmiştir.
Elbette ki yıllarca cahiliye karanlığında yaşamış insanların bir anda değişmesi, eski inançlarından sıyrılması, bu inançla yoğrulmuş örf ve âdetleriyle bağlarını koparabilmesi mümkün olmamıştır. Nitekim Resûlullah ile birlikte Huneyn’ e,bir rivayete göre ise Hayber’e doğru yola çıkan Müslümanlar, heybetli, yeşil bir ağaca rastlamışlar ve Resûlullah ’tan bu ağacı kendileri için “zâtü envât” tayin etmesini istemişlerdi. “uğurlu askı” mânasındaki “zâtü envât”, müşriklerin her yıl yanma gelip kurban kestikleri büyük, yeşil bir sedir ağacıydı. Müşrikler, silahlarını bu ağacın üzerine asarak bir gün boyunca ibadet amacıyla orada kalırlardı. Muhtemelen Resûlullah’a eşlik eden Müslümanlar, eski alışkanlıklarının etkisiyle böyle bir ricada bulunmuş, bunun bir putperest âdeti olup İslâm inancıyla bağdaşmayacağını düşünememişlerdi. İşte bu nedenle Allah Resulü onların isteğine şöyle karşılık verdi: “Sübhânallâh! Sizin bu söylediğiniz, kavminin Musa’ya söylediği şu söze benzer: Ey Musa, bize o insanların taptığı tanrılar gibi bir tanrı yap...”
“Elleriyle yanaklarını döven, yakalarını yırtan ve cahiliye âdeti ile feryat eden kimse bizden değildir.” buyurarak müminleri, cahiliye âdet ve ibadetlerinden sakındırmış; namaz, kurban ve hac gibi ibadetlerde müşriklere benzememek gerektiği üzerinde önemle durmuştur.Allah Resulü, yalnızca iman ve ibadet konularında değil cahiliyeye ait, İslâm inanışıyla bağdaşmayan her konuda inananları uyarmaya gayret etmiş, bu tür alışkanlıklarını günden güne terk etmelerine yardımcı olmuştur. Cahiliye yaşantısının vazgeçilmez bir unsuru olan “asabiyet” yani soy birliğine dayalı ilişki biçimini reddetmiş, insanları bu dava uğruna savaşmaktan menetmiştir. Zira bütün inananları “Allah'ın kardeş olan kulları” kabul eden İslâm dininde ne asabiyetin ne de daha geniş kapsamlı olan ırkçılığın yeri yoktur. Asaletle övünmek, başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızları vesile edinerek yağmur beklemek, ölünün arkasından yüksek sesle ağlamak gibi alışkanlıkların cahiliyeye ait davranışlar olduğunu dile getiren Kutlu Elçi, İslâm’da üstünlüğün ancak takva ile olduğunu belirtmiştir. Allah ile kulun arasına bir aracı sokmanın anlamsızlığını öğreten Resul-i Ekrem, en acılı zamanlarında bile müminin vakarla hareket edip isyana varan söz ve davranışlardan uzak durması gerektiğini vurgulamıştır. İnançları ve yaşantıları kendilerinden tamamen farklı olan müşriklerle bir arada olmayı ve onlarla birlikte yaşamayı hoş görmemiş, o dönemde kâfirlerin giydiği sarı renkli elbiselerin ve müşriklere özel olan başka kıyafetlerin giyilmesini yasaklamıştır.
Nitekim Yüce Allah da Kur’an-ı Kerîm’de İslâm’ın nasıl bir din olduğunu beyan ederken geçmiş ümmetlerin yanlışlarını anlatmış, aynı hataya düşmemeleri hususunda inananları uyarmıştır. “İman edeninin Allah’ı anması ve O’ndan inen gerçek sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan birçoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” diyerek onların yolunda yürümemelerini öğütlemiştir.
Müslümanlara özgün bir yaşam biçimi önermiştir. Onun bu uyarılarını iyi anlayan ve benimseyen ashap da bu anlayışla hareket etmiş, örneğin Enes b. Mâlik, Basra’da sarıklarını Yahudiler gibi taylesân şeklinde yani ucunu sarkıtarak saran Müslümanları gördüğünde, bu hâlleriyle Yahudilere benzediklerini söyleyerek onları eleştirmiştir.
İçinde bulunduğu toplum ve onları kuşatan zaman dilimi hesaba katıldığında Resulullah’ın başkalarına benzememe hususundaki tavsiye ve uyarılarının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Zira pek çok kadim din ve kültürün olduğu bir ortamda İslâm’ın ortaya çıkması, baştan sona her şeyi şekillendirmesi ve saflığını, özgünlüğünü koruyarak oluşumunu tamamlayabilmesi ancak her türlü zararlı etkiden uzak kalarak mümkün olabilirdi. Bu nedenle “Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa o da onlardandır.” buyurarak genel olarak başkalarına benzemekten ve onlara özenti duyup taklide yönelmekten inananları sakındıran Allah Resulü bu konuda oldukça hassas davranmıştır. Ancak ne Kur’an-ı Kerîm ne de Hz. Peygamber diğer inanç mensupları gibi olmamayı öğütlerken onlara tamamen ters, tepki içeren, aykırı davranışları, dolayısıyla sadece muhalefete dayanan anlamsız bir farklılığı hedeflememiştir.
Örneklerde de görüldüğü üzere konulan yasaklamalar, çoğunlukla tevhid inancına aykırı olan veya bu inancı zedeleyebileceği düşünülen tutumlar ile başka din mensuplarına özel olan, onların kültürlerinde özel anlamı bulunan giyim, kuşam, ibadet ve davranış şekilleridir.
Müslümanların, dinin özünde olmayan her şeyden uzaklaşarak “saf” bir şekilde tevhit inancını gönüllerine yerleştirmelerini, hayatlarını bu anlayışa göre düzenlemelerini isteyen İslâm dininin reddettiği “yabancılaşma”, fıtrattan uzaklaşma ve esasında bireylerin kendi tabii özlerine yabancılaşmasıdır. Koyulan emir ve yasakların tamamı, kişiyi yaratılışına aykırı hâllerden koruyarak onun özüne uygun bir tarzda yaşamasını temine yöneliktir. Nitekim Allah’ın sevgili elçisi Hz. Muhammed’in, “Allah’ın indirdiğine uyun!” çağrısı üzerine müşrikler, “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız!” diyerek kendi inanç ve geleneklerini terk etmek istememiş ve yeni gelen dini kabule yanaşmamışlardır. Allah Teâlâ, bu sözlere şu ayetlerle karşılık vererek asıl yabancılaşmanın haktan uzaklaşmak olduğuna dikkatleri çekmiştir: “Peki ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı?” Zira Hz. Peygamberin, “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ana babası onu Yahudi, Hıristiyan veya müşrik yapar” hadisiyle ifade ettiği üzere iyiye eğilimli tertemiz bir fıtratla doğan her bebeğin düşünceleri, inancı ve yaşantısı ailesiyle ve çevresiyle şekillenir. İşte ilâhi dinlerin gönderiliş gayesi de insanı “doğru yola ileterek yaratılışına uygun bir şekilde, yanlış yönlendirmeleri ilâhi vahiyle bertaraf ederek dosdoğru yaşamasını temin etmektir. Bu dinlerin son halkası olan İslâm’ın koyduğu sınırlar çerçevesinde yaşayan kişi, kendi doğasına, kâinata ve Yaratanına yabancılaşmaktan kurtulacak, hem dünya hem de ahiret saadetine erişebilecektir. Bu yüzden bir Müslüman’dan gün boyunca kıldığı her rekâtta aynı dua ile Rabbine yakarması istenir: “Bizi doğru yola ilet! Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!”
Netice olarak bugünün Müslümanlarına hakikatin numûne-i imtisâli olma noktasında çok büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Her şeyden önce her Müslüman mensubu olduğu dinini en güzel şekilde temsil etmek ve örnek olmak durumundadır. Ve bugünün Müslümanlarının yapması gereken en temel vazife, tüm insanlığa hakikat hakkında oluşturulan imajlarla değil, hakikatin kendisiyle buluşturmaktır. Bunun gayret ve çabası içinde olmaktır.