dedas
diorex

Ortadoğu'da denklem yeniden kuruluyor

Ortadoğu'da denklem yeniden kuruluyor

Geçtiğimiz günlerden Irak’ın Musul şehrinin çok hızlı bir şekilde Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı radikal selefi örgüt tarafından ele geçirilmesi, bölgedeki ve dünyadaki dikkatleri Suriye’den Irak’a doğru çevirdi.

Orijinal adı “ed-dewlet’ul İslamiyye fil İraq weş’Şam” olan örgüt ABD’nin Irak işgali sırasında 2004’te kuruldu ve El Kaide’nin bir kolu olarak hareket ettiğini duyurdu.

Suriye’deki iç savaşın patlak vermesi sonucu örgüt bu ülkede de ortaya çıktı ancak ne hikmetse düşman olarak ilan ettiği Esed rejimi yerine muhaliflerle savaşmayı tercih etti.

Yaşanan güç çekişmeleri sonucunda 2013 yılı sonunda El Kaide, artık IŞİD ile herhangi bir bağı kalmadığını ve bu örgütle düşman olduklarını ilan etti.

Bu dönemde IŞİD ile El Kaide’nin Suriye’deki asıl temsilcisi diyebileceğimiz Nusra cephesi arasında sert ve şiddetli bir güç savaşı yaşanmaya devam etti.

Yöntem olarak vahşet ve acımasızlığı seçmekten kaçınmayan bu örgüt Suriye’deki devrimi baltalamaya ve engellemeye devam ederken son dönemde birdenbire Maliki yönetiminin katı Şii yanlısı politikalardan rahatsızlığı ayyuka çıkmış olan Sünni Arap bölgelerinde hızlı bir yükselişe geçti ve dünya gündemine ülkenin ikinci büyük şehri ve Sünni Araplığın merkezi Musul’u almasıyla girdi.

Musul’un bu radikal terör örgütü tarafından düşürülmesi, hem Irak’ta hem de Ortadoğu bölgesinin tamamında yeni bir sürecin de başlangıcı oldu.

IŞİD’in yükselmesini doğrudan veya dolaylı olarak etkileyen pek çok neden var.

Bu politikalar hem IŞİD’i hem de ona benzeyen radikal ve selefi örgütlerin hem doğuşuna hem de güçlenerek destek bulmasına sebep oldu; değişen bölge şartları, bu örgütlerin de güçlenmesine ve büyümesine yol açtı.

Bu nedenle burada tartışılması gereken asıl mevzu, Musul’un nasıl kolayca düştüğünden ziyade, bu örgütlerin nasıl böyle güçlü bir destek buldukları ile ilgili olmalıdır.

Burada saymamız gereken birinci ve en önemli faktör elbette İslam dünyası üzerindeki Batı tahakkümü ve bu hegemonyanın bugün yerli maşalar eliyle kesintisiz uygulanıyor olmasıdır.

Bu politikalar Batı’ya ve onun temsil ettiği değerlere karşı öfke ve nefret dolu kuşakların doğup büyümesine yol açmıştır.

Her türlü demokratik ve insani hakkı yasaklayan diktatörlükler, Batı’dan destek buldukları için Batı’ya yönelik nefretin ifade edildiği adresler de işte bu tür radikal örgütler ve düşünceler olmuştur.

1980’lerde Rusya’nın Afganistan’ı, 1990’larda Çeçenistan’ı işgali, Körfez savaşı ve akabinde Irak’ın ABD tarafından işgali, 11 Eylül sonrası bu kez ABD’nin Afganistan’ı işgali ve tekrar Irak işgali aslında adım adım bu örgütlerin büyümesine zemin hazırlayan eylemlerdi.

Bu arada unutulmaması gereken çok önemli bir konu da yarım asrı aşmış olan Filistin sorunuydu.

ABD ve Batı’nın işgalci İsrail’e verdikleri kayıtsız şartsız desteği de bu akımların büyümesinde önemli bir etken olarak saymamız gerekir.

2003’ten sonraki Irak işgali bu ülkedeki etnik ve mezhepsel tüm fayların kırıldığı bir dönem oldu.

Bu süreçte göreve gelen Maliki hükümeti ABD ve İran’ın tam desteğiyle Irak’ı bir Şii devleti yapmak amacındaydı; bu şekilde İran, Irak ve Suriye ile birlikte Lübnan’da da Hizbullah faktörüyle birlikte tam bir Şii hegemonyası kurulması amaçlanıyordu.

Sünnileri devletin ve hayatın her alanından dışlayan yaklaşımlar aslında Şiiler ve Sünniler arasında onarılması imkânsız çatlaklara ve kırılmalara yol açıyordu.

Böyle bir ortamda IŞİD gibi selefi örgütlerin doğup büyümesi de çok doğal bir durumdur.

Bir de işin mali boyutu var elbette; başlangıçta Körfez ülkelerinin destekleriyle ayakta kalan örgüt, son dönemde petrol havzasında ilerleyerek bugün hatırı sayılır bir finansman gücüne erişti; hatta bu örgüt için dünyanın en zengin terör örgütü dersek yanlış olmaz.

2011’de başlayan Arap baharı, başlangıçta bölgede kökleşmiş olan diktatörlüklerin yıkılması ve bunların yerine Müslüman Kardeşler ve ona yakın ve nispeten daha ılımlı diyebileceğimiz grupların iktidara gelmesi sonucunu doğurdu.

Ancak bu durumdan rahatsız olan ve başını Suudi Arabistan’ın çektiği bölge ülkeleri ile çıkarları zedelenen ABD ve İsrail, gidişatı tersine çevirmek için hem eski rejimlere ama aynı zamanda da bu tür selefi hareketlere destek verdiler.

Bu planın tatbik edildiği en güncel örnek Suriye oldu; Suriye’de ılımlı olarak nitelendirilen ve büyük bir koalisyon olan Suriye Devrim konseyi ve onun silahlı gücü Özgür Suriye Ordusu Batı’dan hiçbir şekilde destek alamazken, Baas rejimi Rusya ve İran’ın destekleriyle ayakta durdu.

Bu arada Körfez ülkeleri de Selefi örgütlere büyük destek sağladılar; rejim ve radikal örgütler tarafından kıskaca alınan Suriye muhalefeti gerilemeye başladı.

Yaşanan insani dramın büyümesi de mezhepsel ve etnik ayrışmaları iyice hızlandırdı.

Sanırım Suriye’deki savaşa Batı ve Rusya arasındaki soğuk savaş diyebileceğimiz gibi Suudi Arabistan ve İran arasındaki mezhep savaşı dememiz de yanlış olmayacaktır.

İşte yukarıda sayılan tüm bu faktörler, IŞİD benzeri radikal grupların doğup güçlenmesini hızlandırdı.

Yani bizdeki sığ düşünceli analistlerin (!) kendileri gibi sığ analizlerinde söylenildiği gibi IŞİD’i besleyip büyüten Türkiye değil.

Kaldı ki IŞİD Türkiye’nin terör listesinde olan bir örgüt.

Bu muhteşem (!) analistlerden birinin “Türkiye hem Nusra’ya hem IŞİD’e destek veriyor” tezi de aslında bu iki grubun birbiriyle düşman olduğu gibi çok basit gerçekliklerden haberdar olmamalarından kaynaklanıyor.

Aslında IŞİD’in Türkiye başkonsolosluğu saldırısı da bu tezi çürütmeye yetecek başlı başına bir kanıt.

Türkiye eskisi gibi “yurtta sulh cihanda sulh” diye özetlenen pasif, korkak, edilgen dış politikaya devam etseydi belki bugün bu sorunu yaşamayabilirdi.

Ama o zaman şimdiki güçlü konumunda değil, eskinin zayıf, ipi başkasının elinde olan ülkesi konumunda olmaya devam ederdi.

Bölgede güçlü bir aktör olmaya niyetlenen Türkiye mutlaka sorunlarla karşılaşacaktır, çünkü bu coğrafya zor ve çetin bir coğrafyadır.

Bir gül bahçesi hiç değildir.

Ölümden kaçan insanlara kapılarını açmak insani bir davranıştır; tıpkı 1988’de Saddam zulmünden kaçan yüz binlerce Kürt’e açıldığı gibi.

Hükümetin eleştirilebileceği noktalar vardır; sınırlarda yeterli denetim olmaması bu konuya örnek olarak verilebilir. 

Ama bu durum hükümetin durduğu genel noktayı haksız çıkarmaya yetmez.

Özetle, bölge bugün çok karmaşık bir denklemle karşı karşıya.

Bu denklemin nasıl çözüleceği ise, süreçteki aktörlerin hamle kapasitesine bağlı olacak.

Bu süreç aslında çok hayırlı bir sonuca da yol açtı.

Çözüm süreci ile başlayan Türk-Kürt uzlaşısı, IŞİD ve benzeri örgütlerin yayılması karşısında daha da genişleyecek gibi görünüyor.

Bugün Türkiye’nin ve Kürtlerin geleceği ortak bir noktada kesişiyor.

Güneydoğu sınırımızda, bugün Kuzey Irak olarak bilinen bölgede kurulacak olan bir bağımsız Kürdistan, Türkiye’nin en güçlü müttefiki olarak bölgede her iki devletin de elini güçlendirecektir.

Özellikle de Türkiye kendi içindeki Kürt sorununu çözerse.

Yorum Yaz