Mülteci Kederim

KÖŞE YAZISI

"Güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar"

Savaş sadece muhatapları üzerinde büyük yaralar açmıyor. Cephenin geride kalanları üzerinde, savaşan taraflarından daha çok yıkıcı ve parçalayıcı olabiliyor çoğu kez.

Çanlar, kentler, kasabalar ve köyler için çaldığı zaman, halk bir mülteci yaşama doğru yol almak zorunda kalır. Çölün tozlu yollarından geçilir, dikenli teller aşılır, mayınlı bölgelerden geçilir… On yıllardır, yüz yıllardır alışıla gelmiş bir yaşam tarzı terk edilmeye başlanır böylece.  Söz gelimi kuyudan su çekilen kova orada kalır, kırık cam pencerede kalır, bir türlü yenisi alınamayan kırık leğen kalır,  bin bir zahmetle örülen tarlanın sınırları orada kalır, kuzular için aylarca toplanan ot kalır. Sonra aile fertlerinin mezarları kalır, evlerin yapılış tarihleri duvarlardaki nişlere yerleştirilen kitabelerde kalır. Yoksulluğun huzuru orada kalır, fakirliğin kıt kanaat geçimi orada kalır. Öfke orada kalır, huzur orada kalır. Hüzün orada kalır, mutluluk orada kalır. Kısacası kurallarını bizim belirlediğimiz, içine doğru genişlediğimiz, yayıldığımız bir yaşam orada kalır.

Yaz sıcağında, geçici kimlik belgelerini almak için uzun kuyruklar oluşturan insanlara bakıyorum. Sıcağa karşı kundaktaki bebeklerinin yüzünü örtmek için bir tülden başka hiçbir şeyi bulunmayan anneler,  çocuklarının ellerinden tutmuş babalar ve başlarındaki sarıkları ya da yüzlerine örttükleri tülbentleriyle öylece bir boşluğa şaşkın şaşkın bakan nineler, dedeler.  Mülteci yaşamlar, yaşlısından gencine, kadınından erkeğine kadar herkesi çocuklaştırır ilk etapta. Farklı bir ülke, farklı bir yaşam tarzı, farklı kurallar ve ne önemlisi de sığınmacı olmanın verdiği mahcubiyet yüzünden çoğu kez suskun kalınır, eksik kalınır, tepkisiz kalınır. Bunca kalabalığı gözlemlediğim zaman bu insanların geride neler bırakmış olabileceği geçti düşüncemden. Akrabayız, kirveyiz, dostuz, yoksuluz… Mülteci yaşama doğru giderken neyin orada kalacağını kendimizden biliriz.  

Hepsi de yorgun, hepsi de baygın duruyor. Büyük bir kısmı işlemlerinin ardından Midyat’taki mülteci kampına gönderilecekler. Mülteci kamplarında kalmak istemeyenler de genelde izbe, nemli ve rutubetli evlerde kalacaklar. Toprağından koparılmış bir ağacın yaprakları gibi hepsinin yüzünde bir kırışıklık, bir yorgunluk, bir hüzün, bir cansızlık var.  Duvarın kenarına üst üste istiflenmiş birçok elbise dolu çuvallar göze çarpıyor. Mültecilik, başka bir dünyaya göç etme gibi bir duygu oluşturuyor bende. Tıpkı ölüm gibi… Varını yoğunu olduğu yerde bırakıp, sadece kefen giyerek gitmek gibi…

Mülteci olanın belleğinde yaşama tutunmanın, dünya ile ilişki kurmanın, yıllarca var olma mücadelesi bir anda yok olur. O sebeple Mülteci yaşamlara sürüklenenlere yarımcı olmak, bir tas çorba ısmarlamak, bir ayakkabı almak, bir elbise bir cigara uzatmak, saatlerce sohbet edip “bir gün her şey düzelir,” demek de bir yerden sonra içlerinin derinliklerini avutmaya yetmiyor.

Kendisi yakın zamanda ailesiyle birlikte Suriye’den iltica etmiş berber çırağının dediği gibi: "çok seviyordum ağabey" "şimdi nerede olduğunu bilmiyorum. En çok onu merak ediyorum,"  O gencin sesindeki titreyişte savaşa dair çok önemli bir şey daha anımsıyorum" savaş, aşkları da vuruyordu.”

Hergün çıkıp oturduğumuz "Mezopotamya Çay Bahçesinden" Rojava topraklarını izleriz. Eskiden gece karanlığında ufukta inci taneleri gibi dizilen ışıklardan eser yok. Yas evine dönmüş bir ülkenin hüznüyle dolup taşıyor oralar. Topraklarını savunanlar ve milyonlarca insanın evinden yurdundan kopmasına sebep olanlar arasında büyük bir kavga var oralarda.

Gün gelecek, topraklarını savunanlar; ölümüne, çıkarsız, pusatsız ve sevdasına yere düşenler bu savaşı kazanacaklar. Bir gün oralar düzelecek elbet. Fakat mülteci yaşamdan geriye kalan hiçbir şey eskisi gibi olmayacak belki de…