Mezopotamya’nın kıyısından geçerken

KÖŞE YAZISI

Bazen gittiğimiz yollarda geçmiş yaşamın izlerini yakalayıveririz. Zihnimizde oluşan çağrışımların yardımıyla üç boyutlu bir film izler gibi düş ve gerçeği bir arada yaşarız bir süre. Tarih bilgimiz ve kültürel birikimimiz de varsa düşlerimiz gözlerimizi alır bin yıl önceki yaşama götürür.  

Taşı toprağı binlerce yıl öncesine tanıklık etmiş Mezopotamya ovasında ilerliyorsanız geçmiş yaşamlara bazen ayaklarınız takılır, bazen zihniniz, bazen de gözleriniz. Sadece doğayı dikkatli bir şekilde gözlemlemek bile zihnimizde geçmiş yaşamlara dair birçok çağrışımların oluşması için yeterlidir. Buna sebep bazen gerçek dünyadan kopup düş ülkesine doğru bir gözlemci olarak gittiğimi hissederim.

Evden çıkar çıkmaz yokuş aşağı sürerim arabayı. Cezaevinin yüksek, yüksekliği kadar da somurtkan duran duvarlarının bittiği yerde yol ayırımına girerim. Bu aynı zamanda kent yaşamından uzaklaşmamın ilk adımıdır benim için. Yollar, yılan gibi kıvrımlıdır bundan sonra. Yokuş aşağı salına salına inerken, koni şeklinde ard arda dizilmiş, dağlık kesimi ovadan net çizgilerle ayıran volkanik tepelere yaklaşırım. Kentten bakıldığında sıradan bir tepe gibi duran bu yapılar, yaklaşıldıkça gururlu, görkemli ve kadim çağlara şahit olmuş bir duygu hissettirir insana. Bundan sonra tepelerin arasından geçmek, Mezopotamya’nın düzü ile buluşmak için son bir hamle yapmam gerekiyor. Çöl savaşçıları Şammar, Aneze ve Tayy aşiretlerinin kendine sınır olarak çizdiği, ötesine geçemediği iki tepe arası boğaz görevi gören Bihêrkê köyünden geçerim.

Sümerlerin sulama kanallarını inşa ettiklerinden bu yana insan bedeninin gıdası, şifası ve kutsal gıdası olan buğday,  taş sahanlarda dövülür. Karşılıklı duran ihtiyarlar, kırışmış yüz çizgileri, nasırlı elleriyle, çölün ufkunda yükselip alçalan petrol pompaları gibi ellerindeki tahta tokmaklarla sahandaki buğdayı döverler. Aynı ritmik hareketler, aynı devinimler… Biri iner, biri kalkar tokmakların.

Biraz daha ilerlerim. Bu defa imece usulü kadınlı erkekli bir sürü insan, kırmızı toprak ve saman karışımı çamurla bir evin dış cephesini sıvıyorlar. İnsanoğlunun ilk özerk hamlesinin ürünüdür saman ve topraktan yapılan harç. Sonra çobanlar peşlerine taktıkları sürüleriyle, uzun bir sıra oluşturarak köyün girişindeki su kuyusuna gelirler. Uruk kralı Gılgemeş’in tanrılara sunduğu adaklar gibi dolgun etli, siyah, tüysüz ve kaygan derilidir sürünün danaları. Ardından çölün derinliklerinden silik bir gölge gibi bir kadın çıkıverir yüzünü örttüğü abasıyla. Buğday tenli bu kadının ürkek adımlarında ovanın gazabına uğrama endişesi yüklüdür sanki. Ovanın milyarlarca yıldır tanığı olan güneş, kadının ruhuna,  talan, savaş, kılıç, tunç temrenli mızrak ve esir düşme gibi anlamlı isimlerin karışımı bir tehlikeyi fısıldamıştır sanki.

Yol almalarım devam eder… sol yanım bir okyanusun kıyısı gibi uçsuz bucaksız ovaya açılırken, sağ yanım tepelerin yamacıdır. Bellerine poşu sarmış insanlar, tepelerinde bir efendi gibi duran güneşin kavuruculuğunda sararmış ekinleri dipten kesiyorlar. Sağ yanımdaki tepenin başında ise modernitenin iz düşümü gibi duran bir su kulesi inşa edilmiş. Beni yaşadığım çağa çağırıyor gibi bir duruşu var, bu kulenin. Bunları düşünürken ani bir fren yapmak zorunda kalıyorum. Boynuzlu, tombul bir yılan, su kulesinin bulunduğu yerden ovanın bulunduğu tarafa asfaltın üzerinden sürüne sürüne ilerliyor. Çağ atlıyor sanki. Tersi bir çağ atlama… Modern çağlardan eski çağlara… Şahmarana benzetiyorum onu. Yılanları başı, Yelmihan yani… Yılana, eski çağlara “selam söyle,” diyesim geliyor…

Bu defa yolumun üzerinde yüz yıl önce insan gücüyle yapılan demiryolları var. Kullanılmasa da rayların asfalt yolu kesen bir yüksekliği var. Arabanın hızını azaltıp üzerinden geçiyorum rayların. Yolum istasyona varıyor. Paslanmış, çürümüş, yük vagonlarının önünde durduğu, sarısı siyaha bulanmış, “istasyon şefliği” yazılı binanın önünden geçiyorum.

Ondan sonra, sığınma yeri gibi duran çürümüş, yer yer sıvası dökülmüş devlet lojmanlarının önünden geçiyorum. Düş ve gerçek karışımı hayallerim geride kalıyor artık. Trafik lambalarında bir süre bekledikten sonra, yaşamın baş döndürücü hızını hatırlatan Kızıltepe asfaltına giriyorum. Araba yarışı yaparcasına hızlanıyorum. İlk göbekten geri dönüp iş yerime varıyorum. Böylece her gün düş gerçek karışımı geçen bir yolculuğun daha sonuna varıyorum.