Mayıs’ın sonu gelir

Mayıs’ın sonu gelir bir zaman sonra...
Doğanın uyanışı sona ermek üzeredir artık. Soğuklardan kopup gelen toy rüzgârlar, küçükten büyüğe her insanda ergen duyguların uyanmasına neden olur. Bir ütopyanın diyelim, bir düşün peşinden koşmaya azmettirir mevsim. Onca zorluğu çektikten sonra, tepesi gün ışığına değen kardelenler, anarşist duyguların harekete geçmesi için bir metafor görevi görür. Aşklar yeniden yeşerir sözgelimi, buğdaylar boy verir, demirciler kızgın orakları örseler, naçar ırgatlar, ters bir bakış fırlatır sararmış tarlalara.
Alt dudaklarına hazreti Ali’nin kılıcını“dak” yapmış göçer bir tebaanın kadınları, sırtlarında çocukları bağlı olduğu halde engin ovalarla birleşen tepelerin yamaçlarına getirip çadırlar kurarlar. Sonra tımar edilmiş tarlalarda, kaçak duruma düşmüş toprağın sahibi gelincikler boy verir. Kelebekler gibi rüzgârsız vadilerde yaşayan kısa ömürlü ruhlar ise olabildiğince dünyanın renkliliğine çeşitliliğine dokunmak, zevkini çıkarmak için bir telaş haliyle oradan oraya koşuşturur dururlar.
Oturduğun yerden gözün görme sınırlarını aşan büyüleyici bir ovaya bakıyorsun. Bir iyilik perisi gibi tüm güzelliğini insanlığa sunmuş doğanın, git gide değiştirmiş, eni sonu büründüğü hazan sarısı rengine yoğunlaşıyorsun. Sonra bu yoğunlaşma bir renk değişiminin verdiği hüznün ötesinde başka hüzünlere de götürüyor seni. Söz gelimi dağ gibi sarsılmaz duruşlarıyla pamuk sakallı bilgeleri çağrıştıran kadim medreselerin avlularında bulunan, doğuşun, yaşamın ve ölümün tefekkürünü im’leyen havuzlar, nasıl olduğunu bilmeden bir hançer darbesi gibi keskin bir şekilde duygularına karışır.
Halbu ki doğum- yaşam arasında bir yerde durması gerekirken, gençliğinin baharında vurulmuştur Mayıs. Mevsimler gibi varlığı zamansal düzlemde hissedilen soyut kavramlarında namlularından sigara dumanları yükselen topçu atışlarıyla delik deşik edilebileceğinin ayırtına varıyorsun. Öyle olunca da Mayıs, ateş ve dumanlar içinde canını zorla kurtaran dert, tasa ve elem yüklü her şeyi ve her yeri kaplamış bir imge’nin oluşmasına neden oluyor sende. O zaman da dünden kalan ya da her ölüm yıl dönümünde anıları önünde saygı ile eğildiğin insanlar düşer aklına…
Bu düşünceler, güzelliklerini yaşayamadığın zamana dair umutların bir yıl ertelendiğine işarettir aynı zamanda. Ovanın ufuklarında, yangın yerinden kurtulmak istercesine ardına bakmadan uzaklaşan yeşil elbiseli bir misafirin, uzaklaştıkça fluya dönen eteklerine bakarken, kalem elinden düşüyor artık; oturduğun yerden kalkıyorsun. Turizm cennetine dönüşmüş, çocukluğunun sokaklarında dolaşmak istiyorsun. Kendilerine çeki düzen vermiş, ense traşlı, düzgün giyinişli her kese turist bakışı fırlatan esnafların önünden geçerken, vatanında keder yüklü bir duygu gezgini olduğunu ve sana göre bir hediyelik eşya olup olmadığını sormak istiyorsun.
Sormuyorsun tabi… Çevrenden akıp giden insanları fark etmeyecek kadar o ana, o mekâna ait olmayan duygu düşünceler ile yürüyorsun. Yaşamı bir denize benzetiyorsun, Her kes suyun derinliklerinde gündelik işlerinin peşinde koşarken, sen ise gölde yüzen bir tay gibi yaşam soluğunu almak için suyun üstünde tutuyorsun başını. Halbu ki yaşamın ne kadar değişken olduğunu da biliyorsun. Göçerlerin, gitmeye hazırlanırken atların heybelerine tıkıştırdıkları eşyalar gibi, mayıs hüzünleri de yüreğimizin derinliklerine göç ederken, kışlar kadar çetin geçen yaşamlarımızın ayrıntılarına ineceğini düşünüyorsun. Bir yandan da yaz geliyordur artık. Ne de olsa sıcaklar insanda, sadece kendisine yetecek kadar enerji bırakır…
Yürüdüğüm yollarda, kabaltı şeklinde bir geçitten geçerken, kızgın bir ses duyuyorsun.
“Muhammed yapma,”
Bir kadın, baharatçı dükkânının önünde salça bidonuna parmağını batıran oğluna kızıyor. Kızmakla yetinmiyor, çocuğunun kolundan tuttuğu gibi oradan uzaklaşmaya çalışıyor. Küçük Muhammed ise hayalleri çalınmış gibi annesinin peşinden yan yan sürüklenirken, gözünü salça bidonundan alamıyor yine de.
Yüksek bir kalenin eteklerine kurulmuş kentin çarşısında, sıcak vakitlerde birbirine eklenen gölgelerin eşiklerinden geçerken serin rüzgârlar okşuyor yüzünü. Yoluna devam ediyorsun. Bir süre küçük Muhammed’in silueti gitmiyor gözünün önünden. Nedenini kurcalıyorsun düşüncelerinde. Sonra belki de diyorsun, insan çoğu kez elinde olmayan sebeplerden unutur hüzünleri, yasları…