Maske
Alnından terler boşalırken savruluyorsun.
Korkuların için yaktığın, yıktığın tüm sesler gaipten gelerek kulaklarını çınlatıyor. Sen uykudayken, evcilleştirip, kapına bağladığın kötü ruhlar, başıboş ortalığa saçılıyor. Griye dönmüş gecenin pusunda, bir cenine benzeyen ruhun, bedeninden kopup, odanın tavanına doğru yükseliyor.
İlk etapta korumasız, masum bir canlı gibi duran, tebeşir tozuna benzeyen bu ışık huzmesi, sen oluyorsun bir süre sonra. Kapüşonlu siyah bir entari giyiyorsun. Sapını omzuna dayamış, başının çevresinde yarım bir hilale benzeyen gümüşi renkli orağının kenarlarını sivriltiyorsun. Sen bir ruhsun artık, bir odadan, bir mekândan çıkmak için bir kapı aramıyorsun. Açık pencereden, kapı altından, soba bacalardan dışarı çıkabiliyorsun.
Bildiğin muhitlerde, bildiğin yüzlere doğru yol alıyorsun. Hazzetmediklerinin kapılarına dayanıyorsun. Çok geçmeden çoluk çocuk bir cümle derin uykularında gezinen insanların başucuna beliriyorsun. Bir ruh’sun ya… Bir yolunu bulup, o güzel insanların rüyalarına giriyorsun. İlkbahar güneşinin parlattığı bir günün öğle vakitlerinde, geniş çimenlerin, kenarı ağaçlıkların, “ana” gövdeden uzaklaşıp, kaybolan tek tük bulut parçacıklarının süslediği masmavi bir gökyüzünün altında yaşayan güzel yürekli insanlar gördüğünde mutluluklarına gıbta edercesine yutkunuyorsun. Damarlarındaki siyah kanın akışı hızlanıyor, ruhun terliyor.
Ayaklarını zapt edemiyorsun; bir oduncu gibi elindeki orakla bahçelerin çitlerini kırmakla başlıyorsun iş’e. Çocukların engin çimenlerde koşarak uçurdukları uçurtmaların iplerini koparıyorsun. Hamakların bağlandığı ağaçların gövdelerini kökten koparıyorsun. Kurulmuş sofralara konulmuş ekmekleri, orağının ucuna saplayıp uzaklara fırlatıyorsun. Sofraların orta yerine kurulmuş sahanlara postallarınla basıyorsun. Ateşe odun atar gibi, rüzgâra fırtına katar gibi, şimşeğe yıldırım yükler gibi bozdukça hızlanıyorsun. Sonra tarlada çift sürer gibi bir baştan bir başa orağınla sürüyorsun, yaralıyorsun masum yaşamları.
Bir tabloyu kalın fırça darbeleriyle lekelemek gibi son noktayı koyduğunda, bir tepenin başına geçip “mutluluğunun tablosunu” seyrediyorsun. Savaş meydanlarından arta kalmış bir sahne var ortalıkta. Çocuklarını arayan gözü yaşlı anneler, depresif refleksler gösteren, kan çanağına dönmüş gözleri ile göğüsleri hızla kalkıp inen babalar bırakıyorsun geride. Bakmaya devam ediyorsun çaldıklarına, yıktıklarına, ihtiraslarına kurban etmekten imtina etmediğin, insanlık için korkunç, senin için mutluluk verici manzaraya…
Bu gecelik bu kadar diyorsun. Geriye doğru, ruhun bedenden çıktığı yere dönerken, mutluluktan, ensene kadar açılan kenarları irin akan dudakların hüzne dönüyor yavaş yavaş. Doymadığın, daha fazla tahrip etmediğin, insanları daha fazla mutsuz etmediğin, daha fazla “mutlanmadığın” için üzülüyorsun. Doyumsuzsun…
Gökyüzü koyu maviye dönüyor artık. Erken uyanan kuşlar sersem yaratıklar gibi omzundaki orağa çarpıp yere düştükçe, bacadan girip, kendi bedenine yaklaşıyorsun. Sonra iki uyumlu ırmağın bir birine değerken köpük çıkarmadığı en esnek yerinden bedenine yerleşiyorsun ilk baştan…
Yastıkta başının çevresi terden ıslak bir iz oluştururken uyanıyorsun uykundan. Bir düş gibi anımsadığın geceyi gözünün önünden geçiriyorsun. Ruhunun, güzel insanlara yaşattıklarını bir daha düşünüp, keşke şunu da yıksaydım deyip yapamadıklarına üzülüyorsun..
Bir gün daha başlıyor. Yataktan çıkıp aynanın karşısına geçiyorsun. Sakal traşı oluyorsun. Sonra makyaj malzemeleri ile pudraladığın yüzünü bir çocuğun sevimli haline büründürüyorsun. Dudaklarının kenarlarına, işportacından satın alınmış “ikinci el” bir tebessüm takıyorsun. Gözlerinde biriken kin’i üzgün çocuk bakışlarıyla kamufle ederken bir yandan da ortalığa saçtıklarını halının altına süpürüyorsun.
Evden çıkıyorsun, yaşlı ve sevimli bir insan modunda “şefkat dilenciliği” yaptığın kaldırımın başına gidiyorsun. Orada, dünyayı yaşanabilecek bir yer kılmaya çalışan insanların içinden düşlerinde parçalamak için kurbanlar bekliyorsun.