Malamın vah! Nusaybin ah!
Şehirler geniş
bulvarları, yükselen gökdelenleri, ticarethaneleri, meydanları ve meskenleriyle
somut; oluşturduğu kuralları, gelenekleri, kültürü, folklorü , idari sistemi ve
beşeri zenginliğiyle de soyut yapılardır. Biri ile şehir bedenlenir, diğeri ile
de ruh kazanır. İkisinin toplamıyla da canlanır, hayat bulur.
Şehirlerin doğuşu da, gelişip serpilmesi de, büzülüp
kırışması da ve nihayet tükenip yok olması da olagelen durumlardır. Bunun da
bir hikâyesi ve anlaşılır nedenleri bulunur. İnsanın kişi olarak hayatı gibi
toplumların da kurallarla açıklanabilen hayatı vardır.Tabiat yasası, toplumsal
yasalar veya Sünnetüllah denir buna.
Nusaybin hala kanamakta olan yaralarımızdan biri.
Ağır bir sınav la karşı karşıyayız; Nusaybinliler,
komşuları, bölge ve ülke olarak..
Ne oldu, neler oluyor, ne olacak?
Kimler yol açtı buna, neler oldu da böyle oldu?
Yanlış giden neydi? Kimler zehirledi bünyeyi?
Ne olacak ve nereye gidiyoruz sorusundan daha öncelikli olan
bu sorulara doğru cevaplar bulmalıyız. Ezberlerimizin, alışkanlıklarımızın ve
angajmanlarımızın dışına çıkarak serinkanlı ve derinlemesine..
Mardin’e teşekkür ederek konuya devam etmek istiyorum.
Mardin’in kerim halkına, esnafına, idarecilerine... Şimdi Kardeşlik ve Dayanışma zamanı deyip
Nusaybin’den gelen mağdur kardeşleri
için Mardin Sivil Toplum Kuruluşları olarak sevgiyi, ilgiyi ve yardımları
örgütleyenlere.. Ankara’dan, Samsun’dan, Kayseri’den, Çorum’dan, İstanbul’dan
buraya gönül veren, yardım eden
memleketin güzel insanlarına minnet ve teşekkür ediyoruz..
Nusaybin’den kopup buraya yerleşen kardeşlerimizi evlerinde
ziyaret ediyoruz. Binlerce aileden adeta bir enstantane sunarak yukarıdaki
sorulara cevap bulmaya çalışıyoruz.
Her bir ailenin ayrı hikâyesi, farklı dramı ve özel durumu
var… Hüznü ve kırgınlığından umudunu ve
onurunu asla kaybetmeden.
İşte dile getirilenler ve işte acı serüvenimiz;
Bir örgüt halkımızın
çocuklarını, parasını, beşeri sermayesini ve oyunu alıyor, psiko-sosyal açıdan baskın bir atmosfer
oluşturuyor ve ağır dezenformasyon eşliğinde ütopik ve gerçek dışı bir havanın
altına onları sokuyor… Ancak çoğu da bunu gerçek ve yerinde bir durum olarak
görüyor!
Akabinde, bir kısmı zılgıtlarla karşılanan silahlı teröristler
sokak başlarını tutmaya ve meskenlerin ismet-i haremlerine girmeye, evlerin
yanı başına yoğun patlayıcılar yerleştirmeye ve kazdıkları çukurların içinde,
ördükleri barikatların arkasında mahalleliyi silahlı nöbet tutmaya zorluyor…
Artık hayatın doğal akışı bozulmuş, çocukların okul
eğitimleri, esnafın maişeti, tüccarın işi kesintiye uğramıştır. Ambulans en geç
on dakikada mahalleye ulaşıp hasta alabiliyorken artık dışarıda/uzaklarda ve
gecikerek ancak gelebiliyor…
Mahalle sakini labirente dönüşen sokağında çoğu yabancı ve
tedirginlik veren yüzlerle karşılaşıyor ve sokak giriş-çıkışlarının zorlaştığını
fark etmeye başlıyor. Kendi evinde ailesiyle beraber özel alan ve zamanlarının
silahlı birileri tarafından hep ihlal edildiğini, gecesinin de gündüzleri gibi
artık rahat olmamaya başlaması tedirginliği artırıyor.
Sokakta, mahallede ve çarşıda insanlar gittikçe azalıyor,
dışarıda olanlar bir an önce içeriye varmak için tedirgin ve hızlı adımlarla
kaybolmaya çalışıyor. İnsanlar dışarıda karşılaştıklarında “selamün aleyküm,
merhaba, nereye, işin nasıl” ile birbirlerine mukabelede bulunup hal-hatır
sorarken artık göz göze gelmemek için ‘ gagasını yere bir vururken üç defa
sağına soluna bakan ürkek güvercinler’ gibi davranmaya başladılar. Sokak
gittikçe tenhalaşmaya, şehir adeta fırtına öncesi sessizliğe bürünüyor.
Arada bir infilak eden patlayıcıların çıkardığı korkunç
sesin ardından otomatik silahların eşlik ettiği, barut ve duman kokusunun
yaydığı ağır kokular kaplıyor şehrin semasını.
Yüzleri maskeli, belinde bombalar ve elinde silahlar olan
-ve adeta omzuna astığı silahın namlusunun yere değecek kadar küçük yaşta-
kişilerin istediği eve istediği zaman ve istediği şekilde girip davrandığı ve
kimsenin “ne oluyoruz” diyemediği bir tablo oluştu… 16 yaşındaki bir çocuk, 70
yaşındaki bir yaşlıya el-kol hareketleriyle sert davranabiliyor, kucağındaki
bebeğiyle sokağın öbür yanına gitmeye çalışanı itekleyebiliyor ve baş ile
ayağın yer değiştirdiği manzaralar daha çok görülüyor.
İnsanların bir kısmı artık çocuğunun da eve gelemeyeceğini,
evinde de oturulamayacağını, ailesinin de kurban verebileceğini görmeye
başlayarak şehri terk etmenin yollarını aramaya başlıyor… İnsanların sivil,
masum ve doğal hayatının devamını sağlamak, rutin hizmetlerini sürdürebilmek
olarak tanımlanan “kamu düzeni” artık
bozulmuştur. Bunu sağlamak adına devletin ağır operasyonlar yapacağı da
kulaktan kulağa yayılmaktadır… İnsanlar
şehri terk etmek için hazırlık yapmaya ve eşyalarını toplamaya başlamışken
kendilerini ‘sokak zabıtası’ gören
maskeli çocuklar, toplanan eşyaları tekmeleyerek parmak sallamakta ve gürlemektedir;
hiç kimse buradan hiçbir eşyayı dışarı çıkarmayacak!..
Ve tehlikenin farkına yavaş yavaş varıldı; operasyon öncesi
ve operasyonun ilk günü binlerce aile hiçbir eşyasını alamadan ve sadece
üzerindeki elbiseleriyle, arkasına bakamadan Nusaybin’i terk etti… Nusaybin’den
kaçtı, Nusaybin’e sırt çevirdi! Ömrünün hatırasından uzaklaştı..
Derken Nusaybin için sokağa çıkma yasağı ve operasyonlar
başladı. Sokakların başı, sonu, ortası ve yanları yerleştirilen patlayıcılarla
mezbeleye döndü. Top atışları, otomatik silahlar, mayınlar, ihanetler,
küstahlıklar, keskin nişancılar, korkular ve yitip giden insanlar..
Evlerin mutfak, giriş holü, arka bahçesi, soba bacaları ve
hatta tencerelerinde tuzaklanmış patlayıcıların infilak ettirilmesiyle binalar sekiz
şiddetindeki depremin sarsıntısıyla yeknesak oluyor.
Yıkılan, havaya uçurulan, kolonları darmadağın edilerek
çöken evler bir ailenin bir ömürlük alınterini, emeğini, umudunu, hayallerini
ve hatıratını da yok edip gidiyor…
Ve Nusaybin artık çırılçıplak ortada; ruhu alınarak, nefesi
kesilerek ve hayat damarı kurutularak… Geçmiş toplumların, şehirlerin,
beldelerin yok oluş hikâyeleri okunuyor kitaplardan; artık Nusaybin’in de bir
hikâyesi oldu. Helak olma bu mudur yoksa!
Ah Nusaybinim! Daha dört ay önce duvaklı gelin olarak
geldiğim sokakta özenle seçip aldığım çeyizlerim duvarların altında; yatak odam
paramparça… Duvarların altında kalan
çeyizlerimle beraber geleceğim, umudum, neşem ve hayallerimdir aslında.
Paramparça olan da, ailem, sevdiklerim, geçmişim ve dirliğimdir.
Vah malamın! Küçük bahçesiyle, mütevazi ama hayat bulduğum
tek katlı kerpiç evim… tavuklarım, kediciğim, dut ağacım, gölgesinde yazın
serinlendiğim, çocuklarımla ailecek çay içtiğim çardağım..
Akşamları içerde ailecek yatarken veya dışarıya çıkıp evde
kimsecikler kalmazken üç defa kitlediğim, penceresini sıkıca kapattığım evimin
kapısı ardına kadar açık bıraktırılarak ve bembeyaz perdelerim, tüllerim rüzgârda
pırpır ederek hatırlamak kahr ediyor..
Üç eve ötede gidip namaz kılarak huzur bulduğum, bir avuç
cemaatiyle namaz sonrası laflaştığım, teselli alıp verdiğim ve azıcık yürüyerek
nefeslendiğim şirin camimiz…
Bugünlerin bir de geçmişi olsa gerek. Ta seksenli, hatta
yetmişli yılların sonundan itibaren faili meçhullerin, ideolojik angajmanların,
sert ayrışmaların biriktirdiği tortular…
Şehrin filtresinden geçmeyip bedevi karakterini önce
varoşlara, derken şehrin merkezine yansıtarak sosyal dokuyu ve doğal
bağışıklığı bozan sosyo-hareketlilik…
Sınır kapısının ticari avantajları yanında sert
iniş-çıkışlar yaşayarak hızlı zenginleşmenin yanında ani iflaslar ve bunun
getirdiği tatminsizlikler, güvensizlikler ve iç geçirmeler…
Kimse dışarıda suçlu aramasın.. Olanlar hepimizin ortak
hâsılatıdır. Gök kubbe altında aslında çok da saklı kalan bir şey yok. Herkesin
bildiği bir sır gibi.
Hayat devam edecek; insanların irade ve tercihlerinin
katkıda bulunduğu kaderlerini ve sınavını ortaya koymak için...