Kuyunun Başındaki Kadın

KÖŞE YAZISI

Savaş giderek şiddetleniyordu.  Petrol kuyularından yayılan alevler top top kopup gökyüzünü delen dumanlarla birlikte yukarı doğru yükseliyordu. Bulunduğumuz bölgeden bu durumu çok rahat gözlemleyebiliyorduk. Bizim görevimiz ise Rimelan bölgesinden kaçan insanların Dêrika Hemko’ya ulaşmalarına yardımcı olmaktı. Delîla ve Azad ile birlikte üç kişiydik. Bölge insanlardan boşalıncaya kadar yol boyunca devriye görevi görecektik. Bununla beraber, yürüyemeyen hasta ve yaşlıları aracımızla taşıyarak bir sonraki güvenli bölgeye götürüyorduk. 

Bölge hemen hemen boşalmak üzereydi. Hayalet şehre dönmüş kasabanın güney ufkunda giderek yaklaşan bir toz bulutu yükselmekteydi. Bu gidişle rejim askerlerinin kasabaya varmaları uzun sürmeyecekti. “Bu son devriyemiz olabilir,” dedi Delîla; haklı olabilirdi. Tek temennimiz ise burayı terk ederken geride kimsenin kalmamasıydı. 

 Mataralarımıza su doldurmak ve toza bulanmış poşularımızı yıkamak için arabayı durduk. Delîla ve Azad silahlarını sırtlarına çapraz asmış, kuyudan su çekmeye çalışırken, ben de su kuyusunun az ötesinde, oturduğu yerden hiç kalkmayan yaşlı kadının yanına gittim. Yaşlı kadın savaşta her iki oğlunu da kaybetmişti; kızı da Rasulayn’de istilacı gruplara karşı savaşıyordu. “Düşman yaklaştı, buraları terk etmekten başka şansın yok,” dedim.

İki farklı düşünceyi aynı anda yaşıyor gibiydi; bir düşünce onu burada tutmak isterken, öteki düşünce de yaklaşan tehlikenin farkındaydı. Elbise dolusu çuvalı ve boynuzlarından bir iple bağladığı oğlak yanı başındaydı. “Kızım ve oğullarım buradayken ben nereye gidebilirim ki,” dedi. Başka bir dünyada yaşıyor gibiydi. Çok fazla zamanımız kalmamıştı. “Burada kalırsan senin için iyi olmaz,” dedim.  Siyah tülbendinin altından dışarı taşmış saçlarındaki beyazlar, kırışmış esmer alnında bir keder haritası oluşturuyordu.

Yeri sarsacak kadar şiddetli bir patlama sesi daha geldi. Yere kapaklandık, patlamanın etkisi geçinceye kadar da konuşmadık. Sonra bir şeyi tekrar tekrar anlamak ister gibi; “Bu insanlar nereye gidiyor ki,” dedi.  “ Sêmalka sınır kapısına gidiyorlar,” dedim. 

Oğlak huysuzlaşmıştı artık. Ön ayaklarıyla toprağı eşiyor, yaşlı kadının eline doladığı ipi zorluyordu. “Ben kuzey ülkesine gitmek istiyorum, orada yüzlerini hiç görmediğim dedemin torunları var,” dedi. Ses tonu kararsızdı.”Şuan için oraya gitmen olanaksız, dedim.

Bir patlama sesi daha geldi. Bu defaki bomba toprak yolda yürümekte olan bir gurup insanın yakınına düşmüştü. Çığlıklar, ağıtlar göğü parçalıyordu. “Ya şimdi yürürsün ya da…”

 Cümlenin sonunu getirmek istemedim. Yaşlı kadının yanından ayrılıp, çığlıkların geldiği, tehlikeli bölge sayılan yere doğru hareket ettik. Kolları, bacakları şarapnel parçalarıyla yaralananları pikabın arkasına yerleştirdik.  Tank sesleri belli belirsiz duyuluyordu artık; bu faşistlerin kasabanın güney mahallesine girdiklerinin bir işaretiydi. Delîla haklıydı; bir daha geriye dönecek şansımız kalmamıştı. Usta bir sürücü olan Azad, yaralıları, tepenin ardında kalan ilk yardım ekiplerine yetiştirmek için tek tük insanların arasından zik zaklar çizerek son sürat ilerlememizi sağlıyordu.

Mataralarımıza su doldurduğumuz kuyunun yanı başındaki yaşlı kadın ise yerinden doğruluyor, uzağa bakıyor, sonra yine oturuyordu. Oğlak ise ayaklarıyla toprağı daha derin eşiyor, boynuzlarına bağlanmış ipi koparmak istercesine başını bir daire şeklinde kendi etrafında çevirmeye devam ediyordu.