Kış Ruhu
Gökyüzünü karabulutların kapladığı bir günün orta saatinde, bir ahşabın ıslaklığı gibi duran, zamana küsmüş bir kentin caddelerinde dolanıyorum. Gecenin erken indiği kış mevsiminin akşamüstü telaşını yaşıyorum. Saate sorarsan henüz öğle vakti diyecek bir zaman. Yine de her yer soluk ve donuk kurşun renginin dayanılmaz ağırlığına esir düşmüş. Bu hava insanın faniliğini, basitliğini ve çaresizliğini anımsatıyor bana. Bahar günlerinin hırçınlığı, bu mevsimde yerini yalnızlığın tefekkürüne bırakıyor. Karşılıklı nehirler gibi bir birine doğru akan, birbirinin içinden geçen, yine de birbirinde parçalanmadan yollarına devam eden insan kalabalığının içindeyken, bulduğum ilk fırsatta yön değiştiriyorum. Yolların dar, arabaların geçmediği ve zamanın yüz yıl öncesine götürdüğü aşağı çarşıya bırakıyorum kendimi. Ahşap kapısının mıhları kim bilir kaçıncı yüzyılda hangi Ermeni ustası tarafından, körüklü ocaklarda, örslerle dövülmüş, karanlık dipli bir dükkânın önünden geçiyorum. İçeriden yüzyılların buğusunu taşıyan melodilerle tütsülenmiş “kanun” sesi duyuyorum. Biraz daha ilerliyorum… Tarih öncesi dönemden şu ana kadar hiç durmadan ahşabı tıraşlıyor izlenimi veren sırtları kamburlaşmış marangozların önünden geçiyorum. Hala aynı yöntemlerle kesilen, aynı yöntemlerle dış kapının tavanında bulunan çengellere asılı, sakatat, but, hayvan gövdeleri ve insanın genzini yakan kesif kokulu kasaplar çarşısının önünden geçiyorum. Bir alt çarşıya iniyorum bu defa. Yürüdükçe Daidalos’un inşa ettiği bir labirentin içindeyim sanki. Bir sokaktan bir sokağa, bir çarşıdan ötekine geçerken, dar, helezonik, bazen de parabolik yollar arşınlıyorum. Bu yollardan geçerken, zamanı çalmanın telaşındayım. Kendime ait olmayan bir zamanı kendim için çalmışım gibi bir korkuya kapılıyorum. Bu telaşla birlikte yatağını arayan yorgun ırmaklar gibiyim. Bir an önce o mekâna varmalıyım; salaş bir yer gibi duran o kahveye… Belki de kahve dememeliyim… Ruhumu arındırdığım, gözlerimi kuş bakışı baktığım ovanın masumiyetiyle temizlediğim, dünyanın faniliğini idrak ettiğim bir tür mabet demeliyim oraya. Son dönemce girdiğimde, önümde, uzun, her iki yanı murçlarla tıraşlanmış, duvarların yükseldiği bir sokakta buluyorum kendimi. Mahpushane avlusunun duvarları kadar yüksek ve soluksuz bir hava bıraksa da az bir mesafenin kalması umutlandırıyor beni. Mabedimin kapısının bu sokağın hangi noktasında olduğunu bilmiyorum. Fakat her defasında bir mucize eseri bu kapıyı buluyorum. Tıpkı bin bir gece masallarında anlatılan hikâyelerde olduğu gibi… Sadece gözleri dışarıda kalmış, yüzünü poşuyla örtmüş bir dervişin, hiç ummadığı anda, düz bir duvarın, çevresinde ışıktan haleler oluşturarak kapıya dönüşmesi gibi ve dervişin önünde beliren bu kemerli kapıdan başını eğerek içeri girmesi gibi… Sokağın her hangi bir yerinde önümde açılan bu kapıdan içeri giriyorum. Soluk borsu gibi dar duran sokaklara nazaran, içinde bulunduğum mekân bir yürek genişliğinde. Beşik tonozlu kocaman tavanı ve yüzlerce metre bir eğim ile aşağıda bulunan ovaya bakan ahşap çerçeveli pencereleri ile soluk almamı sağlıyor. Tüm yaşamımı belleğin en dip noktalarına iterek, bir kez daha vardığım mabedimin sevincini yaşıyorum. Mümkünse hiç kimse ile selamlaşmadan, bir kapıyla yana açılan öteki bölmeye geçiyorum. Onları orada bulacağımı biliyordum. Sonsuza dek bir daha buraya uğrayamayacak arkadaşlarının eksikliğine rağmen, hızla geçip akan zamana inat, birkaç yaşlı, başlarındaki beş köşe şapkalar, kavanoz dibi gibi kalın mercekli gözlükleriyle domino oynuyorlar. Beni fark etmiyor gibiler. Ceylan derisi ve okkalı kalem çağının bekçileri gibi duruyorlar; yüzyıllardır o zamanı korumakla görevlendirilmiş gibi duruyorlar. Revakların arasında, bir loca gibi duruyor oturduğum yer. Mangaldaki korların üzerinde yüksek bir kule gibi duran, saplı cezveden “mırra” istiyorum. Her gece ovanın düzünden, atlarını şaha kaldırıp “mırra” içmek için kalenin eteklerini arşınlayan, uzun fistanlı, üzerine kışlık abalarını sarınmış geçmiş zaman insanlarını düşünüyorum, camdan dışarı bakarken. Bulutların suni geceye çevirdiği hava daha da koyu bir hal alıyor. Rüzgârdan kopan ıslaklıklar zamansız bir şekilde gelip cama yapışıyorlar birden bire. Mekânın sessizliğine bende uyuyorum artık. Bir süre geçmiş, şimdi ve geleceği düşünmeden, boş bir düşünce gibi bırakıyorum kendimi ortamın sessizliğine. Bir sigara, bir sigara daha içiyorum. Ardından bir “mırra” daha... Bir eksen kayması yaşayan ruhumun tekrar, eksenine girdiğini hissediyorum. Kalkma zamanım geliyor. Kalkarken, bu dünyaya ait olmayan yan masadaki yaşlılardan birine takılıyor gözüm. Zamanın birinde Musa Anter’i anlatmıştı bana. Gelibolu’da askerlik yaparken, o zamanlar yedek subay olan Musa Anter ile tanıştığını söylemişti. Hemşeriyiz demişti Musa Anter ona… Sonra da kepinin balkonunun iç kısmına dokuduğu sarı, kırmızı, yeşil ipleri bir sırrı imler gibi göstermişti bu yaşlı amcaya. Kaç yıldır dilimin ucunda, Musa Anter öldü desem mi ona… Bugünlerde Musa Anter isminin bu kentin bir parkına verildiğini de söylesem mi acaba? Bu düşünceler dilimin ucuna gelirken, kendi dünyalarında, kendi oyunlarına dalmış bu insanları rahatsız etmeden çıkıyorum mabedimden. Geriye yolculuk başlarken, erken inmiş kış akşamının ıslak tedirginliğinde, ruhumun bir sonraki yorgunluğunun zamanını bilmeden yokuş yukarı, insan kalabalığının içine doğru taş merdivenleri tırmanıyorum…