Karanlıktaki Silüet
Yıl 2020, 26 Mart'ı 27’ye bağlayan gece:
Zifiri karanlıktı, göz gözü, gönül gönülü görmüyordu. Elini uzatsan gözden kayboluyordu.
Hiç beklemediği bir haber alacaktı. Buna hiçbir anlam verememişti. Nasıl böyle bir şey olabilirdi?
Bütün bildiklerini, biriktirdiklerini, önüne koyduklarını, duygularını, aklını devreye koydu bir sonuca varamadı. En kutlu yerde sakladığı vicdanına danıştı oraya hiç sığmıyordu.
İyi niyet ve samimiyetle geçen yarım yüzyılın sonunda büyük bir hayal kırıklığı zihnini kemiriyordu. Bütün gayreti kendi varlığına anlam yüklerken başkasının hayatına değer katmaktı.
Çabasının, gayretinin, yüklendiği ve ifa ettiği toplumsal sorumluluk misyonuna bir türlü yakıştırmıyordu. Materyal bir dünya tasavvurunu eksiklik olarak niteleniyordu.
Peki neydi bu?
Arkadan tuzağa itilebileceğine dünyasında yer açmamıştı. Birlikte başarmanın mutluluğunu herkesin güzelliği tatmasının mücadelesini vermişti. Bu onun hayatının anlamı ve odağıydı. Yoksa bu saldırı düşündüğü, konuştuğu, tartıştığı eksene mi yapılıyordu.
Peki neden?
Mental hijyen ve vicdani hijyeni hayat felsefesi olanın bunu anlamlandırmasını beklemek beyhude idi. Kararmış vicdanın ve kirli bir zihnin onun gönül dünyasında yeri yoktu.
Realpolitik ve realiteye ne zihninde ne de gönlünde yer açmak istemiyordu. Kendine yakıştırmıyor, bütün eforunu sarfettiği etrafına toz dokundurmak istemiyordu.
Neyse! Ayaklar yere basacaktı. İhanetin silüeti dağılan sisin arkasında belli belirsiz görülmeye başlayacaktı. Öküz yere düşmüştü ya, bıçakların çoğaldığı hatta bilendiğini görmeye başlayacaktı. Şaşkınlık yerini yekine açık bilgiye bırakacaktı.
Netice itibariyle “Herkes kendi mizaç ve karakterine göre iş yapar,” hakikatıydı.
Yükü buz olanın korkusu olan güneşin ilk ışıkları dünyayı, hayatı ve konuyu karanlıktan aydınlığa çıkarmaya başlıyacaktı.
Dağarcığında ve uzağında bildiği ama deneyimleyemediği bir sürü bilgi beynine üşüşüyordu:
Devlet yönetimi ve sosyoloji konusunda meşhur düşünür İbn Haldun’un sözü “Fazla tevazunun sonu vasat insanlardan nasihat dinlemektir,” değerlendirmesi havsalasını sarıp sarmaladı.
Emek ve çabaların küçümsendiği, kıskançlık gösterildiği, öfke ve nefretin aktifleştiği, nankörlüğü bütün benliğiyle hissediyordu.
Zamanı ve mekanı aşan idealler için verdiği amansız mücadele maalesef anlaşılmamıştı.
Kendini merkeze alan başkasını beğenmeyen, insanları eleştirip aşağılamaktan zevk alan karakterin devrede olduğu bir durum ile karşı karşıyaydı.
İyilik ettiği kimselerin şerrinden sakınılması gerektiğini biliyordu ama pratiğini bu kadar yalın tasavvur etmemişti.
“Nankör insan” yapılan iyiliklerden anlamayan insandır. Bu tür insanların hem kendisine hem de çevresine pek yararları dokunmaz. Nankör (nân-kör) “Gördüğü iyiliği unutan ; tuz, ekmek, hakkı bilmeyen”.
Abese süresi 17. Ayet “Kahrolası (inkarcı) insan! Ne nankördür o! O kahrolası insan ne nankördür o!
Şeh Sadi Şirazi’nin tarihi uyarısı: “ Düşmanın en büyük hilesi dostluğudur.”
İlim şehrinin kapısı Hz.Ali yaraya parmak basmıştır:
“Akrabanın düşmanlığı ve dostların eziyeti yılan zehirinden daha acıdır.”
Rus okurlarına Hz.Muhammed'i tanıtan eğitim reformcusu, filozof Tolstoy “Cahilde eksik olan akıl değildir, o kurnazdır; eksik olan ahlaktır. Cahil güçlüdür. Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayan insan kötü insandır.” der.
Sağıra sözünü, köre yüzünü süslediği için yorulmuştu.
Eski tezlerin işportacılarının örgütlü kötülüğüyle yüz yüze kalmıştı. Uyanıklıklığıyla çıkarından başka hedefi olmayanın kurnazlığı geç farkedilmişti.
Gönül almasını bilmeyene ömür emanet etmeyecek, güç mesafesi ve dengeyi koruma ilkesi artık gölgesi gibi kendisine eşlik edecekti.
Birilerine kendini üzecek güç verdiği için Franz Kafka’nın şu sözünü mırıldanacaktı: “Beni üzecek gücü sana verdiğim için kendimden özür dilerim.”
Günlük yaşamın yasalarından ayrı yasalar olduğunu, en tehlikeli yanlışın doğruya yakın yanlış olduğunu hissediyordu.
Ekonomik sermayeye sahip olmanın eşzamanlı kültürel sermayeye sahip olmayı sağlamadığını gözlemliyordu.
Tam da Nevzat Tarhan’ın: ”Kötülüğü meslek haline getirmiş kişilere karşı iyimser olmak, savaş alanına silahsız, zırhsız gitmeye benzer.” haleti ruhiyesini yaşıyordu.
Bu diyardan da gitmeyecek, bu deveyi de gütmeyecekti. Karanlığın varlığı ışığın yokluğu olduğunu bilinmektedir. Karanlığa küfür etmeyip bir mum yakmayı görev bildi.
Aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar beklemeyecekti. Artık kocaman bilgi ve insani sermayeye sahip olduğu için kendini “zengin” olarak nitelendirecekti.
Nelson Mandela derki: “Büyük bir tepeyi aştığında insanın bulacağı şey, daha aşılacak çok tepelerin olduğudur.” Daha aşılacak tepe, insanlık yaranına yapılacak çok işin kendisini beklediğini bilmek mutluluk verici ne güzel muştuydu!
Hiçbir kötülüğün temiz bir kalb ve berrak bir zihinden güçlü olmadığını hatırladı.
Çok daraldığı anda imdadına vahyin diriltici esintisi yetişecekti:
“Allah kuluna kafi değil mi? Öyleyken onlar kalkmış seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi şaşırtırsa artık ona doğru yolu gösterecek yoktur. Kimini de Allah doğru yola yöneltirse onu şaşırtabilecek bir güç yoktur. Allah, kötülerin hakkından gelen mutlak güç sahibi değili midir? (Zümer:36-37)