İsyan

Öfkeliydiler...
Gece vardiyasındaki işçiler yumuşak demiri örslerle döverken, ırgatlar buğday başaklarını oraklarla biçerken öfkeliydiler. Sonra bahçıvanlar peyzajlı bahçelerde, çimenleri tırmıklarla tararken öfkeliydiler.
İnşaatlarda akşam alacasına kadar elindeki kürekle çalışan ameleler öfkeliydi, sırtlarındaki abalarıyla günü birlik buldukları işlerde yük taşıyan hamallar öfkeliydi. Ellerindeki bezlerle, akşama kadar pencerelerden el sallar gibi cam temizleyen temizlikçi kadınlar öfkeliydiler. Günlük yevmi yeleri “memeye süte” yeten pamuk tarlalarında çalışan kadınlar öfkeliydi. Emekle yoğrulmuş sütü emen bebekler öfkeliydi. Loş ışıklı evlerde müşteri bekleyen kadınlar öfkeliydi.
Yaşamları, sadakatleri, var olanla yetinmeleri, kuralları daha önceleri belirlenmiş bir şaka gibi geliyordu onlara artık. Bir yaşamın içinde doğarken, yaşarken ve ölürken, hiç ayıkmayacakları bir oyunun fakına varıyorlardı. Çizgili pijamalı ev babaları, tığlara çapraz düğüm atarak vatanı bekleyen çocuklarına süveter ören anneler de güvenlerini yitiriyorlardı.
Demire örsle vururken, orakla ekini biçerken, taşıdıkları yüklerin verdiği ağrılığın zorluğuyla yürürken, cam silerken, yavrusuna süt verirken, var olan düzene sadakatin bir göstergesi gibi duran çizgili pijamalarla otururken ya da terhisini dört gözle bekleyen oğluna yünlü kazak örerken, bir düşüncedir sarıyordu herkesi… İşler aksatılmasa da yapılan işin eylem anında olsa da bir düşüncedir sarıp sarmalıyordu herkesi…
Bir uğultu gibi, bir homurtu gibi, sahile doğru kabara kabara katlanarak gelen dalgalar gibi bir öfke yükselmesi yaşanıyordu. Sağırların ülkesinde kimse kimse ile konuşmasa da bu dert yüzünden ten kendinde boğuluyordu; ten kendine çarpan kirliliğin sesiyle kuduruyordu. Anlaşılan o ki ses kulağa çarpıp beyni uyarmasa da bir gramafon kâğıdının çıkardığı seslerin titreşimi gibi bir dalganın buğusu gelip tene çarpıp duygu oluyor beyne emirler veriyordu. Dilin konuşmadığı, kulağın duymadığı, tuhaf bir durum vardı ortada.
Günün ilk ışıklarıyla öten fabrika sirenleri, vapur düdükleri ve kaportalarında “miras değil alın teri” yazan ter kokulu minibüslere yetişmek için erkenden uykuya dalan ruhları sarıp sarmalıyordu huzursuzluk.
Beden taşımıyordu artık, ruh kendinden geçercesine kuduruyordu. Huzursuzluk arttıkça beraberinde her şeyin belirmesini de getiriyordu: Haramilerin varlığı daha bir kanıksandıkça… Semtleri, sokakları, rezidansları ve akla hayale sığmayan sermayeleri deşifre edildikçe… Ziggurat denen anlayışın tepesinde oturanların paylarını çaldıklarını öğrendikçe halkın huzuru kaçıyordu.
Demiri döven örsler, ekini biçen oraklar, çimleri tarayan tırmıklar, harcı karıyan kürekler, annelerin elindeki tığlar namuslu birer silaha dönüyordu. En önemlisi beden ruhu zapt edemiyordu artık. Et, sinir, kemik ve iliğin refleksi, toprağa bağlılığın, ateş, su ve havanın doğası gereği bünyenin kirliliği sindirememesine neden oluyordu.
Olgun bir meyvenin dalından düşmesi gibi an gelmişti belki de… Bir zehri kusar gibi emek veren, üreten, paylaşan kocaman eller kendilerinden çalınanların hesabını sormak için yasa(k)ların üzerine üzerine yürüyeceklerdi. Varoşlardan, gecekondulardan, şose yollardan, tarlaların sınırlarını belirleyen daracık yollardan akacaklardı. Bir araya geldikçe, çoğaldıkça, her dönemeçte bu kalabalığa yenileri eklendikçe rüzgârın önüne kattığı güçlü bir dalgaya dönüşeceklerdi. İlerledikçe düzenin im’lediği her şeyi yerinden söküp kenara fırlatacaklardı. Ütopyalarını süsleyen, hep o umutla yaşadıkları dünyayı var etmek için daha çok cesaretleneceklerdi.
Sonra haramilerin saltanatına yaklaşacaklardı. Omuz omuza yürürken vurulacaklardı; vuruldukça çoğalacaklardı. Kanlar döküldükçe, feryatlar yükseldikçe sırtlarını sıvazlayan, yüzlerine gülen kan emicilerin gerçek yüzlerini tanıyacaklardı sonra... Tanıdıkça ve aldatıldıklarının erimine vardıkça daha çok kişi, daha ileri atılacaklardı.
Yılmayacaklardı. Durmayacaklardı. Susmayacaklardı. Yürüyeceklerdi… Rezidansların kapılarına yaklaştıkça, haramiler, boyunlarına urgan geçirilmiş utanç mahkûmları gibi çırpınacaklardı. Çırpındıkça yüzlerindeki maske düşecekti, canavarlaşarak sağa sola saldıracaklardı. İnsanlıktan çıkan yüzlerinden akan salyalarla etrafa korkunç emirler yağdıracaklardı. Yine de kurtulamayacaklardı. Üreten, emeği paylaşan dürüst ellerin arasında, temiz bir madenin ocaklarında, bir potada erir gibi ateş ocaklarının cehennem yalımı gibi parlayan kuyularında yanacaklardı.