İslam Hukukunu Oluşturan Temeller

Günümüzde İslam hukuku olarak da isimlendirilen fıkhı teşkil eden dört ana temelin Kur’an, Hadis, İcma’ ve Kıyas-ı Fukaha olduğu bilinmektedir.
Bu yazıda bu temellerin menşeini, dayanağını ve kısaca tanımını işlemeye çalışacağım… Fıkıh usulü âlimleri bu dört unsuru şu meşhur hadise dayandırırlar: Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderiyor ve “Orada ne ile amel edeceksin?” diyor. Hz. Muaz (r.a) “Kur’ân ile amel edeceğim.” diyor. Peygamberimiz, “Kur’ân’da bulamazsan?” diye soruyor. Hz. Muaz,“Sizin sünnetinizle,” diyor. “Sizin sünnetinizde de bulamazsam, içtihadımla” diyor Hz. Muaz. Peygamberimiz (s.a.s.) bu cevaptan çok memnun kalıyor. Ayrıca “Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun. 16/43” ve benzeri ayetler de bu dört unsurun kabul edilmesinde delil olarak sayılmaktadır
Şimdi bu bağlamda İslam hukukunun temellerini oluşturan bu dört ana unsur hakkında kısaca bilgi vermek gerekirse:
a- İslam hukukunun istifade ettiği kaynaklardan en kutsi ve en birinci menba’, Kur’an’ı mucizül beyandır.
Bu kaynak, daha ilk dönemde, yani devrisaadet olan Nebi (s.a.s.) zamanında tamamen ezber edilmiş ve ayrı ayrı şekilde yazılmıştı. Daha sonra ise; bütün ayetleri, sureleri, Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) hilafeti zamanında şuan bildiğimiz şekli ile bir araya toplatılarak ‘Mushaf’ haline getirilmiştir. Hz. Osman (r.a) hilafeti zamanında da bu Mushaf çoğaltılıp, genişleyen İslam coğrafyasındaki merkezlere birer nüsha gönderilmiştir. İşte bu kitabı ilahi, asrısaadetten zamanımıza kadar, değişime uğramadan olduğu gibi; “Şüphesiz o zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz. 15/9” hitabı mucibince mahfuz edilmiş ve bizden sonra da kıyamete kadar o korunmanın altında olmaya devam edecektir.
b- İslam hukukunun ikinci kaynağı da sünnettir.
İslam hukukunun dayandığı ikinci menba’ da; “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, (bilsin
ki)biz seni onlara bekçi göndermedik.4/80”
“ Deki; ‘Allah’a itaat
edin, peygambere itaat edin’ 24/54”
ve benzeri ayetlerin işaret ettiği gibi Peygamberimizin (s.a.s.) sünnetidir.
Bugün birçok kişi alim olma sıfatıyla bundan yüz çevirmekte ise de biz, bu
ayetlerden bunun ikinci kaynak olduğunu anlıyoruz. “Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin
yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim
Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür. 33/36”
Bu kaynak da daha ilk dönemden itibaren ashabı kiram tarafından fevkalade bir
itina ile hıfz edilmişti. Belki konuyla alakası olmayabilir, fakat hadis
tedvininin tarihçesiyle alakalı önemli gördüğüm bir hususu faydalı gördüğümden
sizlerle paylaşmak istedim. Hadisleri yazı ile tespit etmesi için Peygamberimiz
(s.a.s.) tarafından Abdullah b. Amr’a (r.a) izin verildiği rivayet
edilmektedir. Daha sonra İslam coğrafyası genişleyip ashabı kiram (İslam
tebliği/eğitimi için) etrafa dağılınca, her tarafta yüksek ilim erbabı yetişti.
Ve artık Sünnetin tamamen yazılarak
müdevven bir hale getirilme zamanı gelmişti. Bu arada Ömer b. Abdülaziz hilafet
makamına geçmişti… Kemali dikkatle sünneti seniyyenin tedvinine ihtiyaç
olduğunu görmüş, bu hususta tabiinden İbni Şihab Zuhri ile Medine-i Münevvere
valisi Ebubekir Muhammed b. Ömer b. Hazm gibi yüksek din âlimlerini memur
kılmıştı. Ömer b. Abdülaziz, Medine-i Münevvere valisine yazdığı mektupta:
“Resul-i Ekrem’in (s.a.s.) hadislerine, sünnetlerine dair muttali olduğun
şeyleri yaz. Çünkü ben ilmin kaybolmasından, ulemanın bitip gitmesinden
korkuyorum.” Demişti. Bütün hadis kitapları fıkıh için birer kaynak olmakla
birlikte Kütüb-i Sitte başta olmak üzere fıkıh bablarına göre düzenlenen
“Sünen” türü kitaplar hadislerden fıkhî hükümler çıkarma konusunda ilk sırayı
alır.
c- İslam hukukunun üçüncü kaynağı da İcma-ı ümmet’tir.
İcma’; fıkıh usulünde şöyle tanımlanır:
“Muhammed ümmetinin (ictihad melekesine sahip olanların) onun vefatından sonra
dini bir vakıada/meselenin hükmü üzerinde fikir birliği etmeleri”.
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra sahabenin karşılaştığı yeni
meselelerin çözümü için önlerinde tek yol bulunuyordu: Kur’an’ı ve
Resulullah’ın sünnetini anlama ve yorumlama suretiyle (güncel olan olaylarda)
isabetli bir hükme ulaşma çabası göstermek. Resûl-i Ekrem, daha kendi sağlığında;
Muaz’ın yemene gönderilme hadisesinden de anlaşılacağı üzere, sahabeleri
"İctihad" adı verilen bu faaliyete özendirmiş ve onların bu melekeyi
kazanmalarına imkân sağlamıştı. Şayet ictihad makamında olanlardan; güncel olan
dinî bir meselede fetva istenilirse, bu kişilerin öncelikle bu meseleye dair
zımnen veya sarahaten bir ayet veya sünnetin/hadisin bulunup bulunmadığını
araştırmaları gerekmektedir…
Burada önemli gördüğüm bir konuya dikkat çekmek isterim. Tahrif/bozma-değiştirme ile icma’ı birbirine karıştırmamak gerekmektedir… Yani; icma’ da bir nevi Kur’an’da eleştirilen bir kısım Yahudilerin yaptığı tahrif gibi algılanmamalıdır… Zira tahrif; hakkında nas bulunan bir meselenin hükmünü yeniden (zamana veya birilerine/kendine göre) güncellemektir. Oysa icma’; hakkında bir nas bulunmayan güncel bir vakıa veya mesele hakkında (Kur’an ve sünnete uygun kalmak veya bu iki esasa aykırı olmayacak şekilde) fikir birliğiyle bir hükme varmaktır… İcma’ teorisinin nüvesini ortaya koyan ve ona teorik bir çerçeve kazandıran İmam Şafiî de, “müctehidde olması gereken şartları sayarken; (Kur’an ve sünnette bulunan bir hükümle çelişmenin ötesinde) hem geçmiş dönemlerdeki hem de muasır ilim erbabının görüşlerini, müslümanların icma’ını bilmeyi de saymış. Selefin görüşlerini, insanların icma’ ve ihtilâf ettikleri hususları bilmeyenin ictihad edemeyeceğini” ifade etmiştir…
İcma’ konusunda Şafiî’nin görüşü şöyledir; “şayet herhangi bir şer'î meselenin hükmü üzerinde bütün İslâm âlimleri birleşmişse bu herkesi bağlar; fakat Medine âlimlerinin birçok meselede gerçekleştiğini iddia ettikleri icmâların bu teorik yaklaşımla örtüştüğünü kabul etmek mümkün değildir. Şafiî, icma’ı; bütün beldelerdeki bütün âlimlerin katıldığı fikir birliği manasında kabul ediyor, fakat bu anlamdaki icma’ın da sadece kavlî olan şeklini muteber sayıyor.” Hanefî’de hâkim olan görüş de; “icmâın ‘zatî’ anlamıyla alınması, fakat Şafiî'den farklı olarak kavlî olma şartının aranmamasıdır.” İcma’ın, bazı politik ve sosyal ihtiyaçların ürünü olarak ortaya çıktığı düşüncesinde olanlar da vardır…
d- İslam hukukunun dördüncü kaynağı da “Kıyas-ı Fukahadır.”
Buna Kiyası Re’y de denilmiştir. Öteden beri Re’y hakkında tetkike muhtaç olan leh ve aleyhte birçok söylem olmuştur. Bunlar burada zikrolunmayacak kadar uzun ve ucu açıktır… Biz, re’yin kısımlarını zikretmekle yetineceğiz. Re’y üç kısımdır. Birincisi, şüphesiz batıl olan reydir ki, bu, kat’i hususa muhalif olan reyden ibarettir. İkincisi, sahih olan reydir. Bu, içtihat dairesinde şartlarına uygun olan reyden ibarettir. Üçüncüsü de, şüpheli olan reydir. Sahabe, bu üç kısma işaret etmiş, sahih reyi kullanarak onunla amel etmiş, onunla fetva vermiştir. Batıl re’yi de zem etmiş, onunla fetvada bulunmayı da men etmiştir. İmam Ahmed b. Hanbel: - İmam Şafii’ye kiyas-ı re’yi sordum, bana: “Ona ancak zaruret zamanında müracaat olunur.” dedi
Netice olarak: Batıl olan, maslahata muhalif olan, nassa muhalif bulunan bir rey, bütün müçtehitlerce merduttur…
‘Batılı batıl bilip ondan yüz çeviren, hakkı da hak bilip ardından giden’ bir re’y ve iradeye sahip olmamız dileğiyle…