İnsanlığın Barış Özlemi

II. Dünya Savaşı’nın başlangıcı olan 1 Eylül, “Dünya Barış Günü” olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle insanlar, her yıl yeryüzünün hemen hemen her noktasında, barışa olan özlemlerini dile getirerek “savaşsız yarınlar” talep etmektedir. Çünkü barış, her şeyden önce insanın kendi varlığının, haklarının ve geleceğinin güvencesi anlamına gelmektedir.
Okullarımızda ders olarak okutulan tarih kitaplarında sayısız savaşlar anlatılır. Bu bağlamda bütün savaşlar ardında acılar ve yıkımlar bırakır. Onun için “uygarlık tarihi” kavramı ile ifade edilen süreç, aslında “kan ve gözyaşı” ile yoğrulduğundan, uygarlığın toplumsal yaşama henüz yerleşmediğini dolayısıyla barışa her dönem “özlem” duyulduğunu göstermektedir.
Devlet yönetimleri, çeşitli ekonomik, politik, sosyal ve kültürel nedenlerden dolayı birbirleriyle savaşarak insanlığın ciddi kayıplar vermesine neden olmuşlardır. Savaşların galibi olmamasının asıl nedeni de budur. Çünkü bir savaşta her iki tarafta kaybettiğinden az kaybeden kazanmış(!) kabul edilmektedir.
İnsanlığın mağaralardan çıkarak toprağa yerleşmesi, toprağı işlemesi, doğanın kontrol altına alınmaya başlandığını göstermektedir. Çünkü insan, artık kendi besinini kendi üretmeye başlamıştır. Kendi toprağının etrafını çitlerle çevreleyen insanlar, kendi hak ve hukuklarını birbirlerinden korumak adına ilk hukuk kurallarını ve devleti oluşturmuşlardır. Bu durum, sahip olduklarından daha fazlasına sahip olmak isteyen bireyleri engellemeye yetmemiştir. Dolayısıyla bu bireyler, diğer bireylerin sahip olduklarını ellerinden almaya başladığı için toplum içerisinde ekonomik nedenli, güce dayanan bir mücadele ortaya çıkmıştır. Bu durum devletler eliyle yapılmaya başlanması ise “sömürgecilik” kavramının doğuşuna işaret etmektedir.
Üretim araçlarının ve üretim biçiminin değişmesi, toplumsal kuralların da değişmesini beraberinde getirmiştir. Bireylerin bilgi ve bilinç düzeyleri yükseldiği için yönetim, hukuk, din gibi kavramlar sorgulanmaya başlamış ve otoriteye / sömürü düzenine karşı çıkılmıştır. Böylelikle toplumlar, çeşitli şekillerde kutuplaşmaya başlamış ve aralarında mücadele başlamıştır. Günümüzde de bu mücadeleler devam etmektedir. Ekonomik gücü elinden bulunduran insanlar, zaman içerisinde yönetim araçlarını da ellerine geçirmiş ve böylece devletlerin yönetimlerine de egemen olmaya başlamışlardır. Çünkü onlar için tek amaç, sahip oldukları sermayenin katlanması olduğundan bireylerin yaşam standartları ve yaşam koşulları ile ilgilenmemişlerdir.
Ekonomik temelli mücadeleler, yaşamın diğer alanlarında da kendini göstermeye başlamış ve toplum yaşamı etkilenmeye başlamıştır. “Sanayi Devrimi”, “Fransız İhtilali” gibi toplumsal olaylar dünya tarihinin seyrini değiştiren olaylardır. Bu olaylar neticesinde büyük bedeller ödenerek elde edilen kazanımları koruma mücadelesi, günümüzde de sürmektedir. Mücadele için bireyler, “sendikalar”, “dernekler” gibi sivil toplum örgütleri aracılığıyla örgütlenerek sahip oldukları hakları korumak için seslerini çeşitli araçlarla duyurmaya çalışmaktadır.
Günümüzde dünya ekonomik kaynaklarının %90’ına yakını dünya nüfusunun %10’luk kısmının elinde bulunduğu için yeryüzü coğrafyası adına eşitlikten ve adaletten söz edilmesi mümkün değildir. Bir tarafta sermayelerini katlamayı amaç edinen insanlar ile diğer tarafta “insanca” yaşamaya çalışan insanların mücadelesi, “insanlık” olarak içinde bulunduğumuz tablonun özetidir. Daha fazlasına sahip olmak isteyen bireyler yüzünden, dünyanın çeşitli bölgelerinde savaşlar devam etmektedir. Bu savaşlar nedeniyle insanların yaşamları son bulmaktadır. Savaş gerekçesiyle ülkelerin ekonomik kaynakları savunma sanayisine yani silaha harcanmaktadır. Hâlbuki savaşlar olmadığında silaha harcanan para, sağlık, eğitim, gıda, ulaşım ve adalet gibi hizmetlere ayrılırsa toplumun yaşam standartları yükselecektir.
Dünya nüfusunun hepsine yetecek kadar kaynak mevcut olmasına rağmen dengesiz dağılım nedeniyle birçok ülkede insanlar “insani yaşam standartları”nın çok altında yaşam mücadelesi vermektedir. Her ne sebeple olursa olsun, bütün savaşlara karşı çıkmak her şeyden önce “vicdani” bir zorunluluktur. Çünkü savaşlarda insanlar yaşamlarını yitirmektedir. Unutulmamalıdır ki yaşamını yitiren her birey, geleceğimizi aydınlatan bir meşalenin sönmesidir.
Yeryüzündeki savaşların sona ermesi için devletler, sivil toplum örgütleri, barışa özlem duyan ve barışa inanan bireylerin daha fazla çabalamasına ihtiyaç bulunmaktadır. Çünkü ölümlerin, savaşların, açlığın, sömürünün olmadığı, insanların barış içerisinde eşit ve adil bir şekilde birlikte yaşayabilecekleri bir dünyada yaşamını sürdürmek, her bireyin umududur.