Haziran seçimleri yolunda çözüm süreci, başkanlık sistemi ve yeni anayasa tartışmaları
Ülke yavaş yavaş Haziran ayındaki seçimlere endeksli bir gündeme girmeye başladı. Partilerde seçim hazırlıkları artık gündemin tek maddesi haline geliyor.
Son günlerde bir de bürokraside başlayan müthiş bir istifa furyası var. Son gelen rakamlara göre bürokraside istifaların sayısı 700’ü bulmuş durumda.
Bu aslında siyasetin gidişi açısından pek hayra alamet bir gelişme değil. Siyaseti siyasetçilerin ve sıradan halk kitlelerinin elinden alıp bürokrasinin hâkimiyet alanına sokmak demokrasinin ruhuna terstir.
Elbette bürokratların da siyasete aday olma hakkı vardır. Ama artık günümüzde olduğu gibi bürokrasiyi siyaset için bir sıçrama tahtası olarak gören anlayış gitgide yerleşmeye kökleşmeye başlamıştır.
Halkın iradesini yansıtması gereken meclis, adeta bir emekli bürokratlar kulübüne döndürülmek istenmektedir.
Bu konuda karar alıcı makamda olanların bu gidişata müdahale etmeleri, siyaseti siyasetçilere ve halka bırakmak için bu bürokrasiden siyasete atlama furyasına el koymaları gerekirdi. Ancak bugün gelinen noktada böyle bir müdahalenin olmadığı görülüyor.
Şu aşamadan sonra yapılacak en uygun hareket, gerçekten mecliste olmasında fayda görülen, hükümetin çalışmalarında el kaldırıp indirme dışında bilfiil aktif biçimde yer alabilecek bürokratların (Hakan Fidan gibi) seçilerek geri kalanlarına “ilginize teşekkür ederiz” diyerek siyaset kapısını kapatmak olmalıdır.
Bu seçimde gündemi birkaç temel konu belirleyecek: Çözüm süreci, başkanlık sistemi ve yıllardır bir türlü yapamadığımız yeni anayasa.
Çözüm süreci
Çözüm süreci, geçtiğimiz aylarda yaşanan 6-7 Ekim olayları ve Cizre provokasyonu gibi çeşitli yol kazalarında hırpalandıktan sonra son dönemlerde tekrar rayına oturdu.
Önümüzdeki dönemde çözüm sürecinin mimarlarından Hakan Fidan’ın mecliste ve büyük bir ihtimalle de hükümette yer alacak olması sürecin geleceği açısından olumlu bir işarettir. Sürecin bürokrasideki mimarlarından olan Fidan’ın artık işin siyasi aşamaya geçeceği önümüzdeki dönemde muhtemelen siyaset kurumu adına sürecin baş aktörü olacaktır.
Yakın zamanda, eğer daha öncekilere benzer yol kazaları yaşanmazsa, çözüm sürecinde önemli gelişmelere şahitlik edebiliriz.
Yeni anayasa
Ülke olarak 2002’den bu yana güçlü bir tek parti iktidarı ile yönetilmemize rağmen yeni anayasaya bir türlü kavuşamadık.
Çeşitli sebepler ve gerekçelerle anayasa çalışmaları hep akim kaldı. Demokrasiye yeni adım atan ülkeler bile kısa süre içinde yeni anayasalarını hazırlarken biz hala başladığımız noktada duruyoruz.
Geniş tabanlı mutabakat temelinde bir anayasa hazırlanmasının mümkün olmadığını daha önce defalarca belirtmiş ve bu noktada iktidarın asgari müştereklerde buluşabileceği bir partiyle bir araya gelerek bu işi çözmesi gerektiğini yazmıştım.
Ancak olmadı; bu dar tabanlı mutabakat da sağlanamadı. Şimdi Haziran seçimleri sonrası oluşacak meclis tablosunu bekleyeceğiz.
Eğer AK Parti tek başına anayasayı değiştirme ya da en azından referanduma götürmeye yetecek çoğunluğa ulaşabilirse bir şansımız var demektir.
Yoksa en az bir dönem daha darbe anayasasına mahkûmiyet devam edecek.
Başkanlık sistemi
Hükümet sistemine ilişkin tartışmalar uzun bir süredir Türkiye’nin öncelikli siyasal gündem maddelerinden birini oluşturuyor.
Aslında bu tartışmalar şu sıralar yoğunlaşmış olsa da Türkiye için yeni değil. Tarihsel açıdan bakıldığında, bu tartışmalar yaklaşık bir buçuk asırdır devam etmektedir.
1876’da başlayan Birinci Meşrutiyet dönemi ile birlikte ülke ilk defa parlamenter hükümet sistemi ile tanıştı. 1908’de yapılan değişikliklerle birlikte klasik parlamenter sistem tüm unsurlarıyla anayasa metnine yerleştirildi.
Bu değişiklik sonucu bir tarafta, siyaset dışı olmasına ve sorumsuzluğu devam etmesine rağmen, yetkisiz bir padişah, diğer tarafta ise seçimle işbaşına gelen parlamentonun içinden çıkmış yetkili ve sorumlu bir hükümet vardı.
İki başlı yürütmeyi esas alan bu sistem tipik İngiliz parlamenter monarşisidir. Aslında teoride sorunsuz işlemesine rağmen, bu sistem istikrarsız hükümetler ve kaotik bir yürütme gücünü de beraberinde getirdi.
Çünkü padişah siyaset dışında kaldığı için partiler üstü kalmayı başarabiliyordu.
Oysa bu sistemin içine güçlü bir siyasi figürü cumhurbaşkanı olarak yerleştirdiğinizde karşınıza iki seçenek çıkar: Ya güçlü cumhurbaşkanı, başbakanı devre dışı bırakarak tek başına yürütme gücünü elinde bulunduracak ya da güçlü bir başbakan ve güçlü bir cumhurbaşkanının birlikte yürütme gücünü ellerinde bulundurdukları ve adeta bir güç savaşına dönen kaotik bir ortam yaşanacaktır.
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte sistemin temel figürü olan Mustafa Kemal, parlamenter sistemlerdeki ‘yetkisiz’ ve ‘sorumsuz’ cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu ancak ‘yetkisiz’ ve ‘sorumsuz’ bir pozisyonda olması gerekirken, siyasetin ve sistemin tek belirleyicisi haline geldi ve bu sistem 1960 darbesine kadar devam etti.
1961 Anayasası ile birlikte, parlamenter sistemin gerektirdiği iki başlı bir yürütme mekanizması oluşturuldu. 1961 seçimleri ile başlayıp 12 Eylül 1980 tarihine kadar devam eden süreçte, bir yandan istikrarsız hükümetler ve koalisyonlar söz konusu olmuş, diğer yandan da bu anayasanın öngördüğü vesayetçi yapı ve kurumlar nedeniyle yürütme çok başlı bir pozisyon sergilemiştir.
1982 Anayasası da özü itibariyle aynı yapıyı sürdürdü. Çünkü önce 1961 ve sonra 1982 Anayasalarını hazırlayanlar, bu yapının devamını, anayasa metnine yerleştirdikleri kurumlar aracılığıyla sağladılar.
Özellikle 1961 Anayasası bu anlamda oldukça kalıcı etkiler bırakmıştır. Aslında bazı kesimlerin ısrarla gündeme getirmeye çalıştığı “1961 anayasası şu ana kadar hazırlanan en demokratik ve özgürlükçü anayasadır” tezi bir aldatmacadan başka bir şey değildir.
Bu anayasaların hazırladığı ortam neticesinde ülke hükümet gücünden yoksun bir pozisyona sokularak ve halkın seçtiği siyasi otoritenin karar alması engellenerek ülkede bir kaos ortamı oluşması sağlandı.
Benzer sorunlar 1990’larda da yaşandı. Parçalanmış parlamento yapısı, uzlaşamayan siyasi partiler, zoraki kurulan koalisyonlar ve istikrarsız hükümetler bu dönemin kaderi olmuştur adeta.
3 Kasım 2002 seçimleri tek partili bir iktidar oluşturarak hükümet açısından bir istikrar temin etmiş olsa da, bu dönemde de başbakan-cumhurbaşkanı ilişkileri açısından sorun farklı bir boyutuyla devam etmiştir.
2007 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimi süreci, bu yapıyı oluşturan ve statükonun devamını arzulayanların mevcut konumlarını korumaya çalışmalarına sahne olmuştur.
367 krizi, Mecliste yapılan oylamaların engellenmesi teşebbüsleri, Cumhuriyet mitingleri ile darbe ve muhtıra girişimleri bu çabaların sonucudur.
Netice itibariyle 2002’den bu yana güçlü bir hükümet olduğu için çift başlılıkla ilgili sorun pek göze batmıyor (2002-2007 arası Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlığı dönemi hariç) olsa da güçsüz hükümetlerin ve koalisyonların olduğu dönemlerde sorun tüm açıklığıyla ortaya çıkıyor.
Bu da siyasi ve ekonomik istikrarsızlığa yol açmakta. Hatırlatmak gerekirse 1960 darbesi ile 1980 darbesi arasındaki dönemde 20 hükümet kurulmuştur; ortalama olarak senede bir hükümet değişmiştir.
1980 ve 1990’lı yıllara gelirsek; merhum Özal’ın cumhurbaşkanı seçildiği 1989 yılından 2002 yılındaki seçimlere kadar geçen 13 yılda toplam 11 hükümet kurulmuştur; yani ortalama hükümet ömrü bir yılın biraz üzerindedir.
Bu istikrarsız yapının kaynağı daha önce de belirtildiği gibi 1960 ve 1980 darbeleri sonrası hazırlanan anayasalardır.
Başkanlık sistemi ülkeyi böler mi?
Başkanlık sistemine ilişkin tartışma sürecine bakıldığında, öne çıkan argümanlardan birisi de başkanlık sisteminin öngördüğü federal yapının Türkiye’yi böleceği endişesidir.
Ancak burada hükümet sistemi ile devlet sistemi kavramlarını karıştırmaktan kaynaklı bir hata ya da yanıltma söz konusudur. Başkanlık sistemi bir hükümet sistemidir, federatif eyalet sistemi ise bir devlet sistemidir.
Örnek vermek gerekirse, bizdeki gibi parlamenter sistemle yönetilen bazı ülkeler federatif devlet modelini esas alırken (Almanya), hükümet sistemini başkanlık (veya krallık) olarak belirleyen ama federatif devlet modelini seçmeyen (İskandinav ülkeleri gibi) ülkeler de mevcuttur.
Yani sonuç olarak federal yapı, başkanlık sisteminin doğal bir sonucu değildir.
Bazı kesimler de başkanlık sistemini tartışmayı “cumhuriyetin kazanımlarını” kaybetmek olarak göstermeye çalışmaktadırlar.
Parlamenter sistem ya da diğer sistemlerin her toplumda aynı sonuçları vermeleri beklenmez çünkü hiçbiri mutlak ve evrensel nitelikte değildir. Her ülke kendi şartlarına göre hükümet sistemi tercihinde bulunabilir.
Başlangıçta yapılan bir tercihin revize edilmesi ya da değiştirilmesi çabası, iddia edildiği gibi bir ülkeyi bölmez.
Elbette her sistemin artıları ve eksileri mevcuttur. Yani Cumhuriyet bu sistem üzerine bina edildi diye ilelebet bu sistemde ısrar etmenin bir anlamı ve mantığı yoktur.
Şu anda güçlü bir iktidar ve iktidarla uyumlu seçilmiş bir cumhurbaşkanı olduğu için ortada sorun yok gibi görünse de 2002-2007 arasındaki hükümet-cumhurbaşkanı uyuşmazlığı ve 1990’lı yıllardaki zayıf koalisyonlar ile 1980 öncesi yaşanan kaotik siyasi ortam bu sistemin neden artık gerekli olduğunu açıklayan en iyi örneklerdir.