Hasret kokar adliye duvarları

KÖŞE YAZISI

Haziran’da zordur adliyenin önünde beklemek …

Köy minibüsleri sizi ters bir yönde indiriyor. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen, bir sahra gibi duran bu kasaba güneşin ilk ışıkları ile her tarafı ağır çekimde bırakıyor. Şose yolda indiğiniz minibüs, tozu dumana katıp, bir paravan gibi önünüzden çekilince, bir kadın, bir çocuk ve içinde muhtemelen öğlen azığı bulunan küçük bir bohça bırakıyor geride…

Üzerinde bir kumaş şort var; belini o kadar sıkmışsın ki karnının sırtına yapışması bir yana, toka kısmından sonra kemerin ucu dışa doğru fırlamış. Sonra burnu eprimiş, beyaz  benekler taşıyan siyah bir kundura var ayağında, bir çıta gibi zayıf duran bacaklarını örten toprak rengi çorapların da önemli bir yere gittiğinin izlenimini tamamlıyor; köy yerinde böyle giysiler ne arar deme; hayırseverlerin, artık giymekten bıkıp fukaraya dağıttıkları elbiseler ne güne durur ?

Annen bir eliyle senin kolundan tutmuş, öteki elinde de bohça yürürken, o ürperti veren yapıya doğru uzun bir yol kat ediyorsunuz. Bir yandan sabah serinliğinde önüne düşen gölgeleri ıslatılmış bakkal dükkanlarının önünden geçerken, bir yandan da yaprakları yoksul ağaçların gölgelerinde yürüyorsunuz; güneş ışıkları açılıp kapanan bir yelpaze gibi fırsat buldukça canınızı yakıyor.

Adım attıkça cebinde şıngırdayan misketlerin sesine iyice odaklandığın bir anda adliyenin menziline giriyorsunuz. Sizi kapıda, gömleğinin uç kısmı pantolonundan fırlamış,  oradan da göbeğini kaşıyan bir bekçi karşılıyor. Annen, tuttuğu elini bırakıp koynundan bir zarf çıkarıyor; bekçiye uzatıyor; bekçi kağıdı okurken, annen, suç işlememek için konuşmuyor; bakışları bile değişiyor; lâl bakıyor bekçiye…

Bekçi bir yandan göbeğini kaşırken, bir yandan da sır vermez, yüksek, kunt bir duvarın dibini işaret ediyor. Erken bir saat olmaktan kaynaklı duvarın gölgesi uzun daha. Bulduğunuz ilk yere, başka insanların yanına çömeliyorsunuz; annen bağdaş kurarken, sen oturduğun yerde sırtını duvara yaslayıp, dizlerini kendine doğru çeksen de bunun çok sürmeyeceğini de biliyorsun. Etrafa da göz gezdirmeden edemiyorsun. Git gide insanlar çoğalıyor etrafta, dolayısıyla çocuklar da çoğalıyor; sen ise çoktandır oyuna başlamışsın; cebinden çıkardığın misketleri diziyor, sonra da belli bir mesafe uzaklaşıp, baş parmağın ve işaret parmağın arasına sıkıştırdığın bir misketi, dizdiğin öteki misketlere doğru yuvarlıyorsun.

Oyunlarına çevrede oturmuş annelerin temiz giysili çocukları da katılıyor; sonra saçları keçe kız çocukları da yanınıza geliyor; ortalık çocuklardan bahçeye dönüyor… Hiç kimsenin annesi, oyunlardan dolayı çocuğuna kızmıyor, bağırıp, şakacıktan beddua da etmiyor o gün. Sizler kardeşçe oynarken, annelerin gözleri, derin, gölgeli, keder yüklü bir hal alıyor.

Sonra bir hareketlenme başlıyor; insanların oturduğu yerde kağıt ve poşetlerin dışında yeller eserken, herkesin sırtını döndüğü boşluğun ürkütücülüğü seni kaygılandırıyor, soluğu annenin yanında alıyorsun. Annen, insanların yüzünü döndüğü yöne doğru kalabalığı yararcasına yürürken, bir yandan da seni kucakladığı gibi omuz hizasına kadar yükseltiyor.

Sonra kocaman, obur bir solucana benzeyen yeşil renkli bir araçtan askerlerle kol kola girmiş insanlar iniyor.  Işıksız, ekşi bir ter kokusu sarıyor her yanı. Askerlerin nizami yürüyüşüne rağmen pişik olmuş gibi kalçadan adım atan insanların geçişini izlerken, bir yerde annenin kalbi hızlı hızlı çarpıyor; sonra gözleri çukura kaçmış bir adam, kendisine refakat eden askerden bir bakışımlı zaman çalıyor. Gözleri annen ve senin üzerinde kenetleniyor. İlk etapta yabancıladığın bu bakışlar, çok geçmeden algılarında yer edinmeye başlıyor. Saçlarına karışmış sakallarına rağmen, dudakları arasında, ele vermek istemediği gizli bir tebessüm barındıran bu adamın gözlerinin içine bakıyorsun; ardından evde odanın baş köşesine asılmış, süpürge bıyıklı, traşlı, saçları yana taranmış, boynuna sarı, kırmızı, yeşil fular takmış resimdeki adam düşüyor aklına; annene dönüp bu adam  bizim evde ki resme çok benziyor demek istiyorsun; Vazgeçiyorsun…

Adam, koluna giren asker olduğu halde kamyonet ile adliye arasındaki kısa mesafeyi geçip, kapıdan içeri girerken, gözyaşları çenesinin altına kadar ince bir yol çizmiş annene soramadan edemiyorsun: 

“Babaları da mı Leylekler getirir  anne ?”