Gökten özgürlük bombaları yağıyor

Ortadoğu’daki karışıklık beklenenin ötesinde sonuçlar doğuruyor.
Tunus ve Mısır liderleri devrildikten sonra Bahreyn, Yemen ve Libya ayaklanmaları da giderek büyüyor.
Libya’da Batı’nın koruması altında 42 yıldır ülkeyi yöneten diktatör Kaddafi, isyancıların üzerine uçaklar ve tanklarla saldırınca Batı bu fırsatı kaçırmak istemedi ve hemen müdahale kararı aldı.
Olayı iki yönden değerlendirmek lazım.
Halk isyan etmekte son derece haklıdır.
Tüm Arap ülkeleri 20, 30, 40 yıl boyunca zalim diktatörler tarafından yönetilmekte, diktatörlerin ömrü sona erince yerlerine kardeşleri, oğulları veya en yakın adamları geçerek baskıcı totaliter rejimi aynen sürdürmektedirler.
Ülkenin zengin doğal kaynakları diktatör ve ailesi ile akrabaları ve kendilerine yakın isimler arasında paylaşılmakta, halk ise sefalete terk edilmektedir.
Örneğin Mısır’da halkın yarıdan fazlası günde 2 doların altında bir gelirle geçinmeye çalışırken, Mubarek ailesinin kişisel servetinin yaklaşık 70 milyar dolar olduğu ortaya çıktı.
Benzer bir şekilde Libya’nın zengin petrol ve doğal gaz rezervlerinden elde edilen gelirler Kaddafi ailesi ve kendilerine yakın aşiretler arasında pay edilirken halkın büyük bölümü bu zenginlikten mahrum bırakılmıştır.
Bahreyn’de petrol gelirleri yine ülkeyi yöneten hanedan ile kendilerine yakın Sünni gruplar arasında paylaştırılmışken nüfusun büyük bölümünü oluşturan Şii halk bu paylaşımın dışında tutulmuştur.
Bu örnekleri bütün Ortadoğu coğrafyası için sıralayabiliriz.
Yukarıda da dediğim gibi halklar isyan etmekte sonuna kadar haklıdır.
Bir de madalyonun diğer yüzü var.
Bugün “sivil halkı koruma” bahanesiyle Libya’ya saldıran Batı ülkeleri değil midir ki Saddam’ları, Kaddafi’leri, Mubarek’leri, Bin Ali’leri besleyip büyüten, koruyup kollayan?
Onlarca yıldır halklarını zulüm altında inim inim inletirken diktatörlere karşı kılı kıpırdamayan, dahası bu dikatörlerin iktidarlarının sürmesi için her türlü katkıyı sağlayan Batılı güçler, söz konusu Afganistan, Irak, Libya gibi zengin doğal kaynaklara sahip ülkeler olduğunda hızla harekete geçmekte beis görmemiştir.
Ancak aynı ülkeler, benzer bir şekilde isyan eden halka karşı ordu güçleriyle adeta bir katliam yapan Yemen ve Bahreyn’e karşı çifte standart uygularken ve adeta kıllarını kıpırdatmazken her zaman olduğu gibi yüzleri kızarmamaktadır.
Malumu ilana gerek yok, ancak asıl dertlerinin insan hakları ve demokrasi değil petrol kuyuları olduğu açıkça ortada.
Harekete geçmeleri için de gereken bahaneyi yıllardır besledikleri Saddam dün vermişti; yine yıllardır besledikleri Kaddafi de bugün verdi.
Gelelim Türkiye’nin tavrına.
Libya’da isyan ilk patlak verdiği zaman Sayın Başbakan bu ülkede yirmi binin üzerinde Türkiye vatandaşı bulunması ve bunların kaderinin adeta Kaddafi gibi bir psikopat diktatörün iki dudağı arasında bulunması gibi haklı bir gerekçeyle Libya liderini eleştirme cihetine gitmedi.
Başarılı bir tahliye operasyonu gerçekleştirildi ve bu insanlar Libya’dan çıkarıldı.
Türkiye bugün, bazı çevreler tarafından eleştirilse de, yanlış bir yerde duruyor demek mümkün değildir.
Kendi halkını acımasızca katleden Kaddafi’nin mutlaka durdurulması gerekir.
Ancak bu müdahale Irak benzeri bir işgale dönüşmeden durmalıdır.
Kaddafi güçlerinin hareket ve müdahale gücü etkisiz kılındıktan sonra operasyon durmalıdır zira isyancılar bu kabiliyetten mahrum kalmış Kaddafi birliklerini rahatlıkla mağlup edebileceklerini isyanın başlangıcında göstermişlerdir.
Daha uzun ve farklı amaçlara yönelik bir işgal, zaten iyice derinleşmiş olan Doğu – Batı karşıtlığını iyice derinleştirmekten öteye gitmeyecektir.
Bu bağlamda Türkiye’nin öne sürdüğü şartlar makul ve kabul edilebilir gerekçelerdir.
Libya halkı diktatörü devirmek istemekte sonuna kadar haklıdır.
Kaddafi daha büyük katliamlar yapmaktan alıkonulmalıdır.
Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi bu müdahale sadece Kaddafi güçlerinin operasyon kabiliyeti sınırlandırıldıktan sonra durmalı ve gerisi halka bırakılmalıdır.
Bu coğrafyanın halkları olarak bizler artık bu coğrafyada yeni bir petrol savaşı, yeni bir işgal, yeni bir “özgürleştirme” harekatı istemiyoruz.
Not: Bir önceki yazıma alınanlar olmuş. Yazımda hiç kimseyi töhmet altında bırakacak bir değerlendirme yapmadım. Temayül sonucunda neden bu çizgiye uzak bir ismin birinci çıktığını sordum ki bu gayet doğal ve ilk sorulması gereken sorudur. Ayrıca bir misyon partisi olarak AK Parti'nin de misyonundan uzaklaşmaması gerektiğinin altını çizdim. Kimseye hakaret etmediğim ve töhmette bulunmadığım sürece, birilerinin isteği doğrultusunda veya onların hoşuna gidecek yazılar yazmamın beklenmesini de kendime hakaret kabul ediyorum. (M.İ.S.)