Göklerden Kadınlar Ağıyor
Kadınlar ağıyor…
Bin yıldır süren bir esaretin zincirlerini kırmak için ovanın düzünden, Mardin göğüne yakın kalenin eteklerine ağıyor kadınlar. Ağdıkça, uzak yollardan gelip isyana katılacak hemcinslerini bekliyorlar. Bu bekleyiş uzun sürmüyor. Tarih kadar uzak ülkelerden gelen kadınlar, Halep, Şam, Bağdat, Urmiye ve Kirmanşah kumaşlarından dikilmiş rengârenk fistanlarıyla, tütün, kehribar, gümüş ve tuz taşıyan kervanların arda arda tırmandığı yollardan geçerek, sur kapısı diyelim, Diyarbakır Kapı’ya ulaşınca yürüyüş de başlamış oluyor. Yürüdükçe çoğalıyorlar, çoğaldıkça bin yıldır hükümranlığını sürmüş eril zihniyeti suçüstü yakalamış gibi saf dışı bırakıyorlar. Erkekler lal, erkekler suskun… Söz gelimi baskına tutulmuş gibi uzattıkları ayaklarını geri çekiyorlar erkekler, sağa sola yaydıkları bacaklarını daha bir özenle topluyorlar; anatomik silahlarını bırakıp teslim olmaktan başka çıkar yol bulamıyorlar…
Kadınlar yürüyor; yontma taş, ardından atların, develerin, atlı arabaların, motorlu taşıtların her defasında biraz daha genişlettiği ve bunun içinde yüzlerce yıllık evrim serüveninin geçmesi gerektiği tarihi sokaklarda diyelim… Sokaklar sarı, yeşil, kırmızı desenlerin egemen olduğu binbir çeşit renklerle yürüyen kadınların attıkları her adımla sarsılmaya neden oluyorlar. Sarsıldıkça da dinler, diller çeşitlemesinden bir araya gelen kadınlar, bu tarihi kentin gıyabında, Mezopotamya’nın eril zihniyetinin tarihi ve zulmüyle, tarih önünde, zamanı gelmiş en güçlü hesaplaşmasını yapıyor bugün.
Kadınların sesi, bir birini katlayan dalga boyları gibi devasa bir balyoza benzer hacim bulukça, bu kentin en eski mabetlerinde, dehlizlerinde, mahzenlerinde, kilerlerinde ya da yılanlara boğdurulan taş avluların dipsiz kuyularında, kadim zamanlardan başlayarak“namus için” infaz edilmiş hem cinslerine sahip çıkıyorlar… Erkeğe, itiraz ettiği için üzerine kuma getirilmiş, kuma gitmemek için kubbemsi evin tavanlarına kendini asmış, sevdiğine kaçtığı için aforoz edilmiş, erkek çocuk doğurmuyor diye terk edilmiş, ama her halükarda toplumun dışına itilmiş, eve hapsedilmiş kadınların, kentin Abbaralarında yüz yıllardır asılı kalmış isyanına yoldaşlık ediyor kadınlar…
Bir bakıma ilk taşın dikildiği zamanlardan beri kentin “er meydanı” görevini görmüş alana varıldığında isyan daha görkemli bir hal alıyor. Alana varıldığında eski ile yeni, tarih ile şimdi, düş ile gerçek iç içe giriyor. Burada yürüyen kadınları, geniş bir yelpaze şeklinde taraçalara dizilmiş başka kadınlar karşılıyor. Gılgameş zamanı kadınlardan ve onun öncesinden başlayan kadın olma bilincinden, Hurriler, Persler, Medler, Babilliler, Asurîler ile devam eden ve günümüze kadar gelen devrin kadınlarına benziyorlar, hemcinslerini bekleyen bu kadınlar. Toplanmamışlarda, bir peri, masallardan bulup çıkardığı bu kadınları omuzlarında kanatları olduğu halde göklerden taraçalara doğru ellerinde arbanelerle ağmalarını sağlamış sanki.
Yürüyen kadınları karşılayan yetmiş beş arbaneli kadın, kadim tarihin, anaerkil toplumların çok eski bir geleneğini canlandırıyorlar bugün. Bu kentin kadim çağlarından beri eril zihniyete kurban olmuş, o sebeple de kadim tarihten beri toplana toplana kaf dağı kadar büyümüş hemcinslerinin gördüğü zulmün ağırlığını bakışlarına yüklüyorlar. Aynı zamanda taraçaların en alt kısmında tek başına duran, davul ve tokmağı kuşanmış başkadının işaretini bekliyorlar.
Bir sessizlik anı başlıyor. Taraçaların en alt basamağında davul kuşanmış kadın, arbaneli kadınlara işaret verir gibi, kadim tarihten beri mutlak itti at isteyen davulu gümbürdetiyor. Davulun ilk sesi ile beraber, alnı açık yüksek doruklardan süzülen bulutlar gibi arbanelerden yükselen ritimler, mitolojik ağıtlara dönüşüp dağın ucundan, ovanın düzüne ipil ipil iniyor. İnerken de bir buğu gibi bu kentte zulüm görmüş Keldani, Süryani, Ermeni, Şemsi, Yahudi, Müslüman, Nesturi, Kürt ve Arap kadınların yüzlerce yıldır imdat çığlıklarına yoldaş oluyor… Eril zihniyetin “hoş görü kenti,” dediği bu taş kent, asıl tarihi hesaplaşmasını kadınlarla yapıyor.“hoş görü kentinin,” dinler ve dillerin bir arada yaşaması değil, kadının ve erkeğin birbirini özgür yaşamlarla hoş görmesi olarak tarihin belleğine altın harflerle kazınıyor bugün…