Gece İntikam Kokuyordu

KÖŞE YAZISI

Yüz yıllardır savaşçıların bir ucundan, öteki ucuna yıldırım hızıyla geçtiği kurak bir coğrafyaydı ova. Gılgameş, Darius, İskender ve Derweşê Ebdî’nin sandaletlerinin toza bulandığı yerdi aynı zamanda… “Behr’un Nehreyn,”, “Verimli Hilal,” gibi nazlı isimler takılsa da Ovaya, dem kuraklık devriydi… Kuraklığı kendinden menkul olsa da baharın gelişiyle beraber, cılız otların yeşerdiği, gözün sınır çizemeyeceği kadar geniş bir meraya dönüşürdü.

Zamanın ruhuna paralel olarak kuşakta hançer, omuzda kırma tüfekler, barutlu tabancalar ve güneşin batımına doğru ufukta yelkenleri andıran keçi kılından çadır zamanıydı, o zamanlar. Talan zamanıydı aynı zamanda; aşiretin er kişilerinin, bir şafak vakti baskın düzenleyip, yarısını kurtardıkları hayvan sürülerini önlerine katarak, obalarına döndükleri av zamanıydı… Ölmek ve öldürmek şah damarı kadar yakındı insana; bir o kadar meşruydu; bir o kadar cesaret ya da esaret işiydi.

Aşiretler vardı ya… İntikam almak yine öldürülenin en yakın hısımına kalıyordu; derece dereceydi intikam alma sırası; kardeşlerden başlardı… Kardeş yoksa amca çocukları, onlarda yoksa ikinci kuşak amca çocukları, onlarda yoksa bu böyle sürüp gider en sonunda bu görev birilerine verilirdi. Hele ki öldüren, pişman değilse, kan parası ödemeyi ret ediyorsa; ovanın üzerinde uçan şahin olunur, bir kertenkele gibi hangi deliğe girmişse bulunur, kan, kan ile temizlenirdi; baş dikleşir, gözler parlar, cıgaralar sarılır, bir şenliğin buğusu obanın çadırları arasında gezinirdi o zamanlar.

Ağabeyi öldürüldüğünden beri doğru düzgün uyumamıştı Reşo. Aşiret çadırlarının olduğu yere de gitmiyor, peşindeki sürüsüyle karış karış geziyordu ovayı; bir eli çakaralmaz da, bir eli hançerinin kınındaydı. Uçan kuştan, esen yelden, yol üstünde karşılaştığı delilerden, dervişlerden, sürüye su içirdiği kuyu başlarındaki insanlardan, ihtimalinin esemesi okunan her kesten ve her şeyden Tayy aşiretinden Bedro’yu sorardı; eşkıya Bedro’yu.

Gece oldu mu sürünün ortasına serdiği abasının üzerine uzanır, yıldız yağmuruna tutulmuş gökyüzüne dikerdi gözlerini; sonra Ay’ın yüzünde, hülyalara dalan gözlerinin perdesinde ağabeyinin suretini görürdü. Dalyan gibi bir adamdı ağabeyi; talana giderken, insan boyunu geçen küheylana atlar, göğsüne çapraz astığı tüfeğiyle birlikte, iki kolun zor kaldıracağı bir gürz taşırdı tek eliyle; gürzüyle çadırların direklerine vurur, deprem vurmuş gibi çadırlar oldukları yere düşerlerdi. Sonra önlerine çıkan her kim olsa affetmez, bazen işi öldürmeye kadar vardırırdı; gecenin sonunda önlerine ganimet denen ne varsa katar, toz bulutuyla beraber ufukta görünürlerdi aşiret delikanlıları.

Reşo uzandığı yerden doğruldu. Sardığı sigara yaprağının kenarını diliyle ıslattı; sonra yeni yeni terleyen bıyıklarının ucunu elleriyle sıvazladı. Sigara dumanını yüreğinin yangınını söndürmek ister gibi derin derin çekiyordu ciğerlerine. Bedro’y ile karşılaşmasına az bir zaman kaldığını hissediyordu artık. Çemberin daraldığını, sora sora ona çok yaklaştığının farkındaydı. Tabancasını daha bir kontrol ediyor, koynundan çıkardığı yağlı bezle sırtını, horozunu, kenarlarını, namlusunu temizliyordu.

Geceler nede olsa, “suç işlememekle beraber,” baskınların suç ortağıydı. Sürüyü burada bırakacak, toy bir leopar gibi çölün bağrında açılmış yarıkların, ayın şavkının vurmadığı gölgelerde ilerleyecek, yamaçların, tepelerin başladığı yerde, hep bir dumanın yükseldiği mağarada Bedro’yu kıstıracaktı. Tabancanın horozunu çekecek, “tık” diyen metal sesi ile birlikte, Bedro, ensesine dayanmış tabancadan haberdar olacaktı. Sonra Reşo, “Hem ağabeyimi öldüren, hem de alay edercesine kan parası ödemeyen sensinsin ha..” deyip…. Sonra ağabeyinin intikamının nişanesi olarak da Bedro’nun kesik kulağını, aşiret obasının bulunduğu meydana götürüp atacaktı.

Elindeki çubukla, köze dönmüş ateşi son kez karıştırdı. Dumanla beraber küller, gümüşi renkte ince bir yol çizerek göğe doğru yükseliyordu. “kalkma zamanı,” dedi içinden; elindeki çubuğu, havı sönmüş köze atıp, ayaklanacaktı ki ardından bir “tık” sesi geldi. Sonra ensesiyle, saçlarının buluştuğu bölgede bir namlunun soğuğunu hissetti. Kolları iki bez parçasına dönüşmüş halde yüzünü döndü Bedro’ya. Yaşlı kurtlara benziyordu Bedro; siyah sakalları, pala bıyıkları ile örtüşmüş, koyun derisi gibi bir koku ile birlikte mütemadiyen yağ gibi parlıyordu saçları.

Gecenin karanlığı, aydınlığa yenilmemişti daha. Öldürmenin, bağışlamaktan daha tatlı geldiği en karanlık dem’di. “şimdi seni de ağabeyin gibi öldüreceğim Reşo, sonra da sürünü peşime takıp gideceğim,” dedi Bedro. “Ama istersen, başka bir anlaşma yapabiliriz,” “ağabeyinin canına karşı, senin canını bağışlarım, kan parası olarak da sürünü sana bırakırım, ” dedi.

Reşo, güneşi, yıldızları, oğlakları, tayları ve aşkları düşündü bir an. Ağabeyinin yasını yüzüne sürdüğü küllerle yaşayan yaşlı anasını… Bir ergen olduğunu anımsadı sonra, el bileklerinin ne kadar cılız olduğunu gördü. En önemlisi de korktuğunu, nabzının hızla attığını duyumsadı. Çok zamanı olmadığını bildiğinden olacak, başıyla olur anlamında başını salladı…

Bedro, gasp ettiği silahlarla uzaklaşırken, aydınlık yer yer karanlığı kovuyordu artık, şafak söküyordu…

Reşo’ya sorsan, doğacak gün, sonra gece, aklın alamayacağı bir şelale gibi mekânsızlığa ve zamansızlığa dökülüyordu; bundan sonra da hep öyle akacaktı…