Geç Kalmış Bir Yüzleşme!

KÖŞE YAZISI

Bu yazıyı sırf kendim için yazıyorum. Hayatımda bana diretilen, öğretilen eski benle, üç yıl içinde yaşadığım yoğun travma sonrası, hislerimle yüzleşmem,  bir yerde kendime attığım şamar…

İç Anadolu da küçük bir şehirde dünyaya geldim. Fazlasıyla muhafezakar, tutucu, milliyetçi duyguları hat safhada sessiz, sakin, kendi kabuğunda örümcek ağları ören bir şehirde merhaba dedim günışığına.  Çocukluğumda benim için dünya, sadece o şehrin çarşısından, mahallesinden, köylerinden ibaretti. Mahalledeki arkadaşlarımla, annelerimizin bizlere yaptığı çöp bebeklerle evcilik oynamak en mutlu olduğum anlardı. Hayallerimizde ancak bünyemizin kaldıracağı masumiyetteydi. Bir gün gerçek sarı saçlı bebeklerimizin olduğu evcilikleri büyük bir iştahla anlatırdık birbirimize. Hepimiz birdik…

Büyük adamlar olmanın ilk ve tek koşulu olan okul sıralarına oturmaya başladım, okuyup, vatan, millet, ülke için hayırlı bir evlat olacaktım. Öyle olmam  içinde ilk şart öğretmenlerimin dediğini yapıp, düzenli okula gidip gelmek, bana öğretilen her şeyi sorgulamadan, kitaplarda yazılan şekliyle ezberleyip su gibi içmekti. Bende aynen öğretmenlerimin ve onların kitaplarında yazan parlak bir öğrenci oldum. Varlığımı Türk varlığına armağan edip, Atatürk İlke ve inkılaplarını sonsuza dek hayatımın vazgeçilmez kuralları olarak idrak etmem gerektiğini  ezberlemeye başladım. “Andımızı” okul bahçesinde sıklıkla okuyan öğrenci oldum. 23 Nisan törenlerinde bando takımında yer alıp kâh bayrağımızı taşımakla şereflendirildim, kâh bando takımında Türk evladına yaraşır müzikleri çaldım. Törenlerde şehrimin en değerli insanları olan valilere, apoletli amcalara önlerinden geçerken en onurlu selamlarımı verdim. Nasıl vermezdim, ben dünyayı dize getiren o muhteşem ırkın bir evladıydım.

Aynı onurlu öğrencilikle liseye başladım, değişen bir şey yoktu, ben üstün ırkın evladı olarak bu cennet vatanı bölmek isteyenlerin karşısında duracaktım. Hocalarımın bana oku dedikleri romanları okudum, yap dediği resimleri yaptım. Dünya değişiyor, Türkiyede bundan nasipleniyordu. Özel radyolar ve özel TV ler açılmaya başladı. Zaten TRT yi hiç sevmezdim, açılış istiklal marşıyla, kapanış yine saygı duruşu istirhamında gene marşlarla yapılıyordu, sıkıyordu artık beni bu marşlar (bunu açık açık hiçbir öğretmenime söylemedim), belki özel TV lerde hayatımız renklenirdi. Nitekimde acayip renklendi, daha bir insan olmayı öğrenmeye başladım! Saat başı haberler verilmeye başlandı ülkemin gün içinde yaşadıklarına dair. Ağıtlar duyuyordum haberlerde, askerde şehit olmuş insanların, annelerinin babalarının eşlerinin çocuklarının ağıtlarını. Haberlerde şöyle deniyordu, ülkemizi bölmeye çalışan, dış güçlerin silah ve mühimmat yardımı yaptığı terör örgütü, doğu ve güneydoğudaki halkımızı kandırarak kendilerine elaman temin edip, hain pusularla askerlerimize ateş etmesi sonucu şu kadar askerimiz şehit oldu. Anneler bin evladım olsa binini de elini kınalayıp askere gönderirim diyordu ağıtları arasında, onları teselli etmek için gönderilen apoletli komutanın karşısında. Anneler ağlarken bende ağlıyordum. TV karşısında Atatürk’ün “ söz konusu vatansa gerisi teferruattır” sözünü bir ülke büyüğümden işittiğimden beri,  ağlarken gerisi teferruattır ninnisini söylüyordum.  Doğuda yaşayan insanlarımızın hayatları hakkında bildiğimse, Bam teli programından Tayfun Talip oğlunun o şiirsel diliyle izah ettiği hikayelerdi. Müptelası olmuştum o programın, her bölümünü merakla bekliyor, ayakları yalın, üsteleri perişan kürt çocuklarının öykülerini ağlayarak izliyordum. Onları terör örgütünün elinden ancak, iyi, kaliteli, Atatürk ilke ve inkılaplarının fazlasıyla belletildiği bir eğitimle kurtulabilirdi. Oralarda bir köy vardı, o köy bizim köyümüzdü ve orda yaşayan yoksul halkta ancak bizim mükemmel eğitim sistemimizle refaha erecekti.

Vatana, millete hayırlı bir evlat olmanın ilk elle tutulur göstergesi olarak üniversiteye adım attım. Siyasetin fazlasıyla dillendirildiği, sokaklarında öğrencilerin coplandığı ülkemin başkentine gittim. Annem her telefonda, aman kızım kimseye bulaşma, olaylara karışma bak ne halle okutuyorum seni diye söylerdi. Birazda onun ısrarıyla hiçbir guruba, hiçbir siyasi görüşe ortak olmadan tek bir cop yemeden gidip gelmeye başladım. Küçük şehrimden uzaklaşmakla, farklı memleketten gelen güzel insanlarla tanıştım… Ki fazlasıyla ırkçı insanlarlada… Alevi, kürt bir arkadaşım vardı. Beni şaşırtan ilk o olmuştu, bana belletilen hiçbir şey onda yoktu. Dürüsttü, edepliydi, saygılıydı diğer insanlara, karşısındakini yargılamadan dinliyordu. Allah Allah oysa o hem kürttü hemde alevi, bana öğretilene göre o ülkemi bölmeye çalışan biriydi oysa. Bir gün köyü basan terör örgütünün iki köylüyü öldürdüğüne dair TV ve gazetede çıkan haber üzerine, inanmıyorum hacer bunu gerillaların yaptığına dedi. Neden dedim? Siz hiçbir şey bilmiyorsunuz, benim köyüm kaç kere askerler tarafından yakılıp talan edildi biliyor musun dedi? İnanmadım ona. Şöyle bir cevap verdim, asker kıyafeti giymiş PKK lılar olmasın onlar… Sonra ikimizde sustuk…Şimdi o arkadaşımı bulup kendisinden özür dilemek istiyorum verdiğim cevabın utancını yıllar sonra yaşasam da. Ona uzak olduğum için, aptalca bir cevap verdiğim için boynuna sarılıp ağlamak istiyorum…

Ve adam oldum üniversiteyi bitirince…

Çocukluğumdan beri üniversiteyi bitirince adam olacaksın diyorlardı. Üniversite bitti, ehh onlara göre bende adam olmuştum işte…

Dön geri küçük şehrine. Başladık çalışmaya elimiz para görmeye gönlümüz gezmeye başladı. Değişen bir şey yoktu, hala ben servise binerken sabahın köründe el kadar bebelerin varlığını türk varlığına armağan ettiğini duyuyordum/duyuyorum. Ben adam oldum yaa, sıra onlarda…

Ve hala analar ağlıyordu, ağıtlar dönem dönem çığlıklara dönüşüyordu. Çığlıkların yükseldiği zamanlarda servisteki konuşmalardan nefret ediyordum. “En iyi kürt ölü kürt”, “bunlara fazla yüz verildi” lafları canımı acıtıyordu…

Çığlıklar hepte birilerinin barışı konuşmaya başladığında daha çok yükseliyordu.

Askerle PKK nın karşılıklı çatışması sonucunda ölen bir gerilla hastaneye getirilmişti, hemşirelik yapan arkadaşımdan öğrendim gerillanın durumunu… Gencecik bir çocukmuş…

21 Ekim 2007 dağlıca baskını 12 şehit…

O haberi duyduğum akşam sabaha kadar ağladım…Neden diye sordum…Neden tam barışa bu kadar yaklaşmışken?...Kendimi hem askerin annesinin, bacısının, eşine yerine koyup ağladım, hem gerillanın annesinin, bacısının sevdiğinin yerine…

Neden sorusuna cevap bulmak için okumaya başladım, güneydoğu gazetelerini takip etmeye…hatta kalktım Güneydoğuya gittim…  Ve Taraf okudukça…

Okudukça Diyarbakır ceza evinde insanlara yapılan işgenceleri, okudukça Dersim sürgününü, okudukça Ermeni tehcirini, okudukça insanların sırf ana dillerini konuşmamaları için yapılan zulümleri, okudukça faili meçhul cinayetleri, okudukça vatan evlatlarımızın şehit denilerek nasıl yok edildiğini, dinledikçe gözyaşlarının özünü… Travma geçirdim…

 Okul hayatım boyunca beni adam edenlerin beynime kazıdıkları her şeyin yalan yanlış olduğunu anladıkça, algıladıkça, ülkemde yaşatılan acılara şahit oldukça kimliğimden tiksindim…Ki sırf o kimlikten dolayı birilerine işgence edildiyse, ediliyorsa nasıl kabullenirim…Çok büyük bir laf ettiğim farkındayım. Ama ben artık kimliksizim. Her şeyden önce Allaha olan inancım kimliksiz olmamı emrediyor…

Bu ülke, topraklar bir Türk’ün olduğu kadar, bir Kürt’ün de, bir Ermenin de, bir Laz’ında, bir Alevi’nin de…Hiç birimiz birbirimizden üstün yada üstte olamayız…Ben daha üstünüm dedikte ne oldu, onca acılı hayattan geriye ne kaldı…İnsanları evlerinden, yurtlarından, eşlerinden, analarından, çocuklarından kopartınca, onlara olmadık işgenceleri yapınca ne oldu?...

Asıl şimdi kendimi adam olmuş hissediyorum…

Vicdanım kalıplara, sınırlara, sıfatlara, dillere, dinlere, tenlere takılmadan mazlumun yanında duruyor…

Çok şükür…