Futbol, Paket ve Sigara
Çocukluk yıllarımda Türk futbolu tüm çabalamalarına rağmen Avrupa takımları karşısında bir türlü başarılı olamıyordu. Milli takım da buna dâhildi… Kamuoyunu teselli etmek ise spikerlere düşerdi. Maçlar devlet televizyonu TRT’de veriliyordu ne de olsa… Devlet, yaşanacak hezimet karşısında halkın duygularını da teselli edecek bir önlem almalıydı. Maçı anlatan spikerler buna göre seçilirdi sanki. Ertesi gün yazılı basına yansıyan başlıklar da spikerlerin teselli tellallığıyla paralel iş görüyordu. “iyi oynadık ama kazanamadık… Bir dahaki sefere… Teşekkürler çocuklar… Türkiye sizinle gurur duyuyor…” böylesi bir terane uzayıp gidiyordu... Futbol fanatiği gençler ise spikerlerin bu yorumları karşısında duygulanmadan, gözleri sulanmadan edemiyorlardı artık; yenilgi unutulmuş, herkes futbolcuların nasıl cansiperane oynadıklarını konuşuyordu artık. Hele gözü kaşı yarılan bir futbolcu da varsa ortalıkta, vadideki zambak gibi en büyük övgü de ona ayrılırdı.
Gün geldi, Avrupa kulüplerinin alt yapıları, tesisleri, standartları araştırıldı. Her Türk kulübü olmasa da birçok kulübün tesisleri buna uyduruldu. Statlar ışıklandırıldı… Maçlar gece oynanmaya başlandı. Futbol kabuğunu kırıyordu. Örneğin futbolcuların ayaklarındaki kramponlar tek tip olmaktan çıkıp rengârenk olmaya başlamıştı. Takımlar fanatikler için “orijinal” formalar üretemeye başlıyordu; kulüpler hem para kazanıyordu, hem de Avrupa’da olduğu gibi türbinlerde renkli görüntülerin oluşmasını sağlıyordu. Futbola cesaret geliyordu… Hep savunma pozisyonunda olan Türk takımları, artık saldırı pozisyonuna geçmişti. Nede olsa işin püf noktası anlaşılmıştı; “en iyi savunma saldırıydı,” çünkü. Teknik üstünlük olmasa da “iman gücüyle” rakibe saldırılarla birlikte maçlarda kazanılmaya başlanıyordu. Bazen serseri mayın gibi döne döne kaleye yollanan bir top, çatalı sıyırarak gol olabiliyordu. Artık çıtayı yükseltmekten başka çare yoktu. Kulüpler borsaya hisse satıyorlardı artık. Hem takımını desteklemek, hem de para kazanmanın mutluluğunu yaşıyordu taraftarlar. Hal böyle olunca Türkiye bütçesine göre uçuk sayılan rakamlarla futbolcu transferleri yapılıyordu. Hava limanlarına gidilip o futbolcular karşılanıyor, Türk usulü omuzlara alınıyor, üç kez havaya fırlatıldıktan sonra yere bırakılıyordu.
Tamamdı artık… Avrupa’nın en güçlü takımlarını yenecek, Türkün gücünü futbolda ispatlamanın zamanı gelmişti. İlk elemelerde adı sanı duyulmamış, takımlar mağlup ediliyor, teknik direktörler bir sonraki turlar için naralar atıyordu. “karşımıza kim çıkarsa çıksın fark etmez,” diyorlardı. R.Madrid, Barcelona popüler birer isim gibi geliyordu sadece. Kendi içinde devrim yaşadığını sanan Türk futbolu, Avrupa takımlarının dinamiklerini dikkate almıyordu artık. R. Madrid-Galatasaray arasında oynanan ve R.Madrid’in 6-1 lik üstünlüğüyle sonuçlanan maçtan önce galibiyet heyecanıyla coşup taşıyordu Türk seyirciler. Fakat maçtan sonra bilinen bazı gerçekler su yüzüne çıkmaya başlıyordu; örneğin R. Madrid’li BALE’nin transfer ücreti tüm Galatasaray’daki futbolcuların transfer ücretlerinin toplamından daha fazlaydı. Bu da şunu gösteriyordu ki Türk takımları ülkede marka olmaya doğru giderken, Avrupa kulüpleri için bu durum mazide kalmış, çoktan dünya markası olmuşlardı.
Dün sayın başbakan demokratikleşme paketini açıklamak için çıktığı kameraların karşısında uzun uzadıya konuşmaya başladığı ve konuşmasının bütününde aynı cümleleri, farklı kelimelerle tekrarladığı zaman, aklıma yukarıda yazdığım Türk futbol serüveni geldi birden. Bekleyişte olan tüm kesimlere bir teselli konuşmasıydı daha çok. Örnek alınan ülkeler demokraside kıtalar aşarken, burada gıdım gıdım ilerleme devam edecekti anlaşılan.
Kendisine âşık bir insana, iyisin, hoşsun demekten başka umut vermeyen, konuşma uzadıkça da aynı cümleler batağına saplanan ve o anın bir an önce bitmesini dileyen bir halet-i ruhiye deydi başbakan. Paket açıklandığında da bir hayli zorlama bir ciddiyet, bakanlarından birinin gözlerine baksa kahkahayı patlatacak, o yüzden gözlere bakmamak için kendini zorluyordu sanki. Sonra da yaptım oldu diyerek, gazetecilerin sorularını bile almadan salonu terk etti.
Bu arada o daha konuşurken, lise yıllarım aklıma geldi bu defa da… Gazeteye sarılmış bir paket hediye etmiştik sınıf arkadaşımıza. Paketi gördüğünde çok sevinmişti. İçini açtığında ise adeta hiddetinden kıpkırmızı kesilmişti. Sürprizimiz bir kurbağaydı. Hâlbuki o kurbağayı balçığa dönmüş su göletinin içinden çıkarmak için ne kadar da çaba sarf etmiştik. Anlamak istemeyen, anlamıyordu işte…
Başbakanın konuşması bittiğinde üçüncü mandalinanın son dilimini çiğniyordum. Yüzümü buruşturmamın nedeni tamamen mandalinanın ekşiliğindendi… Sigaramın bitmiş olduğunu fark ettim sonra… Bir çırpıda bakkala koşup bir paket sigara aldım. Sonra ikinci paketi aldım, evde bulunsun diye üçüncü paketi aldım. Param olduktan sonra bir düzine paket alabilirimdim. Etrafa dağıtabilirdim, yâda dağıtmaya bilirdim. Gücü olan, gelsindi alsındı benden… Başbakanı dinledikten sonra onun duygularına tercümanlık mı yapıyordum ne?
YÜKSEKOVAHABER