Eller kan çanağına uzanmışken

KÖŞE YAZISI

Her felsefi düşüncenin yaratılmışlar arasında kendisine mümtaz bir konum biçtiği her beşeri ideolojinin dokunulmazlık zırhına büründürdüğü birer favorisi bulunmaktadır. İslam inanç sisteminin de en favorisi hiç kuşkusuz Allah’tan sonra Allahın yeryüzündeki halifesi insanının ta kendisidir. İslam, insanı hayatın merkezine insan hayatını da en dokunulmazların liste başına koymuştur. İnsan hayatına biçtiği değeri Allahın meharimi olarak telakki etmiştir. Hatta bu sebepledir ki bir insanın hayatını biçmek bir aleme kıymakla eşdeğer bir suç olarak sayılmıştır. Bırakınız insanın hayatına kastetmeyi kalbini kırmayı bile Allahın evi olan Kabe’yi yıkmaktan beter sayılmıştır. Kabe’den söz açılmışken mevzuumuzla alakalı tarihe mal olmuş bir Kabe anekdotunu paylaşayım siz değerli okuyucularımla. Günün birinde Mekke şehrini vuran selde Allahın evi olan Kabe de büyük bir hasara maruz kalmış ve yıkılmıştır. Mekke’de meskun bütün kabileler ortak bir güçle Kabe’yi yeniden inşa etmek için güç birliği yaparlar. Her şey güllük gülistanlık gidiyor derken ellerin kan çanağına uzandığı an gelir. Kabe’nin en kutsal parçası olan Hacer-i Esved’i yerine koyma şerefi. Her kabile bu şerefin kendisine nasip olmasını ister. Ama anlaşmazlığın neticesinde savaşa sevdalı eller, güç ve iktidarlarını insanların bedenleri üzerine kuranlar, yükselmek için başkalarını ezmeyi sırtlarından yükselmeyi marifet sayanlar Kabe’yi nefsani ihtiras ve tutkularına alet ederek bu gerekçeyi bir zorunlu savaş gereği haline getirirler. Ta ki O (s.a.v.) el-emin, en güvenilirin hakemliği kabul edilinceye kadar.
Niye mi anlattım bu tarihi yaşanmışlığı kestirmeden söyleyeyim güncel olarak yaşadıklarımıza ışık tutacağını umduğumdan. Bir başka deyişle var olan problemimize çözüm modeli olabileceğini düşündüğümden dolayı. Nasıl mı? Şöyle özetleyeyim.
Kutsallığı insan emeği ile olmayan ve fıtri olarak Allah tarafından kendisine bahşedilen siyah taşı makamına yerleştirmek için hakem olarak kabul edilen El-Emin Muhammed, kendisine verilen bir örtünün üzerine siyah taşı koyarak her bir kabileden bir kişinin örtünün bir ucundan tutmasını ve birlikte taşı makamına kadar kaldırmalarını istemiş ve taşın makamına geldiği zaman kendi elleri ile taşı yerine koymuştur. Böylece genç ama akil bir adam olan Muhammed (s.a.v) kan çanağına uzanan ellerin bileklerinden tutup onları barışa mecbur kılmıştır.
Gelgelelim o günden bugüne, ortadaki sorun belki Allahın evinin en kutsal parçası olan Hacer-i esved yerine koyma meselesi değil ama ondan da daha kutsal olan insanın hayatıdır. Belki kan çanağına uzanan el sahipleri Abduddar, Adiy ve Kureyşi’ler değil ama bugünküler de dünkü insanların halefleridirler.
Peki, var olan sorunumuzda bu yaşanmışlıktan bize pay olarak ne çıkar, sorunumuza ne tür bir çözüm katkısı sunar derseniz cevaben ben de derim ki:
Peşinen şu dini ilkeyi dile getirerek söze başlayalım. İnsanın hiçbir dahli ve etkisi olmaksızın fıtri bir hak olarak insana bahşedilmiş bir hakkı yok saymak Allah’ın azametine gölge düşürmektir. İlahi takdir gereği farklılığı olan bir halkı tümden yok saymaksa haşa Allah’ın birer yaratılış ayetini yok saymakla eşdeğerdir. Zira İslam inancına göre halklar ve diller Allahın azametine işaret birer ayettirler. Bu münasebetle hiçbir ırkın, dilin başka bir halka ve dile üstünlüğü bulunmamaktadır. Ama malumunuz olduğu üzere bu ilahi tecellinin birer azamet tezahürü olan bu farklılık hep bir sorun olarak hayatımızın merkezinde durdu. Bu güne kadar var olan bu sorunumuza çözüm mahiyetinde nice çözüm önerileri sunuldu ama kar etmedi. Madem ivedilikle çözüm bekleyen bir sorunumuz var ve madem çözümsüzlüğü insanımızın hayatına mal olmaktadır o zaman ister yerli ister yabancı her türlü çözüm önerisini masaya yatırmamız gerekmektedir. Askeri cenah yıllarca askeri vesayetin güvenlik merkezli çözüm modellerini kullandı olmadı. Dahası etkinin doğurduğu tepki sorunu daha da çetrefilleştirdi. Siyasiler türlü türlü paktların kriterlerini baz aldı çözüme bir katkı sunmadı. Öyleyse gelin bu halkların birlikte yaşama harcı olan din endeksli çözüm referanslarını masaya yatıralım. Madem bu farklılıkların yegane yaratıcısın Allah olduğunda hemfikiriz gelin onun, yeryüzündeki hayat tasavvurunun teorisi olan kelamının ve dininin realitedeki müşahhas örneği olan peygamberinin çözüm referanslarını da alternatif bir çözüm modeli olarak masaya yatıralım.
Açılımın iptidai mukaddimesinde Açılımın İslami Açılımı diye bir yazı kaleme almıştım. Şimdi de Kabe’nin Hacer-i Esved’inde müşahhaslaşan bir başka nebevi metodu çözüm modeli olarak sunmak amacındayım.
Yaşanılan tecrübelerden anlaşılan o ki ancak herkese ve her kesime eşit mesafede olan bir dininin temel tezleri ortak payda çözüm önerileri sunabilir. Ancak bir dinin evrensel şemsiyesi; hakim olan bir halkın kaygı ve endişelerini bertaraf ederek, mahkum ve mağdur olan diğer bir halkın onurunu iade edebilir. Ancak dinin mensubuna vermiş olduğu manevi cesaret hatalının geçmişiyle yüzleşme cesaretini gösterme erdemliliğini bahşedebilir.
Var olan sorunun çözümsüzlüğünün temelinde kanımca bir kaç temel neden bulunmaktadır. Birincisi tarafların geçmişleri ile yüzleşme cesareti gösterememeleri, ikincisi elde edilmede herhangi bir çabaları ve emekleri bulunmamalarına rağmen var olan farklılıkları bir zenginlik olarak görmekten ziyade bir ötekisi olarak görüp psikolojik dışlanmışlık hissiyatı yaşamaları, üçüncüsü elde ettiklerini ya da elde olanlara bir emanet gözüyle değil sahip oldukları vehmine kapılmaları dördüncüsü de her iki tarafın baş aktörlerinin kendileri dışında tebaalarının hissiyatlarına önem vermeleri.
Oluşmuş olumlu hava ve iyimser sürecin zeminine gelin bir el-emin şalı sererim ve kıyıda köşede her ne varsa probleme dair koyalım bu şalın üstüne ve sorunun bütün taraflarına temsil ettikleri tebaaların oranında temsiliyet hakkı verelim ve hep birlikte bu sorunun kökünü kurutalım.
Kıssadan hisse:
Söz konusu olan insanın hayatı ise çözüme dair her şey mubahtır.