Düşüncenin Mahcup Halleri

KÖŞE YAZISI

Son zamanlarda gökyüzünün serin bulutlarla kaplı olmasını isterdim; doğaya küsmüş topraklara ipil ipil ince bir yağmur yağsın isterdim sonra da…  Pusulasız yollarda diz boyu yükselen tozlar, çamur deryasına değil de katı hamur kıvamına gelsin isterdim;  o yollarda can havliyle koşan kadınların, çocukların ve yaşlıların, topuğu kabuk atan urgan ayakları, pişmiş toprakta yanık acısı duymasın, serin kumlara basarmış gibi rahatlasın isterdim sonra da…
Bugünlerde güle uzanmak istemezdim örneğin; dolayısıyla dağ yollarında bir telaşla yol alan, baldırı çıplak çocukların dizlerine batan dikenler de olmasın isterdim.  Sonra dağın kalbinde öldürmekten ve ölmekten kaçarken, yorulan, susayan insanların soluklanacağı seraplar olsun isterdim. Söz gelimi içildikçe, yüreği serinleten, doyumuna varılmayan sular aksın isterdim.

Koyun görünümlü bodur kayaların, ip ince, kendinden utanan gölgelerine, sadece başlarını sokabilen çocukları gördükçe Sincar dağlarında yol boyu sedirden ormanlar olsun isterdim. Açlık olduğunun erincine varamadıkları tuhaf bir ağrı ile avazları çıktığı kadar bağıran bebekleri gördükçe de o ormanların içinde memelerden süt taşıran çemen otu olsun isterdim…

Sonra kütüphane depolarının tozlu raflarında bulduğum kitaplarda Êzîlerle ilgili öğrendiğim trajik bilgilerin, o bilgilerden yüreğime vuran hüznün ne kadarda iş görmez olduğunu öğrendiğimde de utancımdan yerin dibine girmek isterdim. Bununla bağlantılı olarak da Melek Tavus halkının genlerine işleyen, oluk oluk kanların akıtıldığı kılıçlı katliamların acısını hissetmekten çok, bildiklerimi entel ortamlarda anlatırken, yaşanan trajedinin, yüreğimin derinliğinde değil de dilimin ucunda biber acısı süresinden öteye geçmediği gerçeğini kavradığımda da yerin dibine batmak isterdim.

Haftalarca yüzlerine bir damla su değmeden, kardan adam gibi bir çeşit tozdan insan görünümüne bürünen kadınların, yetmiş iki yok oluş, yetmiş iki ferman, yetmiş iki tecavüz, yetmiş iki cariye döneminden oluşan tarih belleklerindeki korkularını gözlemlediğimde de “acılarınızı anlıyorum,” söylemimdeki hafifliğin farkına vardığımda da yüzüm kızarsın isterdim… ardından, Gabar’ın düzlüğüne sığınan Êzîdîlerin yanından ayrılıp, hüznü de orada bıraktığımı anladığımda, suya sabuna dokunmadan rahat bir yaşama, hijyen yatağıma, sabunlu, havlulu, müzikli, şortlu, klimalı ve gülistan ülkesinde yaşanacak aşkları düşlediğim yerlere döneceğimin kesinliği ağır bastığında da yüzüm yere batsın isterdim… 

Kızgın güneşin mangala çevirdiği kayaların üzerinde bitkisel hayata girmiş, yanık tenli çocuklara yol boyunca tehditkâr bakışlar fırlatan yırtıcı kuşları düşündüğümde de insanlığımdan utandım. Sonra romatizmaları azdıran yokuş yukarı, on günler uzunluğunda pasaportsuz yollardan geçerken Êzîdîler, kurtarıcı olarak Nuh’un gemisi gibi saçma sapan mitsel bir düşünceden öteye geçmeyen çözüm fikrimden dolayı da düşüncemin kıt’lığını öldürmek isterdim.

Derin, gölgeli gözlerini, güneşte kızıla çalan saçlarını, yüzlerine bir maske gibi sardıkları eşarplarla gizleyen annelerin, genç kızların, onlara en yakın erkeklerin bile anlayamayacağı, kadın olmaktan gelen korkularını ses tellerinde hissettiğimde de yüzlerine bakan gözlerimden utandım. 

Her defasında aynı tepeye taşıdığı kayanın yuvarlanmasına ve her defasında aynı kayayı tepeye taşıyan Sisifos’un çilesine koşut bir şekilde Êzîdî halkının yetmiş iki kez ana yurdundan başka yerlere ve başka yerlerden ana yurtlarına dönmek zorunda kaldıklarına, yaşadığım çağda tanık olduğum için ve sadece tanık olarak kaldığım için kendimden utandım.

Yurtlarına düşmüş dev bir bombanın ruhlarına ve pos bıyıklarına sinen tozlu hallerinde, insani yaklaşımların içlerini avutmadığını hissettiğimde… Ve içlerinin avutacak tek şeyin: bizim bile içinde olmadığımız özgür bir yurtta, inançlarını sonsuza kadar özgür bir şekilde yaşamak istediklerinin erincine vardığımda da yetmiş iki ferman yaşamış bir halkı o halkın yüreğiyle anlamadığım için utandım...