Düşe kalka çözüm süreci
Gözümüz gibi baktığımız, üzerine titrediğimiz, zarar gelmesin diye dua ettiğimiz çözüm süreci 6-7 Ekim olaylarından hırpalanmış ve yara almış bir halde çıktı.
Aslında bir yerde bu olayların asıl hedefi çözüm sürecidir şeklindeki tezler sadece komplo teorisi ya da haksız bir söylem değil.
Gezi olaylarından beri Kürt tabanını sokağa çekmeye çalışan ancak bunu bir türlü tabana kabul ettiremeyen ve Kürt tarafı adına Öcalan inisiyatifinde ilerleyen süreçten memnun olmayan derin PKK/Kandil için arayıp da bulamadığı fırsat Kobani meselesi oldu.
Üç tarafı IŞİD kuşatması altında olan, dünyayla tek bağlantısı Türkiye sınırı olup yaşam mücadelesine bu hat üzerinden tutunabilen Kobani konusu bu derin kanat tarafından çok iyi bir araç haline getirildi ve birdenbire süreci tehdit edebilecek bir noktaya geldi.
Türkiye’nin IŞİD’i desteklediği, Kobani’nin düşmesi için çabaladığı yönünde müthiş bir algı operasyonu yürütüldü.
Bu operasyona yakıt olarak da bazı devlet adamı ve siyasetçilerin Kobani konusundaki fikir ve söylemleri kullanıldı.
“Dünyanın neresinde bir soydaşımıza, dindaşımıza zarar gelse onunla ilgileniriz” yaklaşımını benimsemiş olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kobani’nin bizimle ne ilgisi var” şeklinde çok farklı mecralara çekilen açıklaması ve “vatandaşlarımızın akrabalarının yaşadığı Kobani düşmesin diye ne gerekirse yapacağız” demek yerine “Kobani düştü düşecek” açıklaması bu süreçte sürekli istismar edildi.
Bu argüman ve gerekçelerle sokağa çağrılan halk kontrolsüz bir güç olarak hem kamu düzenini ve güvenliğini ama özellikle de çözüm sürecini hedef aldı.
Sonuç itibariyle 50’ye yakın insan bu olaylarda hayatını kaybetti.
“Kürt Gezi’si olarak adlandırabileceğimiz bu olaylardan çözüm sürecinin yara almadan çıkması mümkün değildi.
Nitekim yaklaşık iki yıldır bölgede mevcut olan olumlu hava yerini tekrara “acaba”lı sorulara ve şüphelere bıraktı.
Çözüm sürecinin bitmesi için sadece derin PKK can atmıyor elbette.
Masanın öbür tarafındaki devletin içinde de bu konuda derin PKK ile aynı “paralel”de düşünen ve hatta hareket eden bir kesimin varlığı epeydir biliniyor.
17-25 Aralık süreciyle birlikte bu yapının tasfiyesine başlanmış olsa da, yıllardır devlet içine kök salmış bu ağacın birkaç dalın budanması ile tasfiye edilemeyeceği herkesin malumu.
Bir de legal Kürt siyasi hareketi içinde olup da varlık sebebi olan siyaset ve barışı savunmak yerine silahların ve çatışma ortamının güçlenmesinden medet umanlar var.
Bu akımın en önde gelen temsilcisi ise Aysel Tuğluk.
Tuğluk her konuştuğunda ya da her yazısını okuduğumda karşımda Vural Savaş’ın dişi versiyonu olduğu duygusuna kapılıyorum.
Aysel Tuğluk’un en son ulusalcıların basındaki yuvalarından olan bir sitede yazdığı yazı tam anlamıyla eski başsavcının “militan laiklik” tanımına uyan birinin kaleminden çıkan satırlar.
2007’de cumhuriyet mitinglerine selam gönderirken hatırladığımız Tuğluk bu kez de barış süreci konusunda (yani açıkçası süreci toprağa gömmek için) devletin geleceğini düşünenler ve seküler güçleri imdada çağırıyor.
Bu “devletin geleceğini düşünenler” tabiri aslında bize hiç yabancı gelmiyor;
90’lı yıllar ve 2002 sonrası dönemde “irticaya karşı zinde güçler” göreve çağrılırken de cumhuriyet mitinglerinde “ordu göreve” pankartları açılırken de hep aynı hedef amaçlanıyordu.
Aysel Tuğluk ve temsil ettiği zihniyet Kürt siyasetini ve Kürtleri klasik sol, Kemalist, ulusalcı ve laik tabana eklemlemeye çalışmakta, Kürt tabanının mevcut sosyolojik yapısından açıkça rahatsızlık duymaktadır.
Neyse ki geçtiğimiz günlerde bir TV kanalında konuşan Selahattin Demirtaş, bunların Tuğluk’un kişisel görüşleri olduğunu belirterek bu yaklaşımı tasvip etmediğini gösterdi.
Çözüm süreci konusunda HDP heyeti ile Başbakan yardımcısı Akdoğan arasında en son yapılan görüşme, yaklaşık 2 aydır süreçle ilgili var olan karamsar havanın dağılmasına katkıda bulunacak bir şekilde sonuçlandı.
Hem süreçten dönüş olmayacağını açıklayan hükümet kanadı, hem de sürecin bundan sonraki aşamalarıyla ilgili mutabık olduklarını açıklayan HDP heyeti bu kara bulutların yavaş yavaş dağılmakta olduğuna dair işaretler verdiler.
Derin Kandil de diyebileceğimiz kanadın, HDP içindeki Tuğluk gibi çözüm karşıtları ile birlikte sahnelemeye çalıştıkları ve temelinde Öcalan’ı pasifize etmeyi amaçlayan plan ilk kez çok ciddi bir şekilde uygulamaya kondu ve taraflar arasında bir güvensizlik ortamı oluşmasını sağlayarak kısmen de olsa başarılı oldu.
Bu sabote eyleminin şimdilik bertaraf ediliyor olması ise bir rahatlama sebebi olmamalı; süreç boyunca bu tür komplo ve provokasyonlarla karşılaşmaya devam edeceğiz.
Özellikle de Öcalan’ın ifadesiyle “artık diyalog sürecinden çıkılıp müzakere sürecine girildiği” bu dönemde.
Son yapılan hükümet-HDP görüşmesinde kriz anlarında diyalog kanallarının daha güçlü bir şekilde açık tutulması yönünde varılan mutabakat bu tür komplolar karşısında 6-7 Ekim’dekine benzer krizlerin yaşanmaması adına olumlu bir sinyal veriyor.
Kobani mevzusunda ise apaçık gerçekler göz göre göre yok sayılarak bir kara propaganda yürütülüyor.
Hatırlayın bu söylemi; Türkiye IŞİD’e lojistik ve askeri destek sağlıyor. Barzani yönetimi IŞİD’e karşı Kürtleri koruyamadığı gibi diğer Kürt bölgelerinin IŞİD tarafından ele geçirilmesinden rahatsız değil, aksine bundan memnuniyet duyuyor.
Oysa sonuçta ne oldu: Kandil kaynaklı derin yapılardan beslenen odakların “hain” ilan ettiği Barzani’nin gönderdiği peşmergeler ve askeri yardımlar, yine aynı odaklarca IŞİD’e yardım etmekle suçlan Türkiye toprakları üzerinden geçerek Kobani’nin dünyayla tek bağlantı noktası olan Mürşitpınar sınır kapısı üzerinden şehri savunan Kürt birliklerine ulaştırıldı.
Türkiye yüz binlerce Kobaniliye kapılarını açtı; Kobani savaşında yaralanan yüzlerce YPG’li Türkiye’deki hastanelerde tedavi edildi.
Ama bu odaklar için göstermelik birkaç bombardıman yapmaktan öteye gitmeyen ABD’nin sürece “üçüncü göz” olarak müdahil olması gerekiyor.
Erdoğan’ın Kobani konusunda konuşurken kullandığı bazı ifadeleri eleştirmek mümkündür ama “Kobani işinde başka hesaplar var” sözü kesinlikle dikkate alınması gereken yerinde bir tespit.
Bu sürecin hükümet-Öcalan ekseninde ilerliyor olmasından rahatsız olan odaklar boş durmayacaktır.
Ancak unutmamak lazım; bu ülkenin geleceği, 80 yıl boyunca ülkedeki tüm farklılıkları yok eden, ezen, tek tipçi, milliyetçi ve Kemalizm ile Türk tipi sol düşüncede değil, demokrat, liberal ve özgürlükçü güçlerin ittifakı ve güçlenmesiyle gerçekleştirilebilir.
Çünkü ilk şıktaki anlayış kısaca kendisini “dağa çıkaranı da, dağa çıkanı da, dağdan indireni de asacağız” şeklinde tanımlayan bir anlayıştır.