diorex

Dörd Eyağli Minnare

Dörd Eyağli Minnare

(Bir haftadır yazmak istiyordum ama bitmesi gereken kitaplar, incelenmesi gereken bir tez. Ancak zaman oldu.) Beş altı yaşlarındayım, 80’lerin sonu. Her senenin yaklaşık bir ayını geçirdiğim Diyarbekir’in sokaklarında dolaşır, kara taşlı binalarına vurulurdum. Ulucamii, Hasanpaşa Hanı, Kuyumcular Çarşısı, Marongozlar, Melik Ahmet, Hazreti Süleyman, Postane ve tabii ki Dört Ayaklı Minare. Diyarbekirlilerin deyimiyle Dörd Eyağli Minnare. 

Dört ayak üzerinde nasıl durduğuna, nasıl yapıldığına, dünyadaki sayılı mimarilerden biri olduğuna bakmazdık. Altında oturur, ayaklarının etrafında koştururduk, amcalar minareyi rahatsız ettiğimiz için kızardı ama neyse… 

Az ötesinde duran Postane’nin avlusunda çok şirin bir havuz vardı, o kirli suya ayaklarımızı sokar, serinler ve yine koşturmaca. Başka başka yerler… Hasanpaşa Hanı, şimdiki gibi pahalı ve çok müsrif kahvaltıların olduğu turistik bir han değildi. Üst katları harabeydi, ortadaki şadırvana asılı halı ve kilimler olurdu. Bir iki saat tamircisi ve sigara ağızlığı satan dükkân ayaküstü koca habbeli tesbih satanlar… 

Dağkapı tarafı kalabalık olurdu, hem şehrin eski merkezi hem de neredeyse tüm Güneydoğu hastane için o civarda olurdu. Pek gitmezdim, ben galiba çocukken de sevmezdim, kalabalığı. Marangozlar Çarşısı’nda kahveler olurdu. Beyaz bıyıkları dumandan sararmış amcaların çektiği nargileyi ilk orada görmüştüm. O su nasıl hortumdan ağızlarına gelmez diye uzun uzun bakar, meseleyi çözemez yoluma devam ederdim. Satılmak için duvarlara dayandırılmış tabutları görür, ölümün ürpertisini hissederdim. Yoğurt Pazarı’ndan dedemin evine kadar olan sokak kara kara taşlarla döşeliydi. Kışları onların üstündeki buzlarda kayıp az düşmezdik. Şimdi de bir beste gibi gelir bana demircilerin tak, tak, tak...sesleri. Daha aşağısına Hazreti Süleyman için giderdik, Diyarbekir’i fetheden diğer Sahabe arkadaşlarıyla orada hazırdı. Duvarlara kına sürülür, kadınlar o kınalara küçük taşlar yapıştırdı. Yapıştırdıkları anda tutukları dileğin gerçekleşmesi ellerini çektikten sonra o taşın düşmemesine bağlıymış. İnanmazdım. Ama o türbelerin ayakucunda dua edip, Allah’tan istemekte ise bir huzur bulur ve kalben inanırdım. Parayla Yasin okuyanları da gözüm tutmazdı ama o akide şekerinin lezzeti hala damağımda… 

Yalnız ve ancak bu saydığım sokaklardan kavga hiç eksik olmazdı. Satırlı, döner bıçaklı, tebbuzlu kavgalar… Neredeyse ölüm olmazdı. Bir nebze olsun sineye çekiyorduk bunları, en azından o kavgalarla işi olmayanlar, evinde olanlar mağduriyet yaşamıyordu. Gelin görün ki Vedat Aydın cinayetinden sonra Diyarbekir kaotik ortamdan kurtulamadı. 

Geçtiğimiz hafta o minarenin ayaklarından vurulmasını protesto eden Tahir Elçi’nin kafasına isabet eden kurşun ise çok daha beter bir kaotik ortamdan geliyordu. Tahir Elçi, orada siyasi bir açıklama yapmıyordu. İnsani ve kültürel bir hassasiyetle manevi bir mekânın dibinde barış çağrısı yapıyordu. Ama maalesef bu onun son çağrısı oldu. 

Elçi, hendekçilerin elçisi değildi. 

Hendeklerin bu memleketlere nasıl zarar verdiğinin farkındaydı ve bunların kapanmasını istiyordu. İşte benim çocukluğumdaki Suriçi’nin geri dönmesini istiyordu. Ben de istiyorum. O talihsiz kültür abidelerinin etrafında kurulu kürsülerin etrafında dönen sohbetleri ve arkadan gelen Celal Güzelses nağmelerinin stranlara karıştığı huzurlu sokakları istiyorum. Bu ifadeleri, bugün yaşasaydı belki de Tahir Elçi söyleyecekti. 

Ama olmadı, oldurulmadı… 

Soruşturma sonuçlanmadan yapılan açıklamaların hiçbir anlamı yok benim için, olay yerini incelemeyi bile engelleyenlerin ise bu konuda bir şey söylememeleri daha iyi olur. Anlamlı olacak tek şey şu olur: Tahir Elçi son olsun!

Yorum Yaz