diorex

Can'ın Derbesiye Günleri

Can'ın Derbesiye Günleri

 

 

 

 

Derbesiye, çocukluğumun ilk yıllarının geçtiği şirin kasaba. Suriye’yle göz göze. Misak-i Milli sınırları çizildiğinde dikenli tellerle ikiye bölünmüş, bir kısmı “hattın” öbür tarafında kalmıştır. Trenle yaklaşık yarım saat mesafedeki, on-onbeş haneli ufacık Gürpınar istasyonundan oraya taşındığımızda iki yaşındaydım. Çarşıya yakın, kerpiçten yapılan, bahçeli bir eve yerleşmişiz.

Sekiz yıl o evde oturduk. Anlatacağım o kadar çok kişi ve mekan var ki, hangisinden başlayacağımı bilmiyorum. Yazdıkça beni bir heyecan sarıyor. Kalb atışlarım hızlanıyor. Nefes nefese kalıyorum.

Derbesiye, sanki bir varmış, bir yokmuş. Tarihin herhangi bir noktasında sanki birileri bize bir masal anlattı. Biz de tatlı tatlı dinledik.

Bu satırlar 12.02.2010 tarihinde vefat eden sermayesi kültür olan, güçlü kavrama yeteneğine sahip Hamit Can’ın “Derbesiye Günleri” adlı kitabının girişinden alıntıdır. Hamit Can Mardin ili Ömerli ilçesi Fıstıklı köyündendir. Babasının demir yollarındaki memuriyeti nedeniyle çocukluğu demiryolu istasyonun bulunduğu bu şirin kasaba Debesiye (Şenyurt)’ta geçmiştir.

1976 yılında Üniversite sınavları için İstanbul’a gider. O tarihten vefatına kadar İstanbul’da yaşar. Basın sektöründe çalıştı. İzlenim dergisinde genel yayın yönetmenliği, İktisat ve İş Dünyası Dergisinde Yazı İşleri Müdürü olarak çalıştı. Yeni Şafak Gazetesinde Kültür-sanat ile Düşünce günlüğü sayfalarını yönetti. Hikâye ve şiirleri Diriliş Dergisinde yayınlandı. Bazı dergilerde yazarlığın yanı sıra Yeni Şafak Gazetesi’nde şehir kültürü, gezi izlenimleri, röportajları ve denemeler yazdı. Vefatına kadar bu gazetede editör olarak ve “sanatalemi.net” adlı internet edebiyat sitesinde yazılar yazıyordu.

Aşağıda merhumun “Derbesiye Günleri” adlı kitabının biz özeti okuyacaksınız.

EVİMİZ

Evimiz ne şirindi. Ufak bahçemiz cennetten inmiş eşsiz bir köşesiydi sanki. Bal arılarımız vardı. Kırlardan gelen arı bal yüklü olurdu ve gözcü arılarca denetlendikten sonra içeriye alınırdı. Havuzun çevresindeki çiçekler, fesleğenler ve güller insanı mest ederdi. Kuşlar gelirdi, küçük konuklarım. Ötüşleri bana haz verirdi. Kendi duyabileceğim ses tonuyla radyodan öğrendiğim şarkıları mırıldanırdım. Hayallere dalardım. Kökü gökte olan ağaçlar canlanırdı içimde. Yere sarkmış, sık ve yeşil yapraklı dallarında meyveler vardı. Geceleri parlak yıldızların altında yatardık. Ay yükseldikçe yıldızlar soluklaşırdı. Cırcır böceklerinin sesi doğal bir melodi gibiydi. Hep tan vaktinde uyanırdım. Seher yıldızı göz kırpardı.

SEL

Yağışlı bir gün öğleden sonraydı. O sırada dışarıda birden bir gürültü koptu. Yüksek sesle bağırmalar, çağırmalar duydum. Neler olup-bittiğini merek ettim. Pencereyi açıp kafamı uzattım. Dışarısı çok soğuktu. Yağmur yağıyordu. Birkaç saniye içinde işin iç yüzünü öğrendiğimde, eyvah dedim, yine korktuğumuz başımıza geldi. Sel geliyordu. Gümbür gümbür ve gürül gürül… Kerpiçten duvarları tuz gibi eritip onları kökten söktüğü ağaçlarla birlikte yutardı. O gün de böyle oldu…

ŞİİR GİBİ GECELER

Evimizde gaz lambası yanardı. İlk hece, akşamdan yatsı sınırına kadardı. Oldukça kısaydı. Misafirler kapıda karşılanır, yere serilmiş döşeklere kurulur, nakışlı yastıklara yaslanılırdı. Okumaya yatkın bilge kişi, kitabı açıp önceki gece kaldığı bölümden itibaren tana tane okurdu. Bazen Halit bin Velid’in “seyfüllah” adlı kılıcı kesilirdim, bazen ufku geniş bir savaşçı. Diyarbakır’ın fethi için günlerce gözüme uyku girmezdi. Devasa surların dibinde sabahlardım. Tarihin akışı, hikmetten örülmüş hadiselerle değişirdi. Sanki yokuşlar biter, inişler başlardı. Sevimli bir köpekçik, şehre açılan gediği bize haber vermek için çırpınıyormuş meğer. Niyeti çapulculuk falan değil, zafere çıkan yolu göstermekmiş. Kıtmir soyundan geldiğine inanırdım. Evlerin saçaklarına yuva yapmış kırlangıçlar. Çiçek çiçek dolaşan arılar. Yeşil kurbağalar. Koroları kesilmezdi. İçim içime sığmazdı. Bağ-bahçe gezerdim. Kırlara uzanırdım. Ne harika yıllardı. Şahtım ama beş parasızdım.

BAYRAM

Bayramlar renkli ve hareketli geçerdi. Sınır boyu insan kaynardı. Tel örgülerin iki tarafında iğne atsan yere düşmezdi. Seslerini duyurmak için bağıra bağıra konuşup, için için ağlayanlar. Hediyeleşenler. Havada uçan hurma, fıstık ve leblebi paketleri. Kol saatleri, el fenerleri, çakmaklar. Hedef tutturulamayınca patlayan koliler, poşetler. Sağa-sola saçılan meyveler. Omuzlara bomba gibi düşen portakallar.

Kuyu bir pazarlığa tutuşmuştu Suriyeli ve Türkiyeli gençler. Bizimkilere çakmak satacaklardı. Malın özelliği sıralanıyor. “şöyle yanıyor” diye. Bizimkiler çakmağı görmek istiyor. Tereddüt etmeden fırlatıyorlar. Çakmağı inceledikten sonra, “evet gerçekten anlattığınız kadar var” diyorlar. Fiyatta anlaşmıyorlar. Karşı tarafa atıyorlar. İsteselerdi geri vermeyebilirlerdi. Arada tel örgü vardı. Fakat Derbesiye’nin dürüst ve onurlu gençleri, böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmiyorlar. Kendilerine yakışanı yapıyorlardı.

SEYYİDE AYŞE’NİN EVİ

Nisan geldi havalar ısındı. Kızlarla kadınlar, ellerinde sepetlerle, kuzukulağı, kenger ve ebegümeci toplamaya çıktı. Günlerden cumaydı. Annem Seyide Ayşelere gitmeye hazırlanırken “beni de götür” diye tutturdum. Seyyide Ayşe’nin huzur tüten evinde, Derbesye’nin içenden ve çevresindeki köylerden gelmiş birçok kadın gördüm. Huşu içinde vaaz dinleyenler. Gözlerini yummuş olanlar. Tespih çekenler. Dudaklarını hafifçe kıpırdatanlar. Yanakları boncuk boncuk gözyaşları ile ıslananlar. “Allah… Allah...” diyerek, rüzgâra kapılmış yapraklar gibi cezbeyle titreyenler. Tövbesini yenilemek için neler yapılması gerektiğini soranlar. “Havf” ve “reca” makamları ile “korku” ve “ümit” iklimleri arasında gidip gelenler. Af dileyenler. “Kalbimiz, tıpkı evimiz gibidir, onu temiz tutmalıyız” sözünü düşündükçe kanatlanıp uçasım geldi.

Tane tane dedi ki: Boş şeylerle uğraşmayın. Kardeşlerim, vaktinizi, ailenize, akrabalarınıza ve bütün insanlığa faydalı işlerle geçirin. Ahlakınızı güzelleştirin. Birbirinizle iyi geçinin. Kimse hakkında fenalık düşünmeyin. Allah’tan korkun.

Sofra kuruldu. Topluluğa dönüp “yemeğe buyurun” dedi.

Soru soran kadına döndü ve dedi ki: “İnsan, yaratılmışların en üstünüdür. Eğer, Allah’ın kendisine bahşettiği kalbi, ruhu O’nun rızasına uygun şekilde kullanırsa meleklerden bile üstün olur. Aksine hayvanlardan da aşağı derecelere düşer. Yani ‘esfel-i safilin’e … Kardeşler, eşinize ve çocuklarınıza saygı, sevgi gösterin. Komşunuza, akrabanıza iyilikle muamele edin. ‘O cehennem ki yiyeceği taş ve insandır’ ayeti celilesinde buyrulduğu gibi      ‘o zor hesap günü’nden korkun…”  Bir birine zıt iki dünya tasviri müthişti. Bir yanda kızgın cehennem.  Öbür yanda altlarından ırmaklar akan cennetler…

BAHÇECİ SÜLEYMAN

Bahçeler gözde mekânlardandı. Bahçeyi, Süleyman adlı bir adam çekip-çeviriyordu.  Bir ara Bekir Başçavuş göründü. Sivil giyinmişti. Bahçıvan, kendisiyle kucağındaki gül demetiyle tokalaştı. Başçavuş, “seninle mühim bir konuda görüşmem lazım” deyip koluna girdi. Süleyman seni seviyorum. Maşallah, çalışkansın, dürüstsün akıllısın. Ama senden rica ediyorum, bu işten vazgeç. Çocuklarını düşün. Onların yetim kalmasını kim ister? Senin yaptığın işin sonu ya ölümle, ya sakatlıkla ya da hapislerde çürümekle bitmiş. Süleyman, Başçavuşum doğru söylüyorsun. Fakat malum ekmek parası, bırakamıyorum, hastalık gibi. Bahçıvanın “hastalık gibi” dediği kaçakçılıktı. Bir gece makas başında müsademe çıktı. Ay ışığı vardı. Kaçakçı Süleyman sınırı geçmek üzere iken aniden kurşun yağmuruna tutuluyor. Çok geçmeden kapaklandığı alan kan gölüne dönüyor. Bağırıyor: “Yusuf… Suphi… Behiye… Oğullarım… Kızlarım… Canlarım… Her şey bitti ölüyorum. Günler, haftalar, aylar geçti bahçe sararıp soldu.

ZİYA’MIZ GURBETTE

Gün geldi babası demiryolcu olan yakın arkadaşım Ziyagillerin tayını Nusaybin’e çıktı. Bizden ayrılıp gitmeyi tasavvur edemiyordu. Bir gün rahmetli babası Cemil Çavuş onu bir iş için Diyarbakır’a gönderir. İşlerini tamamlayıp Mardin’e dönüyor. Simsara hangi arabanın Derbesye’ye gideceğini sorunca adam ona bir minibüs gösteriyor.  Parasını verip yerine oturuyor. Ziya’mız öyle koyu düşünceler içinde kaybolmuş ki, yanlış araca bindiğinin farkında değil. Sultanşehmus köyü yakınlarına vardığında fark ediyor, ama sesini çıkarmıyor. Diyarbakır’a varıyor, ama beş parasız kalmış. Perişan bir halde akrabalarını arıyor ama bulamıyor. Kafasını toparlamak için camiye gidiyor. Bütün samimiyetiyle dua ediyor. Çıkıp çarşıyı turluyor. Ziya’nın isteği bir tanıdık çehreye rastlamak… Bir derviş teslimiyeti ve samimiyetle yakarmaya devam ediyor. O anda adeta bir mucize gerçekleşiyor. Karşısında Hızır gibi Derbesiye’li arkadaşı Süleyman Akkaya zuhur edince sevinçten çığlık mı atsın, gülsün mü, ağlasın mı? İki arkadaş musafahalaşıp hasret gideriyorlar. Ziya yeniden doğmuş gibi, hafiflemiş.  Süleyman’a uygun bir dille durumu anlatıyor. “Hay, hay” diyor arkadaşı. Soluğu Derbesiye’ye giden bir arabada alıyor.

Not: Kitabın temin edilebileceği adres:  Erguvan Yayınevi Ankara Caddesi Ünal Han No. 49/5   34112 Cağaloğlu-İstanbul Tel-Faks: 0212 527 07 14   [email protected]

 

Bu yazıyı 1097 kişi okudu

Yorum Yaz