Çabuk Yayılan ve Toplumları Yok Eden Hastalık

Dedikodu çok kötü bir hastalıktır. Bu hastalık bedenle
değil, ruh ile bağlantılı olduğu için ilaçla tedavisi olmayan çok sinsi ve
tehlikeli bir hastalıktır. Bu hastalık bulaşıcıdır. Çok çabuk yayılıyor. Nasıl ki insanı içerden çürütüp çökerten
hasettir, bir toplum da dedikodu hastalığına duçar olunca içten içe çürür ve
çöker. Şayet bu
hastalık bireyleri de aşmış olup toplumsal bir evreye geçmişse, o toplumun sonu
da yaklaşmış demektir.
Günümüze baktığımızda ne yazık ki bu hastalığı sadece 'kenar mahallelerde' yani
eğitimsiz bireylerde görmüyoruz, gazetelerden, Tv ekranlarından tutun da ilim
irfan yuvası olması gereken okul ve üniversite camiasında da bu hastalığın
emarelerini görebilmekteyiz.
Bir araya gelen her iki kişi, yanlarında olmayan üçüncü
kişiden bahsediyor. Bu durum, ilim, kültür ve seviyemizin ne durumda olduğunun
da göstergesidir. Zira arkadan konuşmak, dedikodu yapmak, çözüm ve öneri
sunmaktan aciz insanların işidir.
Ayrıca bunu eleştiri bağlamında yaptığını varsayıp yapanlar da kendilerini
aldatmayı bırakmalılar artık. Çünkü onu duyamayacağı için eleştiri olsa dahi,
bir işe yaramayacaktır. Bir de "Efendim; zaten olanı söylüyorum, olmayan
bir şeyi demiyorum ki" söyleminin arkasına sığınarak adet ve huy edinmiş
dedikodusunu savunanlar var. Bunlar, birinin arkasından 'olanı söylemenin'
dedikodu, 'olmayanı söylemenin' de iftira olduğunu bilsinler artık.
"Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir
topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu
araştırın. 49/6" Diyelim ki araştırdınız ve doğru olduğunu da ispat
ettiniz, bunu sağda-solda değil, gidip bizzat ona söyleyiniz ve kırmadan onu
doğruluğa iletin.
Her insanın, "Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme.
Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur. 17/36" ayetini
hep aklında tutması gerekmektedir.
Ayrıca sizin o kadar eksik ve yanlışlarınız dururken,
başkasının hayatını araştırma ihtiyacını niçin hissedersiniz?
Dedikodu bireysel açıdan gerçeğimizi yansıttığı kadar,
dünyaya katkı sunma seviyemizi de göstermektedir.
Her konuda olduğu gibi herkes dünyanın düzene girmesini ve tüm ahlaki
değerlerin toplumda yer tutmasını istediğini iddia ediyor. Fakat böylesi bir oluşum
için verilmesi gereken bedeli, yapılması gereken fedakârlık, feragat ve çabayı
hep ‘komşusundan’ bekliyor!
Şeyh Sâdî’nin Gülistan adlı eserinde naklettiği, kendisinin nasıl bir mânevî
terbiye ve irşâd ile yetiştiğinin de işâretlerini veren şu hâtırası, ne kadar
hikmetlidir:
“Çok iyi hatırlıyorum. Çocukluğumda da ibadetlere çok
düşkündüm. Geceleri kalkar, ibadetle meşgul olurdum. Bir gece babamın yanında
oturuyordum. Bütün gece gözümü yummamış, Kur’ân-ı Kerîm’i elimden
bırakmamıştım. Bâzı kimseler ise etrafımızda uyuyorlardı. Babama:
«–Şunların bir tanesi bile başını kaldırıp iki rekât
teheccüd namazı kılmıyor; sanki ölü gibi uyuyorlar.» dedim. Bu sözüm üzerine
babam kaşlarını çattı ve:
«–Oğlum! Başkalarının dedikodusunu edeceğine, keşke sen
de onlar gibi uyusaydın!» karşılığını verdi.”
Fudayl bn. İyaz der ki; "Dualar kabul olacak, hemen dua ediniz dense, ben
duayı kendim için değil, devlet büyükleri için yapardım. Çünkü benim iyiliğimle
halk pek bir şey kazanmaz. Ama idare edenlerin iyi olmaları ile Müslümanlar çok
şey kazanır."
Bizler ya okuyarak veya dinleyerek bu yaşanmışlıklara tanıklık ediyoruz oysa
sadece tanıklık etmekle bitmiyordu görevimiz.
{ M.
Burhan Hedbi }