Buz kıymetliydi o zamanlar…

Karneler alınmış, okullar kapanmıştı. O yaz ilkokul üçüncü sınıfı bitirmiştim. Öğretmenim yaz tatilinde okumam için bir kaç kitap verse arkadaşlarımla oynayacağım oyunlar ve keşfedeceğimiz yeni yerler daha çok ilgimi çekiyordu. Sabah sevinçlerini akşam hüzünlerine katıncaya kadar dışarılarda kalacaktık. Dizlerimizdeki yaralar kabuk bağlamadan yenileri açılacaktı. Sonra yamacına evlerimizin kurulduğu tepenin bittiği yerde, dikine uzanan sarp kayalıkların başladığı yükseltinin ardında; dağın öteki yüzünü keşfedecektik. Baqirqirê bağlarına, ceviz, kiraz bahçelerine dalacaktık.
Haziran bitmek üzereydi. Bellerine poşu sarılı, ince belli, dal bacaklı naçar delikanlıların ekmeğine mani olan biçerdöverler, biçiyordu boz ovayı. Ve Mezopotamya ovası uzaktan bakıldığında sayısız yama dikilmiş, sonsuz büyüklükte eprimiş kilime benziyordu. Sapsarıydı ova. Mezopotamya’nın boz rengi, güneşin kudretini hatırlatıyordu insanlara. O sebep, gündüzleri pek çıkılmıyordu dışarıya. İnsanlar su şırıltılarının eksik olmadığı ayvanlara, asırlık çınar ağaçlarının gölgelerine, bazen de evlerin avlularında asma ağacının dalları uzatılarak yapılan çardakların altına sığınırlardı.
En çok soğuk su tüketilirdi öğlenin o saatlerinde. Oksijen kadar gerekliydi soğuk su. Termoslarda, toprak küplerde, çevresine kılıf olarak çaputlar dikilmiş küçük plastik bidonlarda muhafaza edilirdi soğuk sular.
Mahallemiz şehre biraz uzak, Mardin Kalesinin çaprazında duran bir tepenin güney yamacında tek tük evlerden oluşan bir yerdeydi. Öğlen vakitlerinde evlerimizin arkasında, tek başına tarih kadar eski, bir o kadar da heybetli duran badem ağacının gölgesinde keçi kılından yapılma kalın şeritlerle yaptığımız salıncakta sallanırdık. Fakat o yaz ne yapsam içimde bir burukluk vardı. Sanki oyunlara veda seremonisi yaşıyordum.
Çünkü o yaz çalışacaktım. Hayatın ne kadar zor kazanıldığını öğrenecektim. Öğrenirsem, okuluma daha çok önem vereceğimi söylüyordu annem. Hem okul masraflarını da çıkaracaktım. Bir yandan da aile bütçesini rahatlatacaktım. Evde ne kadar çalışan erkek varsa, o ailenin itibarı o kadar artıyordu o zamanlar. Belki de haklıydı annem; güneşin çocukları her ne kadar küçük de olsalar ailelerinin itibarını düşünmeliydiler.
Temmuzun başlarıydı. Bir öğle vakti; tabanı topuklu, lastik ayakkabılarımın içinde terleyen ayaklarımla, öğlenin o saatlerinde eriyen asfaltın üzerinde yürüyordum. Kafamda “marsshal” yazılı şapka, çıta gibi bacaklarımla, sırtımda buz dolu fileli çantam, ağır aksak ilerliyordum Meydanbaşına doğru…
Yol aldıkça bilmediğim bir labirentin içinde olduğumu hissediyordum. Fakat annemin “Çalışman ailemizin şerefini yükseltecek” sözünü hatırladıkça, hayatımda ilk kez çıktığım bu yolculuğa devam etmeliyim diyordum içimden. Sırtımda buz yükü; Ferdovs köşkünü, Mit binasını, Vali konağını, Kayacan sitesini dinlene dinlene geçiyordum.
Meydanbaşına varmıştım nihayet... Bir kalabalık güruhtu meydan başı o zamanlar. İlk iş olarak halamın oğlunu bulmak oldu. Biraz sonra onunla birlikte, Meydanbaşı ekmek fırınına bitişik tarihi, yıkık kasrın gölgeli duvarına astık fileli buz çantamı. Ardından, içi bir parça buz ve su dolu alüminyum sürahi ve bakır tasımla karıştım kalabalık arasına. İlk başlarda yaptığım işin acemiliğinden olacak, anlamsızlığını yaşıyordum. Umut yoktu sanki. Yüzyıl dolaşsam da bir tas su satamayacaktım. Kabala, Rışmıl* minibüslerinin önünde bekleyen insanların etrafında dolanıyordum. “Savra!, Mehsertê!” diye bağıran simsarların kuruyan damaklarına bakıyordum. Ve nihayet olmuştu işte. Yaşlı bir kadındı; düğümünü alnında çattığı sarığı, basma fistanıyla Dara’ya gidecek minibüsün gölgesinde bekliyordu. İlk su tasını ona sattım…
Günler geçiyordu. Meydan başını keşfetmenin büyüsüne kapılmıştım. Ter kokan semerlerinde makarna, şeker çuvalları, şekerli leblebi torbaları taşırdı eşekler. Bu yükleri ve boş yoğurt bakraçlarını minübüslerin tavanına urganlarla sıkı sıkı sarmaya başlardı şoförler. Sırtlarında kalın abalar, omuzlarında ucu çengelli kalın sicimleri olan hamallar, bir enkaz yığını gibi duran DOC marka Nusaybin otobüsünün önüne buğday, un elekleri taşırdı.
Mezopotamya güneşinin körüğünü en çok çalıştırdığı saatlerde insanlar kuytuluklara, gölgelik alanlara, garajdaki dut ağacının gölgesine sığınırdı. O saatler su satıcılarının saatleriydi. Arı gibi bütün kuytulukları, gölgelikleri dolaşırdık…
Güneş ile gizli anlaşmamız vardı sanki. Sıcak saatler bizim ekmek kapımızdı adeta. Güneş körüğünü çalıştırdıkça, bir o yana giderdik bir bu yana. Çoğu kez demir ocağının başındaki demirci ustası, kara fırınının önünde ekmek pişiren fırıncının zor anlarını düşünürdüm. Bir de annemin kulaklarımdan gitmeyen bir başka sözünü. “Hayatın ne kadar zor kazanıldığını öğrenmelisin.”
Öğlen vakitleri güneş tüm kudretini kaybetmeden, gün dönüp ikindiye varmadan, insanların en çok susadığı saatlerde bitirmeliydik buzları. O yüzden bağırıyorduk avazımızın çıktığı kadar. Ne de olsa meydandaydık:
- “Soğuk su! Buz gibi su!” diye bağırırdık. Umut ve umutsuzluk arası bir duyguydu sesimizden yansıyan. İçilecek her tas su; ailenin şerefini kurtarmak, okul masraflarını çıkarmak, belki de akşamüstü eve giderken kardeşlerimize alacağımız bir kilo “incas”tı.
Akşamüzeri Tüfekçioğlu ve Uğur turizmin klimasız otobüsleri sefere hazırlanırdı. O zamanlar İstanbul, duruşlarında, davranışlarında, İstanbul’a gitmeyi kendilerine tanınmış bir imtiyazmış gibi davranan insanların uğrak yeriydi. Ve krem rengi keten takım elbiseli adamlar binerdi o otobüslere. Sonra, ince kumaştan, etek boyu diz altını biraz geçen, kolsuz fistanlar giyen, saçlarının ön kısmı dışarıda kalacak şekilde eşarp bağlayan kadınlar. Akrabalarını uğurlamaya gelen insanlar el sallarlardı otobüs hareket etmeye başlarken. Gidenlerin ardından kimileri gözyaşı dökerdi… Otobüsün içindekiler ise düşünceli ve zorlu bir yolculuğa çıkacaklarının kederiyle bakarlardı otobüs camından dışarıya.
Son umudumuzdu Mardin İstanbul arası otobüsler. Onlarda gittikten sonra, kalabalıkla beraber güneş de tüm gün güreşen pehlivan gibi yorulmuş, turuncuya dönüşen ışıklarıyla dağların ardına çekiliyordu yavaş yavaş. Bizler de güneşin turunculuğunda silik gölgeler gibi yavaş yavaş kaybolurduk ortalıktan; bidonlarımızı, boşalmış çantalarımızı, sürahi ve taslarımızı yüklenerek evin yolunu tutmaya başlardık.
Eve geldiğimizde bitkin düşerdik artık. Tüm gün yediğimiz güneş göstermeye başlardı etkisini. O sebep oyun oynamaya takatimiz kalmazdı. Uykuya dalardık akşamın erken saatlerinden itibaren. Çok geçmeden Rüyalarımızda bile oyunlarımızı göremez olduk. Oynadığımız oyunların yerini, buz kalıpları ve su tasları almıştı artık. Sabahları uyandığımızda, bu gün su içecek insanlar çıkar mı? Düşüncesi büyük bir ağırlık gibi çökerdi küçük bedenlerimize… Böylece her gün, oyunların yerini daha çok sorumluluk duygusu almaya başlardı.
MEYDAN BAŞI
07.06.2013 / 18:30Kalemine sağlık mehmet dinç. mardin'in bütün akvruk tenli çocuklarını anlatmışsın..........
mehmet
05.06.2013 / 17:03Güzel de bana ne bütün bu hikayeden? Size Hayatın bütün zorluklarını göğüslemiş bir kahraman gibi bakılmasını mı istediniz bu yazıda ki beklentinizi anlamadım.Biraz kişisel ve kendinize gizli bir hayranlık beslediğinizi hissettim . Ne acılar çekmiş arkadaş offfff off.