Bir zamanların oksijen depoları
Kurak coğrafyalarda Temmuz ayında kent merkezlerinde yaşamak zorlaşırdı. Serinlemek, cehennem ateşi yalımı gibi ortalığı kasıp kavuran sıcağın etkisinden kurtulmak için yeşil vadiler, kavak ağaçlarıyla kaplı dere kenarları ya da su şırıltılarının eksik olmadığı yüksek tavanlı kasırların ayvanlarında toplanırlardı insanlar. İmkânları el vermeyen insanların uğrak yerleri ise genelde şehre yakın bahçelerdi. Mesire yerlerini andıran, ağaçlarının gövdeleri yüksek, gölgeleri kuşatıcı bu bahçeler soluk borusuna inen oksijen gibi dururdu şehrin kapılarında... Ağaçların aralarındaki mesafe, sarmaşıklarla kaplı dere kenarları, taşları yosun tutmuş, bostan sulamak için su toplayan havuzlar, kökleri taşlara dolanmış çınarlar, erik, şeftali, elma ağaçları… Her şey doğaldı. Bu günün park ve bahçeler müdürlüğünün peyzaj mimarlarına yaptırdığı, cetvelle çizilmiş, süsten başka bir işe yaramayan ağaçlandırmalar gibi yapay durmuyordu bu tür yerler.
Hafta sonları oldu mu tencereli, tavalı, piknik sepetli, tüplü, ellerinde salıncak ipi, birçok insanın akınına uğrardı bu bahçeler. Yer darlığı olmasına rağmen herkes şemsiye gibi açılmış ağaç dallarının gölgelerinde kendine bir yer bulurdu. Herkes, ötekine saygılı, ötekine ikramda bulunan bir ruh hali içindeydi. Şehrin soluksuzluğu içinde oksijen deposu gibi duran bu tür yerler döneminin en değerli yerlerinden sayılırdı. Dalına, yaprağına, suyuna, toprağına hassasiyetle yaklaşılan nazenin çocuklar gibiydiler. Kuşaktan kuşağa aktarılırdı bu yerler. Artık babalar gitmese de onların yerine oğulları, anneler gidemese de onların yerlerine kızları… Kısacası bir sonraki kuşakların da dinlenme yerleriydi bu tür yerler.
Bugünlerde ülkenin gündemini meşgul eden olaylar nedeniyle, yaşadığım kentte bu tür yerleri arar oldu gözlerim.
Hızla büyüyen taşra kentleri gibi Mardin’de de böyle yerlerin varlığı çarpmaya başladı gözüme. Daha doğrusu yok olmak üzere olduğu kanısı ilişti düşünceme. Kapitalizmin pervasızlığından nasibini alan, modernitenin süngüsü gibi duran betonarme binaların arasında yok olmaya yüz tutmuş bir yer var bugünlerde.
Adına Ravza denilen bu yer, bu günlerde iş makinelerinin kuşatması altında direnmeye devam etse de sınırlarına dökülen molozlar, kesilen ağaçları, bozulan bahçe bentleriyle bir süre sonra yok olacak gibi. Her yandan ağaç kurtlarının saldırısına uğramış gibi yavaş yavaş betonlaşmaya başlıyor. Bir zamanlar görkemli, nazenin çocuk olan bu bahçe, bugünlerde oksijensiz, umutsuz ve çaresiz bir şekilde insanoğlunun katliamını bekliyor gibi. Üstelik bunu insan eliyle yapıp, bir tarihi yıkıp yerine Fütursuzca “Ravza Evleri” denen katil apartmanlar dikilmek isteniyor bu yerlere. Taşra kentlerde bu tür yerler daha çabuk sindirilip, daha hızlı yok edilebiliniyor.
Bu doğa katliamını yapanlar için mesele “üç beş ağacın sökülmesinin neden bu kadar büyütülüyor,” olsa da buna engel olanlar için ise asıl mesele, orada bir tarih, doğaya saygı ve o yerlerin varoluş nedenlerine sahip çıkmaktır.
Bu nedenle taksim gezi parkından dolayı insanların patlama noktasına gelmelerinin birçok nedeni olsa da bir ağacı yerinden sökmek de başlı başına itiraz nedenidir. O sebep bugün ağaçları yerlerinden sökenlerin, “ doğaya en çok biz hizmet ediyoruz,” demeleri hiç de inandırıcı gelmiyor. Üstelik doğa da bunu çok inandırıcı bulmuyordur sanırım. Asıl olan var olanı yıkmadan, doğaya, yeşile daha fazla katkı sunmaktır. Öteki türlü ağaçları sökerek yerlerinden yurtlarından edip, onların yerine modern yapılar inşa etmek doğa katliamından başka bir şey değildir. Hiçbir hamle, makyaj ya da açıklama bu durumu telafi etmez. Ondan sonra ormanlar dikseniz de siz halkın gözünde doğa katliamcısı olamaya devam edersiniz.