Bir Kaçış Hâli
Mevsim, sarısız, yeşilsiz, güneşin tüm renklerinden uzak elbisesiyle bedenimi kuşattığı gibi içimi de süpüre süpüre geçiyor. Göğümdeki bütün kuşlar seslerini de alıp göçüp gitmiş yabancı yuvalara. Dallarımdaki tüylerini tırnaklarıyla kazıyıp, yerine derin sızılar bırakıp kaçtılar…
Kala kaldım bana, “boş” şehrimin ruhumu kemiren sokaklarında. Her adımda topuklarımı acıtan kaldırımları, içimi kör bir iğneyle delik deşik ediyor. Modern lambalarla aydınlatılmış sokaklar, parıltılı avizelerle süslü evler, en kaliteli ışıklarıyla gözlerimin ferini kesiyor. Çok katmanlı, sesten soğuktan arındırılmış, yedi gün yirmidört saat “mutluluk olacak” hayâsızlığıyla öbek öbek insan doldurulmuş evlerin, arabaların, hangi köşeyi dönsem önüme dikilen alışveriş merkezlerinin olduğu, gelişgen şehrimin gölgesinde, kör yanlızlığımla ürperiyorum. Suya, kuşa, börtü böceğe, toprağa, taşa, bir yudumluk nefese öksüz-yetim bir şehir. O zenginleştikçe ben fakirleşiyorum. O coşturulup çağdaşlaştıkça, ben dehlizlerimde çürüyorum. “Bir şehir, kendi çocuğuna bu kadar mı yabancı yüz sunar, bu kadar mı tüketir onu” diye kızıp her gün biraz daha az bakıyorum suratına.
Annemin, tahta beşikte sallarken kulağıma fısıldadığı ninnileri unutmamak adına küsüyorum şehrime. Küsüşlerimdeki suçu üstüme almadan, hazırladığım kılıflarımla, madde ile mana arasında sıkışmış ruhumu caddelerinde eze eze yürüyorum. Ezilsin de can çekişlerim bitsin diye.
Mevsim, saçları ağarmış ebe…
Ben, kirpiklerinin ucunda hüznü her daim taze tutan öksüz biri...
Boğazıma düğümlenen soluğu yeniden almak adına, tek sığınak, yüreğimden dökülen kelimelerim. İçimdeki her iniltiye şekil vermese de, koynumda biriktirdiğim cümlelerimi annemin işlediği bohçama doldurup çıkıyorum şehrin eşiklerinden. Önümdeki kaldırım taşlarına tözkezleye tökezleye yürüyorum.
“Kesik başını tanrımın,
Kovdum evimden
Ve alıp gövdesini karşıma
Dedim ki ona,
Bu taşların arasında yatan zaman
Bir şey değil aslında.
Mutsuzluğumuz o bizim
Ve kalbimizi çıkarıp
Güneşte kanatacak kadar
Geniş göğümüz
Ve ruhumuz kara” *
Kaçmak istediğim sokaklar kim bilir bendeki hangi hale çıkar... Yanlızlığım devleşmiş bir gölge arkamdan gelen...
Şehrin orta yerinde, benden kopan bir çığlık kalbime çarpıp, çorak nehirlerime düşüyor: “La Tâknatu minAllah”
İrkilme nöbetleri boğazımı yırtıp geçiyor... Aciz çırpınışlarım can veriyor, içimden irin aka aka…
Biri bana hükmediyor...
”Ne olur saçlarımı okşa”
Yüreğimin bağı kopmuşken,
Dizlerim iki büklüm çökmüşken,
Başım kucaklarına düşmüşken,
Seccadeyi ıslatan sularımın hürmetine,
“Ne olur saçlarımı okşa”.
İçimdeki dağları yürüten sesle, bohçamdaki yüklerimi boşaltıp, tüm giysilerimle helalleşiyorum.
Kendimi kendimden saklayan perdelerimi aralayıp, soyunuyorum. Ruhum çıplaklaştıkça hafifliyorum...
Mevsiminden önce açan bir “kardelen” in heyecanıyla nefeslenip, sağa sola bakıyorum...
Bir kar tanesi düşüyor gözbebeğime... Bir tane de avuç içime...
Kendimde kalıyorum yeniden.
Güneş üstümü örtüyor ninnisini söyleye söyleye...
Kalmamın şerefine...
*Tanrı görmesin harflerimi, Bejan Matur