Bir Bir Gittiler

KÖŞE YAZISI

Dedemi kaybedeli yaklaşık on beş yıl oluyor.  Hala acısını dindiremedim. Dedem benim için hayatımın yarısından fazlası demekti. Çünkü insan hayatı altı yaşına kadar şekilleniyor. Çocukluk yıllarıma dedemin nakışları ilmik ilmik işlenmiş. Daima yanımdaydı, yanındaydım. 

Sonra diğer dedemi kaybettim.  Onların ardından diğer aile büyüklerim birer birer intikal etti, ebediyete. Ve bittabi aile dostlarımız...

Dedemin jenerasyonunun son halkası Süleyman amca idi. Dün o da gitti.

O güzel insanlar ardı sıra gittiler. Her birinin gidişi, benim de bitişimdi. Onlar benim çocukluğumun mimarıydılar. Dedemden dolayı daima yaşlıların arasındaydım. Ben ondan kopamıyordum. O da yaşıtları ile beraberdi. Onların sohbetleri, anlattığı hikâyeler ve hatıralar, ellerindeki tesbihler, dillerindeki zikirler benim oyuncaklarımdı, benim şekerimdi, benim çikolatamdı, benim oyunumdu. Onlardan biriydi, Süleyman amca. Öyle diyebilirim ki dedemin en can dostuydu. Çocuk aklımla onu öz amca zannediyordum, o denli…

Ailece gidip geldiğimiz ev gezmeleri, –hem bunlar sık olurdu- kışın sobanın etrafında yazın ise avlularda saatlerce süren tatlı sohbetlerin bir şölene dönüşmesiydi. Bunlar gündüz ve iş yerinde olunca sobanın yerini mangal, bahçe çiçeklerinin yerini reyhan saksısı alırdı. Dedem genellikle dini ve sosyolojik mesajlar içeren hikâyeler anlatırdı. Süleyman amca bunları pürdikkat dinlerdi ancak onun anlattıkları mizahi olurdu. Ardından attığı öyle tatlı bir kahkaha vardı ki karşıdaki insana terapi gibi gelirdi.   

Onların bahçesi benim için çok ilginçti. Kümes hayvanları ve tavşanlar eksik olmazdı. Bazen sohbetten kopar ve bahçedeki bu hayvancağızları seyretmeye giderdim. Gecenin karanlığı içinde genellikle ürker, o yaşlıların arasına geri dönerdim.

Birçok hatıramın olduğu Süleyman amcanın cenazesi morgda iken, ben de o hatıraların tümünü hafızamda canlandırmak suretiyle o soğuğu hissettim.

Bir keresinde arabaların bagajında elim sıkışmış ve parmağım şişmişti. O da beni büyük oğluyla arabada biraz gezdirip acımı unutturmak istemişti. Daha sonra efendim, beni dükkânımızın kapısında bırakıp gitti. Ben dükkâna girmek yere doğru eve gitmiştim. Aradan iki saat geçmiş ağlamam dinmişti. Dükkâna gittim ve tevafuk bu ya, Süleyman amca beni sormaya gelmiş. Dedem gelmediğimi söyleyince adam epey paniklemişti. Tam o paniğin ortasında içeri girip durumu izah etmiştim ama fırçayı yemiştim. Dört ya da beşti yaşım…

Bir keresinde de onunla dedemin yakınında oturmuş, çayımı soğutmaya çalışıyordum. Arada birkaç leblebi attım bardağa bunu gören Süleyman amca elindeki leblebileri kâseye boşaltacağına bardağıma atıverdi. O çekirdeği severdi. Ve bu durum belki altı yedi sefer devam etti. Her geldiğinde elindeki leblebiler hooopp Veysi’in çayına.

Şimdi diyeceksiniz ki “ Ne bu kardeşim, hepimizin yakını ölüyor, bu gazeteye yazı mı yani?”. Elbette haklısınız.  Ama o insanlarda ne vardı? O sohbetlerde ne vardı?

Dürüstlük vardı. Hakiki dostluk vardı. Gıybet olduğunu inanın ki hiç hatırlamıyorum. Siyaset olmazdı, olsa da çok kısa sürerdi. Huzur vardı. Dayanışma vardı. Karşıdakini teselli etmek vardı. Karşıdakinin hemderdi olmak vardı. Tatlı tebessümler vardı. Ahreti hatırlamak vardı. ‘Biz bir aileyiz’ anlayışı vardı. Birbirinden tamı tamamına haberdar olmak vardı.

Onların dostluğu kardeşlik gibiydi, şimdi ise kardeşlik bile kardeşlik olamıyor maalesef. İşte hepimizi ilgilendiren bu saydığım insani meziyetler yok artık.

Ve yine esef, esef ve esefle diyorum ki O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler.” Giderken de o güzellikleri yanlarında götürdüler.

Biz, bize ne kaldı???          

Hepsinin ruhu şad olsun ve hepimizin ölmüşlerine el-Fatiha.