Bendeki Suriye Algısı
Yaz güneşinin bütün gün tandır ateşi gibi taş evleri yakan etkisi geceleri evlerin içine sinerdi. O sebep, yaz mevsiminde, akşam oldu mu damlara kurulan adına “taht” denilen ahşap sedirlerde oturulur, orada uyulurdu. Hafif meltem esintisiyle, bir yelken gibi şişen cibinliğin sardığı taht’ların güneye bakan tarafı açık olurdu genelde. Güney demek, Suriye demekti. Mezopotamya ovasının, ufuk çizgisiyle birleştiği yerde başlardı Suriye’nin ışıkları. Verimli hilalin, kuzeyinde oturan birçok dedenin Suriye ile ilgili anlattığı anıları vardı. Adım atamayacak kadar ağırlaşmış bacakları ve etrafı görmeyecek kadar, numarası artmış, kavanoz dibine benzeyen gözlükleriyle, tespih, tütün ve acı kahve eşliğinde, dedemin de bize anlattığı anıları olurdu. Sınır boylarında nasıl temkinli davrandıklarını, jandarmaları nasıl atlattıklarını, ağalığın şanını ayaklar altına almamak için teslim olmaktansa sınır devriyeleri ile nasıl çatıştıklarını ve Suriye’deki hısım, akraba ve dostlarından bahsederdi. Sınır çizildikten sonra ailelerin nasıl parçalandığını anlatırdı.
Suriye, çocukluğumuzda şeker, oyuncak tabancalar ve omuzlarında apoletlerin parladığı, genelde bayramlık olarak giydiğimiz elbiseleri çağrıştırırdı bize. Gün günden artan Suriye merakım, sınırlar neden var? Mayınlar neden konulmuş? sorularını sormamıza neden oluyordu. Sonra da Suriye Rejim’in baskılarına uğramış, kimliksiz, sahipsiz ve topraksız olan bizden daha iyi ve bizim Kürtçemizi kullanan insanların varlığını öğrendik. Sonra da rejimin askerleri tarafından nereye götürüldüğü bilinmeyen Apê Yusuf’un oğlunu ararken yaşadığı dramı duyduk. Bir servet değerinde verdiği “rüşvet” ten sonra nerede tutulduğunu değil de, tek kelimeyle “yaşadığını” öğrendiğinde, dünyalar onun olmuştu. Yaşasın dı oğlu. Elbet bir gün paslı demirlerin ardından, rutubetli hücrelerden, işkencelerden, hakaretlerden, yıllarca göremeyeceği gün yüzünden dolayı insan olduğunu unutsa da, kalıcı travmalarla dolu bir ruh haliyle dönecekti evine.
Rejim, efendilerine laf söylendiği zaman bir sinek ezer gibi eziyordu insanları. Apê Yusuf’un ve daha binlerce Kürt genci, rejimin işkence tezgâhlarından geçti. Kendi dilleri ile eğitim verecekleri, kimliklerine kavuşacakları ve yüz yıllardır üzerinde yaşadıkları toprakların asli unsurları olacakları gün için zaman ve fırsat kolladılar.
Bu gün Rojava’da yaşayan Kürtler, kendi aralarında komiteler kurarak nereden geldikleri ve amaçlarının tam olarak ne olduğu bilinmeyen guruplara karşı canlarını, namuslarını ve toraklarını koruma pozisyonundalar. Savaşmak istemediklerini her platformda haykıran Kürtler, buna karşılık hakaretlere maruz kalıyorlar. Çok yönlü ambargolarla yıldırılmaya, boyun eğmeye zorlanıyorlar. Bugün savaş harabelerine dönmüş, kentler ve kasabalarda yaşayan insanlar, açlık ve her an çıkacak bir çatışma ile karşı karşıya kalmış durumdalar. Buna rağmen onurlu bir duruşla, topraklarını terk etmeyeceklerine dair çok kararlı mesajlar veriyorlar. Kırılıyorlar, kırdırılmaya çalışıyorlar.
Uluslararası arenada sahipsiz kalmış bu halkın, öz dinamiklerinden başka gücünü alacağı başka bir yol görünmüyor. En çok da sınırın Türkiye tarafında kalan kendi akraba, hısım ve dostlarına ihtiyaçları var böyle bir zamanda. O yüzden Rojava halkına yapılan yardım kampanyalarına katılım göstermenin önemi daha bir anlam kazanıyor. Endişe duyulan durum ise, Rojava’ya yapılacak, gıda, giyim, ilaç ve benzeri yardımlar, dolaylı yollarla engellenirse, sınırın kuzey tarafında kalan Kürtlerin sınıra dayanması ve yardımları kendi elleriyle götürmenin yollarını araması. Bu durum da feci sonuçlar doğurabilir. Mayınlı bölgedeki alanlar, insan bedeninden bir silindirle delik deşik edilerek, yardımların maksadına ulaşmasını sağlama ihtimali doğuyor. O zaman, insanın algısında ne sınır kalır, ne de mayın…
Not: Dün “Dünya Anadil Günü” Mitingi için Diyarbakır’daydık. Birçok il ve ilçeden gelen Eğitim-Sen üyesi binlerce İnsanla beraber İstasyon meydanındaydık. Mitinglerin en güzel yanlarından birisi ise yıllardır görmediğimiz arkadaşlarımızla buluşup, hasret gidermek galiba.