Barış Yolundaki En Ciddi Adım ve Paris Tuzağı
BARIŞ YOLUNDAKİ EN CİDDİ ADIM ve PARİS TUZAĞI
Bu son Apo-MİT görüşmesinin düğmesine nerede basıldıysa; bu sefer atılan adım gayet ciddi görünüyor ve düğmeye basan el, her kimin eli ise, karşı konulamayacak kadar güçlü ve kararlı olduğu anlaşılıyor. Bu kez, hiçbir provokasyon veya tezgâhın bu süreci durduramayacağını umut ediyoruz. Durum bunu gösteriyor.
03 Ocak 2013 tarihinde DTK Eşbaşkanı, Mardin Bağımsız Milletvekili Ahmet Türk ve Batman BDP Milletvekili Ayla Akat Ata’nın, İmralı’ya gitmesi ve Abdullah Öcalan ile resmen ve alenen görüşmeleri, toplumun her kesiminde olumlu bir hava estirmesi ve ufukta ciddi bir barış umudunun belirdiğini hissettirmesi çok önemliydi. MHP hariç meclisteki tüm partiler, bu gelişmeye olumlu baktılar ve bu süreci desteklediklerini açıkladılar. İşçi, memur, işveren tüm sendikalar, STK’lar, olumlu mesajlarıyla bu sürece katıldılar. “Şehit Anaları”, “Gerilla Anaları” başta olmak üzere tüm savaş mağdurları bu süreci memnuniyetle karşıladılar. En anlamlı mesaj ise, kardeşini bu savaşta kaybeden, Şehit ve Gazi Aileleri Yardımlaşma Derneği Başkanı Ahmet Baki ile 3 çocuğunu dağda kaybeden PKK’ li annesi ve Barış Anaları İnisiyatifi Başkanı Rukiye Aslan’ nın aynı masaya oturarak, barış için ortak bir ses olmaları oldu. Bu çok duyarlı yaklaşım, çok olumlu tepkiler aldı. Yani “Artık Yeter”, demeyen kalmamış gibidir.
Kısaca, anlaşıldı ki; başta Türk ve Kürt halkları olmak
üzere, hiçbir halkın, hiçbir kurum veya oluşumun, ortak değerlerimizi yutan ve
tüketen bu kirli savaştan memnun olmadığı ortaya çıktı. Gerçek bir barış olursa,
tüm halklar sevinecektir ve onların cihetinde hiçbir aksi sorun
yaşanmayacaktır. Tüm halklar kardeştir ve aralarında sorun olmaz. Bu her zaman
da öyleydi; yani sorun halklar arasında değildi.
Savaştan nemalanan işgalci, talancı, rantçı oligarşik gruplar, bu savaşta
kullanmak üzere ilgili halkların çocuklarına savaş eri olarak ihtiyaç
duyduklarından, kamuoyuna bu savaşın, sanki halklar arasındaymış gibi
yansıtmaları ve onları kandırmaları gerekiyordu. Bunun için, tekellerindeki yazınsal
ve görsel tüm iletişim araçlarını seferber ediyorlar ve ne yazık ki halkları
bir dereceye kadar ve belli bir süre kandırabiliyorlar.
Hiçbir halk, diğer bir halkın haklarını, tarihini, kültürünü gasp etmek istemeyi
sevmez veya onları asimile etmek istemez. Bu savaşın haklılığına, ne Kürt halkı
ve ne de Türk halkı artık inanmıyor. Çocuklarını, “şehit” değil, birilerinin
çıkarına “kurban” verdiklerini öğrenmiş bulunmaktadır. Onun için, bu nedenle
de, bu çözüm ve barış süreci kalıcı olmaya aday görünüyor.
Savaştan yana olanlar, halklar değil; içerde ve dışarda, bu savaş ortamından
büyük rant sağlayan çıkar grupları ile silah konsorsiyumları olabilir ancak. Kürt
halkının haklarını teslim etmek, hoşgörülü Türk halkının asla zoruna
gitmeyecektir. Irkçılığın da kullanım tarihi bitmiştir. Kardeş halkların
helalleşme vakti gelmiştir.
Bu savaş öyle bir hale getirilmiş ki; savaşan tarafların, Kürt ulusunun
haklarını elde etmek ya da Türk ulusunun egemenliğini sürdürmek gibi bir amacı
kalmamıştır; aksine her iki kardeş halkın genç değerlerini yutan ve mevcut
maddi kaynaklarını tüketip talan eden, sonucu belirsizliğe bırakılmış bölgesel bir
tuzağa dönüşmüştür. Bu savaş, savaşan taraflarından (halklar olarak) hiç birine
ufukta bir umut göstermiyordu. Çok çetrefilli bir hal almıştı ve halkların en
dinamik kitlesini (gençlerini) tüketiyordu.
İki halk da kaybediyordu ve savaşın kazanan tarafı, onların dışında ve
perde arkasındaki başkalarıydı. Öyle anlaşılıyor ki bu savaş, artık bölgeyi (Ortadoğu’yu)
dizayn etmek isteyen büyük güçlerin (özellikle ABD’nin) planlarını da bozmaya
başlamış görünüyor. Artık bu savaşa bir son verilmeliydi ve bölgedeki tüm
halkların sorunlarına demokratik çözümler üretilerek, onların rahatlatılması
gerekiyordu. Bu işin ciddiyeti bir de bu yüzden dayatılıyor ve ciddi bir adım
atıldı.
Önceki girişimler, bu kadar ciddi olmadığı halde, atılan her adımda, anında bir
provokasyon ile barış görüşmeleri engellenebiliyordu. Barışa karşı oynanan
oyunları, taraflar, görmek mi istemiyorlardı veya oyunu görmemek işlerine mi
geliyordu, bilemiyorum. Her seferinde “derin ve gizli güçler” sahaya iniyordu
ve barış süreci baltalanıyordu.
O girişimleri engelleyenlerin, şimdiki ciddi adım karşısında sakin durmaları
hiç mümkün olabilir miydi? Elbette ki, hayır. Nitekim herkes, bir yerlerden,
her ân bir provokasyonun gelişebileceğini tahmin edebiliyordu ve bunun beklentisi
içindeydiler.
Sonunda provokasyonun sesi Avrupa’nın en namlı başkentinde, Paris’ten duyuldu.
Kürt kadın siyasetçileri Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez, 9 Ocak
2013’te bir suikast sonucu katledildiler. Henüz, olayın şoku durulmadan,
katil/ler teşhis edilmeden, olayın oluş şekli netleşmeden AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik, olayı, PKK’nin bir iç hesaplaşması ve infaz olabileceğini imâ
ile aslında ilân etti.
Ardından güya AK Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik’ e cevap olarak BDP Eşbaşkanı Selahattin
Demirtaş da, “Türk derin güçleri” tarafından yapıldığını, söyledi.
Başbakan Erdoğan, kendi bakanını yalnız bırakmamak adına, benzer şeyleri
söyleyip karşıya iyice yüklendi. Öte yandan Mustafa Karasu da, suçu AKP
Hükümetine atarak, eylemin merkezinde “Yeşil Ergenekon” vardır, dedi.
Her iki taraf da aslında politika yapıyordu ve söylemleri bir yorumdan öteye
gidemezdi. Henüz ortada delil, belge namına bir şey yoktu çünkü. Bütün
suçlamaların her birinin özü doğru olsa bile, zamanlamaları ve sürece yaklaşım
açısından söylemleri tamamen yanlıştır. İhtimalleri değerlendirmek, işin uzmanlarına
bırakılmalıydı.
Bu ciddi sürecin korunması adına, herkesin barış dilini kullanmaları, söylem ve
demeçlerine çok dikkat etmeleri gerekirdi. Birbirlerini suçlamakla, kendilerini
ve kamuoylarını oyalamak yerine, tüm ağırlıklarını, bu provokatör eylemin
aydınlatılması ve katil/lerin bulunması için enerjilerini harcamaları daha
doğru olacaktı. Bu, herkesin hayrına olacaktır.
Çünkü bu hain eylem, başta bu barış
sürecine karşı; Kürt halkının doğal haklarına
kavuşmasına karşı; Türk halkının diğer halklarla helalleşip, gönüllü
birliktelik sağlayarak, ülke olarak, topyekun bir büyümeyi sağlamaya karşı ve
sürece ön ayak olmaya çalışan AKP hükümetine karşı uluslararası bir provokasyon
gibi görünüyor.
AKP söylemini doğru alırsak; “derin PKK” yaptıysa, “derin
devlet” ten kopuk yapabilir mi bu eylemi? Mümkün değil... BDP veya PKK söylemini
doğru alırsak; “derin devlet” (veya “yeşil Ergenekon”) yaptıysa, PKK içinden
birileriyle işbirliği yapmadan bu eylemi yapabilir mi? Hayır, mümkün değil;
çünkü büro kapısı zorlanmadan açılmış, çatışma ve boğuşma olmamıştır. Eylemi
yapan/lar, artlarından kapıyı kapatıp gidebilmiştir. Maktuller, katil/lerini
önceden tanıyor olmalılar…
Haydi diyelim bu her iki “derin “ güçler de ittifak ettiler; peki, Fransızların
“derin” inden veya bir istihbarat biriminden destek almadan bu eylemi yapabilirler
miydi? Bence bu da zordur. İşin İran ve Suriye, belki de Rusya ihtimalini de
hesaba katabilirsiniz ayrıca.
Suriye’nin, Türkiye’ nin, kendi barışını gerçekleştirip tüm gücüyle Suriye’ye
odaklanmasını frenlemek için; İran’ın, barış olursa, artık PKK içindeki
taraftarlarını, bölgedeki tek rakibi Türkiye’ye karşı kullanamayacağı için veya
(Suriye’den sonra sıra kendisine gelebilir diye) Suriye’ye destek adına PKK’ya
müdahale için; Rusya’nın da, ABD destekçilerini azaltmak adına, bir NATO ülkesi
olan Türkiye’yi, Suriye krizinden uzak tutmak (Taltus’taki Rus askeri üssünü
korumak)için vb… çeşitli senaryolarla, herkes, her hangi bir nedenle sürece
müdahil olmuş olabilir.
Ayrıca unutmayalım ki, İran devleti, 17 Temmuz 1989’da İ- KDP Genel Sekreteri Dr.
Kasemlu’yu
Viyana’da; sonra onun yerine geçen Dr. Şerefkendi ve 3 arkadaşını da 17 Eylül 1992’de Berlin’de
benzer şekilde öldürttü. Paris ise, Ayetullah Humeyni’nin sürgündeki en son mekânıydı.
İran şu anda (özellikle Suriye konusunda) Türkiye ile karşı saflardadır. Eylemden
üç gün önce, 06.01.2013’te Kirmanşah Eyaletinde anayasal bir hak olduğu halde Kürtçe
dilini yasakladı. Yani İran da şüpheliler arasında sayılıyor.
Komplo büyükse, ne kadar büyüktür? Almanya kolu da var mıdır? Uluslararası
silah tacirlerinden de, konsorsiyumlardan da bulaşan/lar olabilmiş midir? Ve
dahası…
Peki, bu durumdaki olay aydınlanabilir
mi? Bence bu da zordur. Neden? Nedenini ortadan kaldırmak için; Türkiye’nin de,
AK Parti Hükümetinin de, BDP’ nin de, PKK’nin de, olayın en şeffaf bir şekilde
ve tamamen aydınlanması ve fail/lerin yakalanıp cezalandırılması için Fransa’ya
ayrı ayrı ve sürekli yüklenmeleri lazımdır. Yoksa olay, faili meçhul olarak
uzun bir sürece bırakılabilir. Şayet birbirlerini böyle suçlamakla, gerek
duyulan şimdiki zamanı tüketip, enerjilerini heba ederlerse, gerçekten suçlu
durumuna düşebilirler ve gerçek suçluların ekmeğine yağ sürmüş olurlar. Böylece
barış ve çözüm sürecinin hızını da kesebilirler. Aman, niyetler bu olmasın; çünkü muhataplara
rağmen bu çözüm süreci yürütülecek gibi görünüyor.
Sonuç olarak; bu eylem, bu topraklarda yaşayan herkese karşı
yapılmış bir komplodur; aramızdaki fikir ayrılıklarını bir yana bırakarak, tüm partiler,
sendikalar, dernekler ve tüm STK’larıyla halklar olarak, toplumsal
duyarlılığımızı en üst seviyeye çıkarıp Fransya’ ya yüklenmeliyiz. Fransa’dan,
ilgili kurumlarıyla bu olayı acilen çözmelerini ve fail/lerini derhal yakalayarak
adalet önüne getirtmesini istemeliyiz.
Bu eylem, her kim veya kimler; hangi
devlet desteğiyle yapmış olursa olsun, barış ve çözüm sürecini, dolayısıyla
huzurumuzu hedeflemiş bir saldırıdır. Bu oyunu, boşa çıkaracak olanlar da
öncelikle bizler olmalıyız. Sağduyulu ve özverili olarak; sabır ve metanet içinde
sürece sahip çıkarsak ve herkes elinden geleni yapabilirse bu çirkef oyun boşa
çıkarılacaktır.
Apo ile MİT görüşmelerini de daha açık şekilde siyasallaşmalıdır. Apo’nun
sadece MİT kurumuyla görüştüğüne kimse inanmaz; bu bal gibi hükümet ile de bir
görüşmedir ve bu deklare edilmelidir. Özü barış olan bu görüşmelerin,
utanılacak bir yönü olamaz. Bu ülkeye barışı getirecek olan hükümet, tarihe
geçecek olan bir hükümet olur. Onun için, hükümetin kimseden utanıp,
çekinmesine gerek yoktur; göğsünü gererek adımlarını atması, gururuna sadece
onur katacaktır.
Askeri operasyonların devam etmesi, duyarlı çevrelerin umut içinde bu süreci tartışmasına
gölge yapacaktır. Bu sürecin gelinen aşamasında, askeri hava ve kara
operasyonlarının durması, sürecin olumlu ve hızlı gelişebilmesine katkı
sunacaktır. Olası provokasyonlara zemin olmaması açısından bu gereklidir.
Politikacılar başta olmak üzere, ilgili kurum sözcüleri ve potansiyel etkili
şahsiyetlerin, demeç ve söylemlerinin, toplumsal barışa, kalıcı bir çözüme,
eşit ve özgür birlikteliğe giden bir kardeşliğe hizmet edecek üslupta olmasına
dikkat etmeleri gerekiyor. Savaş dilini kesinlikle terk edip, barış dilini
kullanmalıyız. Bunu yaparsak yeni provokasyonların önüne de geçebiliriz belki. Çünkü
böyle bir yaklaşımla, provokasyon yapmayı düşünebilecek faillere ve
işbirlikçilerine, yapacakları yeni eylemlerin bir etkisi olamayacağını, onlara
da hissettirmiş olacağız.
Her şey, barış ve çözüm sürecini kalıcılaştırmak; huzur ve güveni sağlama almak
için olsun. Artık ne asker ve ne PKK’li, ayrımsız hiç kimsenin anası ağlamasın.
Selam ve sevgiyle kalın.
M.Nazım Güler – 16.01.2013
info@mnazim.com