dedas
Turkcella

Antik Kent Dara

Antik Kent Dara

      Tarihin karanlık silüetleri arasına karışan Antik Kent Dara, harabe kalıntılarıyla bile kudretli zamanların ihtişamını aksettirir. Roma’nın en doğu ucundaki sınır şehri, her türlü saldırılara hazırlıklı muhkem, sarp bir garnizon, muhteşem mezarlıklar şehri, surlar, kuleler, kapılar, kanallar, barajlar, sarnıçlar cenneti Dara. Çoğu erken Bizans döneminden kalan, bununla birlikte Geç Roma, kısmen de Selçuklu ve Osmanlı eserleri olan kale, köprü, kilise, katedral, vaftiz teknesi, türbe, cami, arasta, saray, çarşı, zindan, tophane, agora, sütunlu cadde ve mozaikli yapılarıyla bir zamanlar dört başı mamur bir kentin izlerini taşır Dara.

      Mardin’in 30 km güneydoğusunda yer alan ve 5 bin yılı aşkın azametli bir maziyi sırtlayan Dara’nın isminde karmaşık bir süreklilik olmuştur hep. Dara isminin, Pers hükümdarı III. Darius’tan geldiği kabul edilir. Darius ve Büyük İskender bu topraklarda, adına Gaugamela Muharebesi denilen büyük bir savaşa tutuşurlar. Büyük İskender’in galip geldiği savaşta Darius ölür. Bugün olduğu gibi geçmişte de halkın gönlü mağdur olana  aktığından olacak, muzaffer hükümdar İskender’in değil, mağdur ve yenik Darius’un tarafını tutar halk. Böylece o günden bu yana savaşın yapıldığı bölge, hafızalara ve dillere Dara olarak kazınır.

      Romalılar, stratejik önemi olan Nusaybin’i Sasanilere kaptırınca, aynı civarda başka stratejik bir yer arayışına girerler. Anastasius 505 yılında, Dara’yı yeni baştan imar ederek onu muhteşem bir şehre çevirir. Tabi bu kadar emek, bu kadar masraf yapmışken adını da Anastasiapolis, yani Anastasius’un şehri olarak değiştirir. Değiştirir değiştirmesine ama halk o yenik ama mağdur Darius’u bir türlü unutmaz: Nedensiz bir vefa duygusuyla şehri Dara olarak anmaya devam eder. 530’da bu sefer de İmparator Justinianus’un benzer bir denemesi olur. O da şehri onarıp daha bayındır ve daha yaşanılır hâle getirir. Kendisince şehri onurlandırmak anacıyla Dara’ya kendi adını verir: Justiniana Nova. Vatandaşı bu isme ikna etmek ne mümkün. Dara’yı gönlüne koymuş bir kere.

      Bir deneme de günümüzden. Dara’nın yıkık harabeleri üzerinde bir köy var günümüzde. Köye verilen Oğuz ismi, Dara’nın muhteşem geçmişini karşılamaktan uzak kaldığı için karşılık bulmaz tabi. Kağıt üzerinde Oğuz Köyü diye yazılsa da halkın yaşam pratiğinde hâlâ Dara veya Darê olarak kalmaya devam eder.

      Mimari tarzıyla dünya üzerinde tek olduğu belirtilen Dara, Mezopotamya Ovası ile Turabdin’in birleştiği yerde geniş bir kireçtaşı ana tabakası üzerine yayılmış muazzam bir yerleşimdir tarih boyunca. Savunma amaçlı özellikleriyle öne çıksa da, konumunun elverişli olması dolayısıyla dini, sosyal ve ticari bir merkezdir aynı zamanda. 3. yüzyılda yaşamış olan Frontinus’un anlattıkları, Dara’nın sadece askeri bir garnizon şehri olmadığını, bunu aşan bir yerleşim yeri olduğunu şu sözleriyle ortaya koyar:

      … Arsakes Part devletini kurdu, askerler topladı, kaleler inşa etti ve kentlerini güçlendirdi. Zapaortenon (Turabdin) Dağı’nda Dara diye adlandırılan bir şehir kurdu ki, hiçbir yer bu yerden daha güvenli veya daha hoş olamazdı. Çünkü savunulmasına ihtiyaç duyulmayan, pozisyonu güçlü dik kayalar ile kuşatılmıştı ve bu yerin etrafındaki bereketli topraklarından elde edilen ürünleri depolanıyordu. O kadar bol miktarda akarsu ile beslenen kaynaklar ve o kadar çok ağaç vardı ki bir avın takibinin tüm hazları ile doluydu.

***

     Dara’nın batısında geniş tepeler vardır. Hani o büyük bir merak ve hayranlıkla gezdiğimiz mezar alanının olduğu tepeler. Burası 2008’e kadar çocukların ve gençlerin üzerinde top oynadıkları düz bir alandır. Bu tepeler, Dara 6. yüzyılda yeniden inşa edildiğinde taş ocağı olarak kullanılır. Taşlar buradan düzgün bloklar halinde kesilerek sur, köprü, maksem, sarnıç, cadde gibi yerlerin yapımında kullanılır. Tepelerden taş kesildikçe düzgün cepheler, boşluklar ortaya çıkar. Bu düzgün cepheler, zamanla kaya mezarlıkları olarak kullanılmaya başlanır. Bugün ziyaretçilerin büyük bir merakla ziyaret ettikleri nekropol (toplu mezar) alanı, bu şekilde ortaya çıkar. Nekropolde zaman geçtikçe ve medeniyetler değiştikçe üç değişik mezar tipi ortaya çıkar. Bunlar kaya tipi, lahit tipi ve sanduka tipi mezarlardır.

      Nekropol; boyutları, planı ve iç düzenlemesindeki özellikleriyle çok önemli bir alan.  Tamamen yekpare ana kayaya oyulmuş üç katlı bir mezarlık alanı. Nekropolün kuzeyindeki anıtsal girişin alınlığında bitkisel süslemeler ile birlikte dinsel sahneler işlenmiş durumda. Motif motif işlenen bu sahnelerden birisi de ruhlara nefes verilmesi ve yeniden dirilişin canlandırıldığı Ezekhiel; yani ölüleri dirilten Peygamber sahnesi. Bu sahnelerin işlendiği büyük girişten içeri girildiğinde katakomp denilen toplu mezar alanına girilir. Tabi, bu toplu mezarın da ilginç bir hikâyesi var.

      Dara’da 573 yılında Sasani ve Roma orduları arasında büyük bir savaş patlak verir. Romalılar savaşı kaybeder. Savaştan yaklaşık 10 yıl sonra sürgünden dönen Romalı askerler, savaşta ölen 3 bin askerin kemiklerini savaş meydanından teker teker toplayarak oydukları toplu mezara koyarlar. Kemiklerin toplu olarak gömülme sebebi, o askerlerin günün birinde yeniden dirileceğine olan inanç. Bu inancın köklerine Eski Ahit’te rastlanır. Buna göre, Ezekhiel adlı peygamber, Tanrı’nın emriyle bir gün gelecek ve kuru kemiklere ruh üfleyip onları tekrar diriltecektir. Bu inanış, o dönemin toplumunda belli bir ahiret inancı olduğuna işaret eder. Öte yandan mezarlıklarda yapılan kazılarda, Romalıların sembolü olan gözyaşı şişeleri, kandiller, ziynet eşyaları, para ve başka bir takım eşyaların bulunması ölümden sonraki o dirilişe hazırlık için. Mezarlık alanına girildiğinde yüzlerce yıllık is tabakasının duvarlarda oluşturduğu siyah ve ürkütücü manzaranın içeriye giren ziyaretçiler üzerinde bıraktığı duyguyu artıran şey ise toplu mezar kemiklerinin zeminde, ayak altındaki cam bir tabakadan görülebiliyor olması.

      Nekropolün orta alnındaki tepe üstünde Çeçenlere ait mezarlar var. 1870’te Çeçenler, Rus zulmünden kaçıp Osmanlıya sığındığında Osmanlılar, onları imparatorluğun farklı yerlerine yerleştirir. Bu yerlerden biri de Mardin’dir. Dara’ya yerleşen Çeçenlerin önemli bir kısmının, ne yazık ki bir salgın hastalık sonucu öldüğü ve buraya gömüldüğü ile ilgili bilgiler çeşitli tarih vesikalarında da geçer.  

***

      Bir zamanlar Dara’nın üzerine kurulduğu üç tepeyi çevreleyen 4 km uzunluğundaki surların varlığını, bugün ancak geride kalan kalıntılardan öğrenebilmekteyiz. Yüksekliği 20 metreyi bulan 2 katlı ve mazgallı bu görkemli surlarda, makul aralıklarla okçu pencereleri  bulunuyordu. Sasanilerin, Dara’ya yaptıkları saldırılar öylesine inanılmaz bir boyuttadır ki mevcut surlar güvende olmaya yetmez. Bu yüzden Dara’nın surları, birbirine paralel uzanan iç ve dış sur olmak üzere çift sur sistemiyle inşa edilir. Romalılar buna rağmen kendilerini güvende hissetmemiş olacak ki, surların dibine bir de hendek kazdırlar. Surlara 28 adet nöbetçi kulesi eklenmesi de ihmal edilmez. Şehrin sur sistemi üzerinde ayrıca dört ayrı yöne açılan 4 ana kapı bulunuyordu.

      Güney kapısından kuzeye doğru Dara Deresi boyunca uzanan, büyük blok taşlarla döşeli 5-6 metre genişliğindeki agora caddesi, şehrin şen zamanlarda şehrin kalbiydi adeta. Caddenin etrafında sıralanmış dükkanlar, atölyeler ve diğer iş yerleri kalıntıları, şehrin nabzının burada attığını ve alışveriş merkezi olduğunu gösterir.

      Şehrin içinden akan Dara Deresi’nin üzerinde, kesme taş örgülü ve yuvarlak kemerlerle inşa edilmiş tam 4 köprü vardır. Surlar içinde en güneyde bulunan ve doğu-batı yönünde yapılmış olan köprü sağlamlığını korumaktadır. Bu köprünün 3 kemeri de ayaktadır.

      Dara’nın en hayranlık uyandıran yapılarından birisi o devasa su maksemi. Üstü örtülü su binası anlamına gelen maksem, ana kayanın içi oyularak yapılmış. Çağlar öncesinde, o günün kıt bilgi ve imkânlarıyla bu maksemin nasıl yapıldığı herkesin merakını celb eder. Bu merak bir süre sonra yerini hayranlığa bırakır. Birbirine paralel, üstü beşik tonozla örtülü, doğu-batı yönünde uzanan ve her biri 50 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğinde, 18 metre yüksekliğinde olan 10 adet su bölmesinden oluşan maksemin suyu, 4 km uzaklıktan, kuzeydeki tepelerin üzerinden kanallarla getirilirdi. Makseme toplanan sular, şehirdeki her yere, özellikle de sarnıçlara yine kanallar vasıtasıyla dağıtılırdı. O günün şartlarında devasa büyüklükte olan bu su deposu ve çeşitli yerlere yapılmış olan sarnıçlar, şehrin saldırılara uğradığı ve dışarısıyla irtibatının kesildiği zor zamanlarda halkın susuzluktan kırılmaması ve böylece saldırıların işe yaramaması konusunda önemli bir etkendir.

      İnsanların genelde, yerin yaklaşık 20 metre altında egzotik bir zindan sanarak ziyaret ettikleri, bu yüzden hayal güçlerine türlü kötücül senaryolarla antrenman yaptırdıkları ama aslında bir su sarnıcı olan yapı, Daralı bir köylünün ahırını büyütürken tevafuk eseri keşfettiği ilginç bir yer. Sarnıç ve maksem gibi suyu yönetecek sistemlerin daha o zamanlarda hayranlık uyandıracak bir ustalıkla inşa edilebilmiş olması, ilkel olarak değerlendirilen o dönemler için birer mühendislik harikası olarak kabul edilir.

      Dara’yı ele geçirmek isteyenlerin, içeriye öyle kolay giremeyeceklerini anladıklarında ilk yaptıkları şeylerden birisi, şehrin su ihtiyacını karşılayan Qurdise Vadisi’nin kaynağını zehirlemek olurmuş. Düşmanların bu son derece tehlikeli çözümü, Dara’da yaşayanların zekice yöntemler aramalarında etkili olmuş. Bu nedenle Daralılar suyu gizli tünellerle şehre ulaştırmak gibi yöntemlere başvurmuş. Maksem, sarnıç ve su kanalları bu arayışların bir ürünü.

      Araştırmacılar Dara’daki sarnıca büyük önem atfeder. Dara sarnıcı, İstanbul’daki bir diğer Bizans eseri olan Yerebatan Sarnıcı’ndan 6 metre daha derin mesela. Sarnıç, tam 10 bin metreküp su depolayabilen mimari bir şaheser olarak anılır. Çoğumuzun karanlık bir yeraltı zindanı sandığı bu sarnıç, aslında şu ana kadar antik dönemden kalıp tarihi dokusunu bozulmadan koruyabilen Anadolu’daki nâdir eserlerden biri.

      Dara, 25 bin askerin barındığı bir garnizon kentiydi. Araştırmacılara göre 40 binden fazla bir nüfusa hitap ediyordu. O dönemin şartlarında bir metropol olan Dara’ya Doğu’nun Efes’i denilmesi fantastik bir tanımlamanın eseri değil şüphesiz. Roma ve Bizans’ın İstanbul’dan sonraki en önemli şehrinin Dara olduğu düşünüldüğünde, bunun yersiz bir tanımlama olmadığı ortaya çıkar

***

      Günümüzde de yaşamın sürdüğü nâdir antik kentlerden biri olan Dara konusunda  yapılması gerekenler var elbette. Mardin’in duayen basın emekçisi Mehmet Çelik, yazdığı bir yazıda bu konuya dikkat çekerek Dara’da bulunan Oğuz Köyü’nün, tarihi dokunun korunması amacıyla başka bir yere taşınması gerektiğine dikkat çekmişti. Bu düşüncesini, Dara’nın tezek kokuları arasında kalmayı hak etmediğini söyleyerek savunmuştu. Dara’ya ait mimari yapılarda kullanılan taşlara, bir evin duvarında, bir ahırın zemin basamağında veya bir tuvaletin oturak bölümünde denk geldikçe, bu sözlere hak vermemek mümkün değil. Üstelik Dara’da 1986’dan bu yana yapılan kazı süreci boyunca, şehrin ancak beşte birlik bölümüne ulaşıldığı da düşünüldüğünde, acilen bir şeyler yapılması,  en azından antik bölgenin normal yaşama kapatılması ve istimlak çalışmalarının derhâl yapılması konusunda, daha ısrarcı olunması gerektiği gayet açık.

Editör: Mustafa Öztürk

Yorumlar

Image
Ziyaretçi
22.07.2024 / 12:18

Yüreğine sağlık çok guzel olmuş

Image
Ziyaretçi
21.07.2024 / 09:55

Saygıdeğer hocam emeğinize, kaleminize sağlık, aydınlatıcı bilgileriniz için çok teşekkürler bir Mardinli olarak sizleri saygı ile selamlıyorum.

Image
Ayten Dirier
17.07.2024 / 15:25

Değerli Hocamız kaleminize sağlık. Dara’yı tüm özellikleriyle gözönüne seren muhteşem bir yazı. Oğuz köyünün acilen yakın bir yere kaydırılması gerekli. Gezerken köyle içiçe olması dikkatimi çekmiş, verecekleri zarar düşündürmüştü. Yetkililer bir an önce harekete geçerse, Doğunun Efes’i ortaya çıkar.

Image
Ziyaretçi
17.07.2024 / 14:59

Hocam emeğinize sağlık. Çok güzel bir yazı olmuş.

Image
Ziyaretçi
17.07.2024 / 10:31

aslında ne kadar derin tarihi olan bir şehirde yaşadığımızın farkına vardık.teşekkürler

Yorum Yaz