Ağla Sevgili Yurdum Ağla

İlk etapta her şey güllük gülistanlıktı. Sanırsın mevsimlerden bir ilk bahar havası sarpa sarmalamıştı ortalığı. Engebeli çayırlarda, bir halı gibi serilmiş çimler, çimlerin bittiği tepenin ucuyla kesişen, Ay dede görünümünde, gözleri kamaştıran güneş parlıyordu. Çimenlerin üzerinde taylar bir ergen havasında koşuyor, bir yandan toynakları ile çimleri kesip kesip havaya savuruyorlardı. Oğlaklar, kuzular yalancıktan boynuz tokuşturuyor, bu anlamsız hareketleriyle orta yerlere yayılmış, geviş getiren annelerine saç baş yolduruyorlardı.
İyi niyetli bir Prodetorun gözleri gibi uzaktan ve havadan olup bitenleri izliyordu zaman. İzledikçe, daha yukarılara çıkıyor, mavi dediğimiz gökyüzünün içine doğru irtifa kazanıyordu. Dağların zirvesinde, dev bir dinazorun yumurtasının yarısına benzeyen oval göletlerde parıldayan som mavi sular göze çarpıyordu. Pike yapıp kanatlarının ucuyla göle değip, tekrar yükselen kuşlar oyun oynuyorlardı. Öte taraftan dağların doruklarında, bir süngünün temrenine benzeyen el değmemiş karlar bir tanrıçanın memeleri misali, doruklarında biriken kar sularını, bir can suyu gibi yaşamın yeniden yeşermesi için aşağılara doğru döküyordu. Sular her taraftan çizgi çizgi akınca, bir yerde birleşiyor, yolunu buldukça, yol aldıkça, çağlayan ırmaklar oluyordu. Alabalıklar, yine de temkinliydiler, kendilerini akıntıya bırakmıyor, hatta bir adım daha ileri giderek akıntının tersine doğru zıplıyorlardı.
Zamanın Gözü, bir kuşun gölgesi gibi dağların üzerinden geçtiğinde bir masal ülkesinin üzerinden gezinmeye devam ediyordu. Dağların bir sur gibi sakladığı düze doğru yol almalar başladığında, menziline ulaşan yorgun ırmakların dağıldığı tarlalar göze çarpıyordu. Çoluklu, çocuklu aile bireylerinin öküzleri sabana koştukları bereketli topraklara çapayla su arkları açılıyordu. Tarlaların meralarında, abalarını sırtlarına geçirmiş çobanlar, tütün balyalarından söküp terbiye ettikleri yapraklardan, parmak kalınlığında sigara sarıp içiyorlardı.
Pala bıyıklıydılar, yüzleri karların yakıcı esmerliğindeydi. Tütünü, ekmeği ve soğanı kimseden esirgemezlerdi. Beyleri de beydi bu toprakların, Müderrisleri de müderris, Pirleri, Seydaları ve Seyidleri de sözlerinin erleri, toplumların her kesiminden insanların önünde eğilecek kadar alçak gönüllüydüler… Yoldaşlara, sırdaşlara, seyyahlara, yabancılara… Toprak herkesindi, herkese yeterdi.
Zamanın protedor gözü, göz kırpıyormuş hissi veren yıldızlar gibi masal ülkesinin üzerinde bin yıllara tanık oldukça, tedirgin atlar gibi yerinde duramıyordu artık. Elbiselerinin eteklerini bellerinde bağlayan, dudaklarında kaderi imleyen mor renkli“dak”lar bulunan kadınlar da şaşkındı bu duruma, dikenli çalılara urgan ayakla basan çocuklarda şaşkındı. Büyükler ise bu işin kerametinden medet umuyorlardı; dikenli tellerle ayrıymış, gayrıymış gibi ikiye bölündüklerinde.
Tellerin dikenli olması da tefekküre itiyordu onları, tellere ilk dokunanın, mavzerle parçalanan böğrünü gördüklerinde de yine temkinliydiler; tedirgindiler artık. Bin yıllardır, kardeşliğin hukukuyla hiç düşünmedikleri toprak hukuku diye bir bilincin ihmaliyle acı çekiyorlardı. Ordu düzeni, ilkel çağlardan bu yana değişmese de zırhlar değişmişti; demir miğferler ve tunç kalkanların hammaddesi plastiğe dönmüştü. Önde “demir kuşlar” yürüyordu, ardlarında tanklar, onların hemen ardlarında da asık suratlı askerler yürüyordu.
Metal kuşların sürücüleri, balolarda öğrendikleri danslarda olduğu gibi dağların arasından S harfleri çizerek, insanlarla burun buruna gelecek kadar alçalıyor ve ejderhalar gibi ateş püskürüyorlardı, masumiyetin yüzüne. Penisiyle konuşmayı marifet sanan tankların namluları, metal kuşlardan arta kalanları yok etmeye devam ediyordu. Sonda ordular dalıyordu köylere, mezralara, kasabalara... denizler ortasında bir çöle dönüşüyordu dağların ülkesi. Geceleri evlerin boylarını aşan yangınların ışığında, ak sakallı bilgeler boyunlarına ip geçirilmiş halde meçhule gidiyorlardı.
Cennet gibi koylarda, fötr şapkalı, kapri giyinimli kalın boyunlu adamlar, dağların ülkesinin yer altındaki hazinelerinin hesaplarını yapıyorlardı. İtiraz edenleri safari avına çıkar gibi öldürüyorlardı. Esmer tenli insanların öldürülmesi yasaldı; olması gerekendi; ödüllü bir davranıştı… Sonra öldürdüklerinin hısımlarını, ehlileştiriyorlardı; efendiye yaranmaya çalışan tezgahlarda terbiye ediyorlardı; bir köle olarak maden filizlerinin peşinden yer altına yolluyorlardı.
Bir yastığın delik deşik edilmesi gibiydi her şey ve her yer. Canlısı, doğası, yer altı zenginlikleri celladın tırpanının ucunda çırpınır gibi yok oluyordu. Dağların, tablolara konu olan manzarası denizlerin ortasında bir çöl gibiydi; oksijeni, suyu, yeşili tükenmiş terk edilmiş bir gezegen gibiydi artık.
Bunları gördükçe, bulutların üstünden, aşağılara bakarken zamanın gözü, kocaman damlalı gözyaşı döküyordu…
Murat
23.12.2013 / 14:18Mardinlife ekibi malesef Arap ırkçılığına teşne oluyor.Normal yorumlarımızı dahi yayınlamayn site yönetimi Abdulcelil karahayta rumuzuyla alenen ırkçılık (siz buna şerefsizlik deyin) yapıyor ve siz de bu yorumu yayınlıyorsunuz.Hani her yorumumuzu yayınlamış olsaydınız eğer bu durumu demokratlığınıza yorardık.Lakin durum hiç de öyle değil.
abdulcelil karahayta
20.12.2013 / 01:03ağlamakla olmuyooor babaaa. niye sen gordın mu şimdiye kadar ağlamakla kurtulan. kürtler birbirini yemekten başka bilmiyor. taşların kentini ancak gerçek sahipleri olan araplar kurtarır. arap koalisyomundan başkası tefruattır. arap kardeşlik şuvuryla birleşmek tek çaremizdir. herbıjı araplık, allah yi ğellik ya ibnıl arab, yaşasın arablık, allah yar ve yardımcımız olsun vesselam.