Yılanların Öcü - Fakir Baykurt Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Yılanların Öcü kimin eseri? Yılanların Öcü kitabının yazarı kimdir? Yılanların Öcü konusu ve anafikri nedir? Yılanların Öcü kitabı ne anlatıyor? Yılanların Öcü PDF indirme linki var mı? Yılanların Öcü kitabının yazarı Fakir Baykurt kimdir? İşte Yılanların Öcü kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Fakir Baykurt
Çizer: Kubilay Dağbatıran
Tasarımcı: Mithat Çınar
Yayın Evi: Literatür Yayıncılık
İSBN: 9789750403958
Sayfa Sayısı: 280
Yılanların Öcü Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Türkiyenin güzel mi güzel, yoksul mu yoksul bir köyüdür Karataş. Kara Bayram da bu köyün yoksullarından biridir. Babadan kalma tek odalı bir evde yaşar, iyi huylu karısı, üç yavrusu, bir de evinin direği anası Irazcayla. Dertli kadındır Irazca, yaslıdır. Ama dişlidir bir o kadar da. Kendi yağlarıyla kavrulup giderlerken, bir gün huzurları kaçar. Muhtar Cımbıldak Hüsnünün kayırdığı Haceli evlerinin önüne ev yapmaya kalkışır çünkü. Tabii Irazca dikleşir; kızılca kıyametler kopar köyde... ve kasabada. Gelmedik kalmaz başlarına... Fakir Baykurt, bu romanıyla, köy yerindeki küçük hesapları, bu hesapların peşinde koşan fırsatçıları, onların siyasetteki, bürokrasideki uzantılarını ve o zalimlerin ezmek, yok etmek istediği aydınlık, güzel insanları anlatıyor; kısacası yine memleket meselelerine değiniyor. Hem de, sakıncalı damgası yemek ve zamanında pek çok tartışmanın ve dolayısıyla husumetin odağı olmak pahasına... İki kez filmi çekilen, edebiyatımızın tartışmasız bir başyapıtıdır.
Yılanların Öcü Alıntıları - Sözleri
- Dünyada herkesin vardır bir gönlünün yanıp tutuştuğu, yanıp tutuşup alamadığı, varamadığı.
- Zulüm eden bir kez zulmünün cezasını görmedi mi, önü alınmaz!
- Dünyada insan birbirini sevmeli. Sevmezse günler tükenmez. Sevmezse dünya zindan olur. Sevmezse yaşadığının farkına varmaz.
- Gelimli gidimli dünya, ahir son ucu ölümlü dünya!
- Sonra bir el geliyor.. Tanımadığı, bilmediği bir el, tutup yüreğini sıkıyor..
- Dünyada herkesin vardır bir gönlünün yanıp tutuştuğu, yanıp tutuşup alamadığı, varamadığı...
- İnsanın belinden borç kalkınca, sırtından bir yıllık kirli giysi çıkmış gibi oluyor.
- Zulüm eden bir kez zulmünün cezasını görmedi mi, önü alınamaz.
- Ne ulan bu dünyanın kepazeliği !
- "Zavallı ömrümüz!..." diye geçirdi içinden. "Biz de yaşıyor muyuz bu dünyada acaba?"
- Kuyruk acısı tıpkı evlat acısı gibidir. İnsan evlat acısını, yılan kuyruk acısını unutamaz dünyada..
- ..ben seni öyle bir seveceğim, öyle bir seveceğim, yani nasıl seveceğim, bunu sana kolay anlatamam.. //Haçça
- “ Biliyor geçenin geçip gittiğini, gidenin gelmeyeceğini..”
- Hiçbirisi derimizin altındaki yaraları görmedi.
Yılanların Öcü İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Yazar 28 yaşında yazdığı bu kitap ile önce ödül sonra ceza alır. Yöresel bir dilin sıkça kullanıldığı bu güzel hikâyenin içinde kendinizi bulacaksınız. Güzel tespitler, minik dokundurmalar çok iyiydi. İyi ki okudum. (serkaan)
BİR SONRAKİ ROMAN KAHRAMANI BİZ OLMAYALIM: Spoiler içerir Yıl 1959. Elimizdeki kitap içinde yazılanlardan gayri kendine ait bir başka maceranın da ana karakteridir. Fakir Baykurt bu kitabı 28 yaşında yeterli edebi ve toplumsal bilgiye haiz bir vaziyette kaleme almıştır. Kitabı bitirdikten sonra "Yunus Nadi Roman Armağanı Yarışması"na göndermiş ve dokuz kişilik jüriden yedi oy alarak birinci çıkmıştır. Bu jüride Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Azra Erhat, Orhan Kemal, Behçet Necatigil gibi alanında yetkin isimler vardır. Birincilik sonrası, kitap önce Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmış, sonra ise basımı gerçekleşmiştir. Kitapta bel altı ima bulunan ufak bir kıssa geçmektedir. İşte bu kıssaya dayandırılarak "müstehcen yayın kovuşturması" açılmıştır esere. Bilirkişi raporu kitap lehine olsa da Milli Eğitim Bakanı'nın emri ile düzenlenen yeni raporda "Roman, hem müstehcendir, hem de sol propoganda yapmaktadır!" içeriğine istinaden 1960'a kadar Fakir Baykurt öğretmenlik görevinden uzaklaştırılmıştır. Ve bu olayların üzerine Baykurt şunu söyler bize ibret alalım diye: "Bu akıllılar, ülkemizde güç halle ilerlemeye çalışan sanatın havasını kesmeye, güneşine perde olmaya özeniyorlar. Sanatçıyı yıldırıp kendi buyruklarına almak istiyorlar. Ama sanatçı, onların dediği yere gelmez! Bir oyunun oynanmasına engel olabilirler. Türkiye'de onlardan yılacak bir tiyatro genel müdürü, bir milli eğitim bakanı çıkabilir ve çıkmıştır. Ama sanatçı çıkmaz. Tek başıma da kalsam, bir sanatçı olarak ben onları dinlemem. Onların sözüne bakıp yazacaklarımdan geri kalmam. Onların keyfine göre tek satır yazmam; firlatır atarım elimden o kalemi!" İşte bu cümlelerin sahibinden bize ulaşan her satır, gerçekleri tam doğruluk ile yansıtan satırlardır. Bu kitap hakkında yazarken, ben daha çok o gün ile bugünü kıyas etmek istiyorum. Zira geçmiş dönemi bilmenin en büyük önemi bugünü akılla yöneterek geleceği doğru şekilde inşa etmektir bana göre. Kitabımızın ana karakterleri; Kara Bayram, eşi Haçça, üç çocukları ve bir de annesi Irazca ile Burdur'un Yeşilova ilçesine bağlı yoksul Karataş köyünün kendi halinde bir ailesidir. Bir de Sultanca teyzesi vardır Bayram'ın, oğulları evlendikten sonra kendisini yalnız bıraktıklarından her daim dert yanar ilenir. Ailemiz yedi sene evvel aldığı küçük bir arsanın borcunu zar zor yeni bitirmiş ve artık düze çıkmış, biraz kendilerini toparlayıp mutlu olmaya heveslenmişlerdir. Köy yerlerine gidenler bilir. İmkânlar her daim çağın gerisindedir oralarda. Benim köyümde doğru düzgün hane bile kalmamıştır artık. Herkes yerini yurdunu yaşamın imkanlarına ulaşabileceği yerler için terk etmiştir. Yazdan yaza fındığı, çayı toplamak için gelenler olursa şenlenir işte. O da hepi topu iki ay bir süre. Sonrası yine gri bulutlar altında ıssız bir sessizlik... Hani hep denir ya köylük yerde halk cahildir diye. İşte ben bu kavrama farklı yaklaşıyorum. Ben cehalet kavramı ile bilgisizlik kavramını birbirinden ayırıyorum. Cehalet öğrenmeye, eğitime, ilerlemeye bile isteye direnmek iken; bilgisizlik, bilgiye ulaşamıyor olmak, bir nevi imkânsızlıklara boyun eğmektir bana göre. İşte bizim ailemiz de bilgisizliğin pençesinde bir ailedir. Öyle ki bunun acısını kendileri de net şekilde hissederler ve bundan kurtulmak ister ama nasıl yol alacaklarını bilmezler. Bunu bana hissettiren ise Bayram ile Haçça arasında geçen şu konuşma olmuştur: "Haçça, saf saf sordu: "Etli miydi yüzbaşı?" "Etli tabii! Etli ki, kıpkırmızı! Etli olmaz mı yüzbaşı? Mancar! Karısı da etli! Bir gün gördük. Nasıl kırmızı? İnsanın dudağının içi gibi kırmızıydı avradın yüzü! Allah seni inandırsın, hem ak, hem kırmızı!" "Hiç kir yok mu?" "Ne gezer kir ulan! Hiç yok tabii!..." "Elleri kuru değil mi?" "Kuru mu olur? Hep sıcak su, hep sabun!." "Çatlak değil mi?" "Hiç, hiç..."" Bayram'ın askerde gördüğü ve anlattığı komutanların "duşları"na, temizliğine öyle özenir ki Haçça, iki sene para biriktirip biz de duş alalım der. Teknik kurulum nedir bilmez ki saf Haçça. Öyle ki insanların her daim temiz kalabilmeleri bile onun için şaşılacak şeydir. İşte köylük yerde "cehalet" olarak adlandırılan şey bu bilmemenin, görmemenin, ulaşamamanın hâlidir. Söyler misiniz bana, günümüzde her türlü imkana sahip genç, yetişkin ya da yaşlı insanların halen daha "Selanik nerede?" sorusuna cevap veremiyor oluşu mudur cehalet yoksa Haçça'nın "duşa su nasıl yukardan akar" sorusu mu? Evet cehalet kavramını burada bırakıp köy ortamının bir mücadelesini daha dile getirelim. Bizim bu köyde bir de ailemizin can düşmanı yılanlar vardır. Vakti zamanında Irazca'nın kocası, Bayram'ın babası hikâye bu ya, köylünün zihnine korku salan bir şahmeranı vurmuş öldürmüş, o günden sonra da yılanlar bizim aileye düşman olmuş. Gel zaman git zaman yıllar yılı kâh yılanlar aileden birini almış, kâh aileden birileri yılanların canını. Düşmanlık böyle süredursun bir gün harımda çalışırlarken küçük oğlan Ahmet karşısına çıkan yılanı öldürür. Öyle ki yılan öldürmek kahramanlıktır. Kahraman oldu bizim küçük Ahmet, hem korkar hem sevinir. Tabi Irazca da gurur duyar torunundan. Irazca der ki: "Kuyruk acısı tıpkı evlat acısı gibidir. İnsan evlat acısını, yılan kuyruk acısını unutamaz dünyada!..." Hem gurur duyar hem korkar bu mücadeleden ve başlarına geleceklerden. Tabi fukara insanın başına geleceklerin sınırı yoktur elbette. İl "büyükleri" insanların mevcut hükümet döneminde ne denli "özgür ve mutlu" olduğunu anlatacak bir heykel dikmeye karar verir şehir merkezine. Ve tabi parasını da mutlu halk ödeyecektir. Kasabalara köylere haber salınır miktarlar belirlenir. Karataş köyünün muhtarı boş sandığı doldurmak adına köy içinden arsa satar Deli Haceli'ye ki Haceli burada ev yaptırsın kendine. Muhtarı arkasına alan, köy kuruluna seçilen Haceli artık her şeyi rahatlıkla elde edebileceğini düşünür. Ama bu düşünceler öyle havadan gelmez elbet. Bilir ki "bürokrat takımı"ndan olunca her işin rast gider. Allah'ın işi, her kapı açılıverir kolayca o takıma. Sonuçta önemli insanların her yaptığı iş önemlidir öyle değil mi? Haklı oldukları bir nokta vardır. Haceli ile karısı Fatma evlerinden yaz kış su çıkmasından, rutubetinden bıkmıştır. Kuru ve güzel, yeni bir ev isterler lakin Haceli Irazca'nın evinin önünü almıştır. Köylük yerde hela ve gübre çıkmaları evin arkasına atılır. Irazca ve ailesi buna nasıl müsaade etsin? O kokuya o pisliğe nasıl dayansın? Oysa yıkık evlerin olduğu araziler de seçilebilirdi fakat keyif bu ya ille de köy ortasında olsun ev. Peki muhtar neden onca hane arasında bizim ailenin evinin önünü seçer? Çünkü parasızdır, kendi halinde garibandır. Ses edemez hakkını arayamaz da ondan. Ama en sakin insan bile boynuna basılır ise delirir ya işte bizim aile de bu olaydan sonra delirir. Haceli temel açar, bizimkiler temeli gece toprakla yeniden doldurur. Haceli yalvar yakar arayı bulmak ister, muhtar Bayram'ı iknaya çalışır ama başaramazlar. Haceli temeli tekrar açar, kerpiçleri getirir yığar bizim aile bu kez de kerpiçleri kırar un ufak eder. Fakat bu esnada bir olay yaşanır ki bir kadın olarak en çok kızdığım şeylerden biridir. Güzel Fatma'nın ezelden beri Bayram'da gözü vardır. Bunu bilen Irazca kendi eliyle Bayram'ı Fatma'ya gönderir ki birlikte olsunlar diye. Olurlar onlar da. Şimdi burada bir duralım. Irazca bunu neden yapmıştır? Gelini Haçça'yı onca seven, her huyunu yaraşırlı bulan kayınvalide bunu neden yapmıştır? Onlara göre cevap çok basit. Deli Haceli'den intikam almak için. Onun namusunu, gururunu yaralamak için. Peki böyle bir durumda Bayram'ın namusu ne oluyor? Apak mı kalıyor? Peki bu durumda Haçça'nın gururu ne oluyor? Göklere mi çıkıyor? Bizim toplumumuzda gerek köy, gerek kasaba, gerek şehir farketmeksizin en büyük kötülük "namus üzerine alınan intikam" anlayışıdır. Namus kavramı yalnızca cinsel birlikteliğe dayandırılarak kadınlar her daim aşağılanmış ve bu intikam oyununun "eşyası" olmuştur. Üstelik bu oyunlar pek çok zaman diğer kadınlar tarafından düzenlenmiştir. Yönetmen kadın, birinci oyuncu erkek, ikinci oyuncu yine bir kadın. Günümüzde erkeklerin hoşuna gitmeyecek söylemler ve eylemler gerçekleştiren kadınlar yine böyle tehditlere maruz kalmıyor mu? "Senin namusunu iki paralık eder rezil ederim, insan içine çıkamazsın, "adam" tutar tecavüz ettirir kirletirim..." şeklindeki tehditler bugün sosyal medyada bile yapılmıyor mu? Ne değişiyor köy ile şehir arasında? Ne değişti 1960 ile 2020 arasında? Ben söyleyeyim. Sadece oyuncuların kimlikleri. Buradan tekrar devam edelim. Bayram'ı ikna edemeyen muhtar onu faka bastırıp kendi evinde iki kişiye dövdürür. Kerpiçlerin kırıldığını gören Haceli Irazca'nın evini basar eline aldığı taşları fırlatıp Haçça'yı döver. Hiçbir suçu günahı olmayan bu kadın aldığı darbeler ile çocuğunu düşürür perişan halde yataklara düşer. Irazca'nın öfkesi, ağıtları, bedduaları yeri göğü tutar tabi. Bu yollar ile boyun eğdireceklerine inanırlar. Söz ile ikna olmayanı şiddet ile ikna etmenin etkili olduğu bir ülkeyiz çünkü biz. İşte bir yanda bunlar yaşanır iken bir yandan da köy kurulunda öyle bir telaş vardır ki sormayın gitsin. Köye "Kaymakam" gelecektir. Kaymakam milleti gelince ne yapar? En iyi etleri, yağı, balı, kaymağı, tatlıları yer, şarabını, rakısını içer. En varsıl evde bir gece rahat döşeklerde konaklar gider. Bütün bunları da köylüden tedarik etmek lazım elbette ki. Bakın bizim kanayan yaramız işte budur. Bizim kanayan yaramız adaletin, hakkın, hukukun para ile satın alınmasıdır. Para ile satın alınınca bunun adı elbet adalet olmaktan çıkar ama biz yine de böyle adlandıralım. Bizim ülkemizde masum bir kadına araba çarpar, kadın ölür. Ama şoförün babası falanca yerin belediye başkanıdır. Şoför yurt dışına gönderilir dava kapanır. Bizim ülkemizde fabrikalarda iş kazası yaşanır. Bakanlık iş güvenliği tedbirlerini gereken periyodlar ile gerektiği şekilde kontrol etmediği için verecek cevap bulamaz ve bakan "Ailelerimize taziye ziyaretlerine başladık, Allah rahmet eylesin." der timsah gözyaşları eşliğinde ve ekrandan sessizce çekilir. Bizim ülkemizde kadınlar, çocuklar, vakıflarda öğrenciler cinsel istismara uğrar, yeri gelir istismar cinayet ile sonuçlanır, meclise sunulan araştırma önergeleri reddedilir, dilimin varmadığı vicdansız cümleler eşliğinde olaylar kapatılır. Bizim ülkemizde ihaleler rant uğruna yetkin olmayan kişi ve şirketlere verilir ve halkın parası çer çöp edilir. Yani demem o ki parayı kim veriyorsa onun düdüğü nağmeler çalar. Fakir fukara gariban halk da o nağmelere içi yanarken alkış tutmak zorunda kalır. Yani demem o ki makama kim geçer ise hak, hukuk, adalet, vicdan, onur dinlemeden bir alttakinin başını ezer. Çünkü onun üstündeki de onun başını eziyordur. Hırsını, öfkesini gücü yettiğinden çıkarır. İşte böyledir erkin yaptırımları bizde. Şimdi hikayemizin sonuna geçelim. Haklı mücadelesini sonuna kadar sürdürmeye karar veren Irazca, kaymakamı köye girmeden yakalamaya karar verir. Köy girişinde bekler, başına gelenleri bir bir anlatır. Onurlu adam garibanı dinler de o onursuzların sofrasına değil fakirin sofrasına oturur diye de sitemini eder gider. Fakat bu kaymakam diğerleri gibi değildir. Kendisini davul zurna ile karşılamaya gelen muhtarın yüzüne bakmaz, sofrasına oturmaz, köylü ile el sıkışır, hal hatır sorar. Haceli'nin arsa hakkını da iptal ettirir çeker gider. Vardır böyle bürokratlarımız bizim. Vardır bir yerlerde halkı korumak için canla başla çırpınan, işini vicdanı ile hak ile hukuk ile yapmaya can atan bürokratlarımız. Vardır ama sayısı azdır işte. Büyük adamları besleyen bu küçük insanların üzerine basıp geçmek daha mı büyütür bu güçlü adamları? Neden düşünmezler birbirine bağlı bir grubun ilerleme hızı en yavaş adıma göredir diye? Niye demezler ki halkın en güçsüz kesimi dahi eğitim aldıkça toplumun en üst basamakları da o oranda yücelir diye? Niye demezler ki her bireyin hakkını eline teslim edersek güveni artar da canla başla, yalansız dolansız çalışır, toplum tüm bireyleri ile hep beraber kalkınır diye? Niye demezler ki biz bir BÜTÜNÜZ diye? Bilmem ki niye böyle düşünmezler? Çok mu zordur düşünmek, yoksa düşünmeyi mi bilmezler? Acep ne ola ki sebebi? Evet işte biz böyle düşünürüz ama muhtar bizim gibi düşünmez. Tutuşmuştur etekleri, kaymakamın güçlüyü neden korumadığını bir türlü anlamaz ama yapması gerekeni bilir. Haçça'ya bir şey olursa hem kendisinin hem Haceli'nin başının derde gireceğini bildiğinden gönderir sağlıkçıyı Irazca'nın evine, baktırır Haçça geline, tedavi ettirir. Ama daha önemlisi Bayram'ı ve Irazca'yı kaymakamın vermiş olduğu savcılığa başvurma aklından vaz geçirtmek zorundadır. Toplar köy kurulunu başlar ikna sözlerine. Kimi zaman tatlı dille kimi zaman tehdit ile. Bayram yanaşmaz, çünkü anası "Asla" demiştir. Mücadele etmeye kararlıdır Dertli Irazca. Eve gelir Bayram. Tehditleri döker düşünür. Bilir ki anası ne kadar kanun var, hak var dese de Bayram'ın cebinde para yoktur. Hukuk demek para demektir bilir bunu Bayram. Bayram düşünedursun yılanlar yapar gene yapacağını alır öcünü o gece birinden. Irazca feryat eder yılanlar bile öcünü alırken insanlar neden boyun eğer... İsyan eder Irazca... Kan ter içinde döker içindeki acıları çaresizlikleri... Ne fayda... Para yok, pul yok, ak yok, akçe yok... Ne fayda... İşte böyledir halkın hikayesi her yerde. İşte böyledir geçmişimiz bizim. İşte böyledir bugünümüz bizim. Ama böyle olmak zorunda değildir geleceğimiz. Çünkü elimizde türlü imkan var artık; döküp düşünecek zamanımız, ders alıp aldığımız derslere göre adım atacak olaylarımız, bilgiye ulaşacak kaynaklarımız var. Halk olarak BİZ varız. Yapmak zorundayız. Hakkımıza, hukukumuza sahip çıkmak zorundayız. Geçmişi öğrenip, bugünü değerlendirip, geleceği inşa etmeliyiz. Sorgulamalı ve yargılamalıyız. Eğer sorgulayıcı ve eleştirel bakmazsak bir sonraki roman kahramanı biz oluruz da farketmeyiz... (Ecem)
“Gelimli gidimli dünya, ahir son ucu ölümlü dünya! “ cümlesi aklımdan asla çıkmayacak .Diziside yapılan güzel bir edebi eser… Fakir Baykurt okumak benim için ayrı bir zevkti . Kitap adalet, köylü ve muhtar ilişkisine çok güzel değinmiş Fakir Baykurt öğretir , öğretmeyi çok sever . Bu kitapta öğreneceğiniz çok şey olacak Okumak gerekli bir yazar daha … İyi okumalar dilerim (Nermin)
Yılanların Öcü PDF indirme linki var mı?
Fakir Baykurt - Yılanların Öcü kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Yılanların Öcü PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.
Kitabın Yazarı Fakir Baykurt Kimdir?
Fakir Baykurt (Asıl adı Tahir'dir) (d. 15 Haziran 1929, Burdur - 11 Ekim 1999, Almanya) Türk yazar, sendikacıdır.
Çocukluğu
Fakir Baykurt (Asıl adı Tahir'dir) Burdur'un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy'de doğdu, Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber şu sözleri ile 1929 yılında haziran ortası olduğu varsayılmaktadır; "1929 doğumlu olduğum doğru. Ay, gün bilinmiyordu. Anamla konuştuk. Köyde orak mevsimi. Tarlada sancılanıp eve gelmiş. Haziran ortasıdır..." Tahir Baykurt'un annesinin adı Elif ve babasının adı Veli'dir. Doğduğunda ona savaşlarda vurulup geri dönmeyen Amcasının adı olan Tahir adı verilir. Tahir 1936 yılında Akçaköy İlkokulu'na başlar ve iki yıl sonra babasını kaybeder. Babasının ölümünden sonra dayısı Osman Erdoğuş tarafından Balıkesir iline bağlı Burhaniye köyüne götürülür ve orada dayısının yanında dokumacılık yapmaya başlar. II. Dünya Savaşı'nın başlaması ile dayısı askere alınır ve Tahir Akçaköy'e dönerek okula devam etme imkânı bulur. 1942 yılında ağır bir sıtma geçirir bu dönem aynı zamanda şiir yazmaya başladığı dönemdir.
Köy Enstitüsü yılları
İlkokulu bitirdikten sonra Isparta Gönen Köy Enstitüsü'ne yazılır. Köy enstitüsü yıllarında özellikle şiire olan ilgisi artar, kendini okumaya verir. Bu dönemde özellikle Türkçe'ye çevrilen klasikleri okur. Fakir Baykurt Köy enstitüsündeki yıllarını ve kendisine kazandırdıklarını şu şekilde anlatmıştır;
"...Köy enstitüsü benim için olağanüstü bir fırsat oldu. İlkokulu bitirdikten sonra gidebileceğim başka hiçbir okul yoktu. Ailemin gücü yetmezdi. Ben okumak istiyordum enstitü benim gibi köy çocuklarını çağırıyordu..."
"...Klasiklerin en iyi okuru enstitülü gençlerdi. Ceplerimizi ona göre yaptırırdık, kitap sığsın. Kız arkadaşlarımız koyun kuzu gütmeye giderken, torbaya azıkla birlikte kitap da katardı..."
Bu yıllarda Bursa Cezaevi'nde olan Nazım Hikmet'in şiirleri ise gizli gizli yayılmaktadır. Tahir Baykurt da bu dönem Nazım Hikmet'in şiirlerini bulur ve gizli gizli okumaya başlar.
"...Kitaplıkta Nazım Hikmet'in kitapları yoktu. Yasaklandığını öğrenince Çivril'in bir köyüne gidip onları buldum. Nazım'ın yedi kitabını kendi yaptığım defterlere kitap harfleri ile yazıp defalarca okudum."
Köy enstitüsü yıllarında ilk şiiri Fesleğen Kolum Eskişehir'de çıkan Türke Doğru dergisinde çıkar. Edebiyata olan ilgisinden dolayı enstitüde de kitaplığın yönetimine seçilir ve daha fazla okuma fırsatı bulur. 1947 yılında Köy Enstitüleri ve Kaynak Dergisi'nde şiirleri çıkar ve bu yıllarda önce şiirlerinde daha sonra tüm yazılarında Fakir Baykurt adını kullanmaya başlar. Köy enstitüleri üzerindeki baskıların artması ile birlikte tüm enstitülere daha baskıcı yönetimler atanmaya başlar. Bu dönemde enstitüler daha önceki bir çok özelliğini yitirmeye başlarken eski öğrencilerin yaşam alışkanlıkları da bu yeni yönetimlerce sorun olmaya başlar. Fakir Baykurt da yeni atanan müdürle sorunlar yaşar ve defalarca kovuşturmaya maruz kalır. Ancak 1947 yılında Köy enstitüsünü başarı ile bitirir ve Yeşilova'nın Kavacık Köyü'ne öğretmen olarak atanır.
Öğretmenlik ve yazarlık yılları
1951 yılında ölene kadar birlikte olacağı Muzaffer Hanım'la evlenir. Bu yıl ayrıca körbağırsağı patlar ve iki kez amelliyat olur. Öğretmenliği Dereköy'e aktarılır. Üzerindeki baskılar devam eder, savcılıkça evine baskın yapılır ve koğuşturma geçirir. 1953 yılında Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümüne girer ve bir sene sonra bu sefer Gayret Dergisi'nde çıkan bir yazısı nedeni ile yargılanır. 1955 yılında Gazi Enstitüsü'nü de başarı ile bitirirerek Hafik'de açılan ortaokula atanır. Aynı yıl ilk kitabı olan Çilli yayınlanır. 1957 yılında askere alınır ve Ankara Piyade Yedek Subay Ortaokulu'na öğretmen olarak atanır. İlk kızı Işık da bu yıl dünyaya gelir. 1958 yılında ilk romanı Yılanların Öcü Cumhuriyet Gazetesi'nin açtığı Yunus Nadi Roman Ödülleri'nde birinci olur. Ancak roman nedeni ile hem Baykurt hem Cumhuriyet koğuşturma geçirir. Baykurt bu dönemden sonra Cumhuriyet Gazetesi'nde yazmaya başlar.
Askerlikten sonra Şavşat Ortaokulu'na öğretmen olarak atanır ve ikinci kızı Sönmez dünyaya gelir. Yılanların Öcü adlı romanı da Remzi Kitapevi tarafından basılır. Ardından Köy ve Eğitim Yayınları tarafından Efendilik Savaşı adlı kitabı yayımlanır. Cumhuriyet'teki bazı yazıları yüzünden öğretmenlikten alınıp Ankara'da Milli Eğitim Bakanlığı Yapı İşleri Bölümü'nde görevlendirilir. Sürüp giden yazıları ve Yılanların Öcü romanı yüzünden Bakanlık buyruğuna alınarak cezalandırılır. Altı ay açıkta kaldıktan sonra 27 Mayıs 1960'da Ankara İlköğretim müfettişliğine atanır ve aynı yıl Efkar Tepesi adlı kitabı basılır. 1961 yılında yazarın Yılanların Öcü adlı romanı tiyatroya ve filme uyarlanır. Tiyatro gösterimi yasaklanır, film ise ancak Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in konuya el koyması ile gösterime girer ancak filmin gösterimi sırasında olaylar çıkar. Bu yıl ayrıca yazarın Onuncu Köy, Karın Ağrısı, Irazca'nın Dirliği kitapları yayımlanır. Bir sene sonra yazarın oğlu Tonguç dünyaya gelir. Baykurt Amerika'ya giderek, Bloomington'daki Indiana Üniversitesi'nde göze kulağa hitap eden ders araçları ve yetişkinler için yazma öğrenimi görür. 1963 yılında yurda dönerek Ankara İlköğretim müfettişliği görevini sürdürür. Onuncu Köy Bulgarca'ya çevrilir ve kitapları Bulgaristan'da Türkçe olarak da basılır. Yılanların Öcü ile Irazca'nın Dirliği de Almanya'da, "Die Racheder Schlangen" adıyla basılır. Yılanların Öcü Rusça'ya çevrilir.
Türkiye Öğretmenler Sendikası
1965 yılında TÖS'ün kuruluşuna katılır ve genel başkan seçilir. 1966 yılında İlköğretim müfettişliğinden uzaklaştırılarak yeni kurulan Milli Folklor Enstitüsü'nde uzman olarak atanır. Kaplumbağalar ve Amerikan Sargısı romanları yayımlanır. 1967 yılında Onuncu Köy adlı eseri de Rusça'ya çevrilir. Yazıları ve TÖS'teki çalışmaları yüzünden sık sık kovuşturma geçiren Baykurt Gaziantep'in Fevzipaşa bucağına sürülür. TÖS "Devrimci Eğitim Şurası"nı düzenler. Bir yıl sonra da TÖS "Büyük Eğitim Yürüyüşü"nü bir sene sonra da "Genel Öğretmen Boykotu"nu düzenler. Bu faaliyetlerinden sonra tekrar görevden alınarak bakanlık emrine alınır ancak Danıştay kararı ile görevine geri döner. 1970 yılında Fevzipaşa'dan Ankara'ya Ortadoğu Teknik Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Yayın Müdürlüğü görevine getirilir. Anadolu Garajı ve Tırpan kitapları yayımlanır. Tırpan ve Sınırdaki Ölü ile TRT Ödülleri'ni kazanır. Ardından Onbinlerce Kağnı adlı kitabı yayımlanır.
Sıkıyönetim yılları
1971'de ordunun yönetime el koyması ile başlayan sıkıyönetim döneminde Baykurt iki kere gözaltına alınır. Aynı yıl Tırpan ile Türk Dil Kurumu Ödülü'nü kazanır. Kitaplarının yeni basımları yapılırken yazar askeri tutukevinden Ankara Merkez Cezaevi'ne aktarılır. 1973 yılında Can Parası ve Köygöçüren basılır. Baykurt'un yurt dışına çıkışı da yasaklanmıştır. 1974 yılında İçerdeki Oğul basılır. Keklik romanını yazar. Can Parası ile Sait Faik Ödülü'nü kazanır. Askeri Yargıtay'da TÖS Davası'ndan beraat eter. Sınırdaki Ölü ve Keklik kitap olarak basılır. 1976 yılında Sakarca basılır.
Emeklilik Yılları
Sosyal Sigortalar Kurumu'ndan emekli olan Baykurt Madaralı Roman Ödülü'nün kuruluşuna yardımcı olur. 1977 yılında İsveç'te öğretmen yetiştirme çalışmalarına katılır ve Yayla romanı basılır. Frankfurt Uluslar arası Kitap Fuarı'na katılır ve Almanya, Hollanda ve İsviçre'ye geziler yapar, göçmen işçilerle iletişim kurar. 1978 Yılında Sakarca sahneye uyarlanarak İstanbul Şehir Tiyatroları'nca oynanır. Kara Ahmet Destanı ile Orhan Kemal Ödülü'nü kazanır ve Kültür Bakanlığı'na danışman olur. 1979 yılında Tırpan adlı eseri de tiyatroya uyarlanır. Devlet Tiyatrosu tarafından İzmir, Ankara ve Antalya'da oynanır. Baykurt, göçmen işçi konusunu incelemek üzere tekrar Almanya'ya gider. Duisburg şehrinde yaşamaya başlar. Yandım Ali kitap olarak basılır. Bu dönemde ODTÜ'de öğrenci olan oğlu Tonguç da tutuklanır. 1980 yılında Tırpan İstanbul Şehir Tiyatroları'nca da sahneye konulur ve iki mevsim oynanır. Tırpan'dan ötürü Baykurt ve Taner Barlas, "Avni Dilligil En Başarılı Yazar" ödülü kazanırlar. Suna Pekuysal da "En Başarılı Oyuncu" seçilir. Rur Havzası'nda Türk işçi çocukları için başlatılan RAA programında görev alır ve bir İngiltere gezisi yapar. Kızı Işık da bu yıl tutuklanır. Baykurt, Taner Barlas ve oyunda rol alan sanatçılar "İsmet Küntay Ödülü" kazanırlar. Tırpan'daki oyunu nedeniyle Suna Pekuysal "Ulvi Uraz Ödülü"nü kazanır.
1981'de "Sakarca" İsveç'te çizgi film yapılır ve Macarca'ya da çevrilir. DDR'de bir inceleme gezisi yapar. Öyküleri Gürcistan'da da kitap olarak basılır. "Kaplumbağalar" filminin senaryo çalışmalarına katılmak üzere İsviçre'nin Neuchatel şehrine gider. Almanya'daki göçmen işçilerin yaşamını konu alan öyküleri "Gece Vardiyası" adıyla basılır. İşçi çocuklarının yaşamını dile getiren öyküleri de "Barış Çöreği" adıyla basılır. Kitaptan yapılan seçmeler Almanya ve Hollanda'da iki dilli olarak yayımlanır. 1983 yılında "Yüksek Fırınlar" kitap olarak basılır. Oğlu Tonguç'la birlikte Sovyetler Birliği gezisi yapar. Moskova, Bakü, Batum ve Leningrad şehirlerine ve Yasnaya Poliana'ya giderek Tolstoy'un Yurtluğu'nu ziyaret eder.
1984 yılında Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü'nü kazanır. Gece Vardiyası ve Kara Ahmet Destanı Almanca, Yılanların Öcü ile Irazca'nın Dirliği Bulgarca basılır. Türkiye'de "Barış Derneği İkinci Davası"nda sanık olarak aranır. 1985 yılında Gece Vardiyası ile Alman Endüstri Birliği BDI'nin Yazın Ödülü'nü alır. Dünya Güzeli ve Saka Kuşları adlı Kitapları Türkçe ve Almanca olarak basılır. 1986 yılında Duisburg'ta öğretmenliğe başlar ve yurt dışında oluşan Türkiye Aydınlarıyla Dayanıma Girişimi'nin yönetiminde görev alır. "Duisburg Treni" adlı eseri basılır. Kopenhag'ta Dünya Barış Kongresi'ne katılır aynı yıl Koca Ren basılır.
1987 yılında Keklik romanı 20 öyküsüyle birlikte Rusça’ya çevrilip basılır. Londra’ya bir gezi yaparak Highgate’te Karl Marx’ın gömütünü ziyaret eder. Aynı yıl aralarında birçok yabancı dile çevrilen kitabının da bulunduğu 19 kitabı Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Halikarnas Balıkçısı, Mihail Şolohov, Ernest Hemingway, İvan Gonçarov, Tolstoy, Gogol, Panait Istrati gibi yazarlarla beraber gerekçe göstermeden yasaklanır. Aynı yıl Sakarca adlı eseri de Hollandaca ve Almanca olarak basılır. Türkiye – Yunanistan Dostluk Gelişimi’nin Avrupa’da kuruluşunda görev alır. Tiflis’te İlaya Cavcavadze’nin 150’nci doğum yıldönümü konferansına katılır.
1988 yılında İçerdeki Oğul’u oyun olarak tekrar yazar. A. Çetinkaya ile birlikte Fridan Halvaşi’nin şiirlerini Türkçe’ye çevirir; Kitap Eninde Sonunda adıyla Almanya’da basılır.
1989 yılında Kuru Ekmek romanını yazar. İçerdeki Oğul, Amersfoort Halk Tiyatrosu’nda oynanır. Şiirleri de Bir uzun yol adıyla basılır. Moskova’ya yeni bir gezi yaparak Nâzım Hikmet’in evinde ve arşivinde çalışır.
Baykurt ders vermeyi Pestalozzi Okulu’nda sürdürür. Şiirleri Hollanda’da “Vuurdoorns – Ateşdikenleri” adıyla basılır. 1991 yılında Ortaokul öğrencileri için, “KALEM – Schreiber” dergisini çıkarmaya başlar aynı yıl boynundan bir ameliyat geçirir. 1992 yılında, bugün Literaturcafé Fakir Baykurt adıyla varlığını sürdüren Duisburg Edebiyat Kahvesi'ni kurar. Bir Uzun Yol’un Almanca’sı “Ein langer Weg” adıyla çıkar. Yazar bu yıl bir de Çin gezisi ertesi yıl da Avustralya gezisi yapar. 1995 yılında Almanya’da öğretmenlik yaptığı çalıştığı Pestalozzi Okulu’ndan emekliye ayrılır. Öykü Kitabı bizim İnce Kızlar basılır ve 7 kitaptan oluşan Özyaşam öyküsünü bititir. 10 Mart'ta Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Yardımlaşma Vakfı tarafından “Fakir Baykurt’a Saygı Gecesi” düzenlenir. Bu yıl Yarım Ekmek romanı da yayımlanır. 1998 yılında Telli Yol öykü kitabı ile birlikte, “Özyaşam” dizisinin ilk cildi “Özüm Çocuktur” yayımlanır. Gezi yazılarının bir bölümünü Dünyanın Öte Ucu (Avustralya Gezi İzlenimleri) adıyla yayımlanır. Benli Yazılar deneme kitabıyla birlikte “Özyaşam” dizisinin ikinci ve üçüncü ciltleri (Köy Enstitülü Delikanlı; Kavacık Köyünün Öğretmeni) çıkar. 1999 Nisan genel seçimlerinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi İzmir milletvekili Adayı olur. 11 Ekim 1999 Pazartesi günü tedavi gördüğü Almanya’da Essen Üniversitesi Kliniği’nde pankreas kanserine yenik düşerek ölmüştür.
Fakir Baykurt Kitapları - Eserleri
- Özüm Çocuktur
- Köy Enstitülü Delikanlı
- Kavacık Köyünün Öğretmeni
- Köşe Bucak Anadolu
- Bir Tös Vardı
- Sıladan Uzakta
- Yılanların Öcü
- Irazca'nın Dirliği
- Eşekli Kütüphaneci
- Kaplumbağalar
- Onuncu Köy
- Yarım Ekmek
- Köygöçüren
- Koca Ren
- Genç Emekli
- Yüksek Fırınlar
- Yayla
- Keklik
- Tırpan
- Amerikan Sargısı
- Kara Ahmet Destanı
- Yandım Ali
- Dost Yüzleri
- Dünya Güzeli
- Can Parası
- Dünyanın Öte Ucu
- Benli Yazılar
- Sakarca
- Telli Yol
- Gönül Ustası
- Çilli
- İçerdeki Oğul
- Efkar Tepesi
- Efendilik Savaşı
- Sabır Dağı
- Gece Vardiyası
- On Binlerce Kağnı
- Sınırdaki Ölü
- Duisburg Treni
- Bizim İnce Kızlar
- Kalekale
- Barış Çöreği
- Unutulmaz Köy Enstitüleri
- Öğretmenin Uyandırma Görevi
- Sendika Ve Grev
- Saka Kuşları
- Anadolu Garajı
- Yanar Bir Işık
- Çilli Karın Ağrısı Cüce
- Anadolu Garajı
- Şamar Oğlanları
- Yeni Kölelik mi?
- Bir Uzun Yol
- Ateşdikenleri
- Kovboyculuk Oyunu
Fakir Baykurt Alıntıları - Sözleri
- Yaşam yenileniyor,töreler kalıyor... (Yarım Ekmek)
- Aborcin denilen o insanlar kendi aralarında barışçıl yaşıyor, savaş bilmiyorlar. İlkel silahları sadece avlanmak içindi. Amiral Cook'un adamları karaya çıkar çıkmaz, ilk el de 40000 Aborcin öldürdü. Aborcinler kurşun renkli, oval büyük burunlu insanlar. Gelen beyazları kendilerini var eden ataların dirilip gelen ruhu sandılar. Koşarak, toplanarak atalarını en saygılı devinimlerle, seslerle karşılamak istediler. Karşılık olarak kafalarına, gövdelerine durmadan kurşun yediler. Atalar kurşun attığına göre bunca yıldır biriken suçlarının cezasını veriyorlar diye yorum yaptılar. Birdenbire 40 bin ölü. (Dünyanın Öte Ucu)
- Eskiden cahillik fazlaydı;şimdi daha fazla. (Eşekli Kütüphaneci)
- Ankara uzak, seçim uzak, okul uzak, gökyüzü uzaktı.Büktü boynunu. (On Binlerce Kağnı)
- Tavuklar, horozlar, bizden erken uyanıyor. Kurt, kuş bizden erken uyanıyor. Biz niye geriye kalıyoruz. Hatta bazı horozlar, bizi daha tez uyandırmak için daha erken ötüyorlar. Ama niçin erken öten horozların boynuna vuruyoruz? (Efkar Tepesi)
- Bir sidikli yorgan meseli vardır hani: İnsanlar uyanacağına yakın, ecinni tayfası, sidikli yorganı alıp sokaklarda dolaşırmış. Hangi evde duman tütmüyor, o evin bacasından girermiş. Yorganı, şafak söktüğü halde eşşek gibi yatanların üzerine örtermiş. Yani bu yorgan, değirmen taşı...Ağır! Onu örtünen, öğlelere kadar uyurmuş. Uyansa bile bir ağırlık; kalkamazmış. Yani ben kısa aklımla şöyle diyorum: Bizim köylü milletinin de üstüne sidikli yorgan örtülmüş, kalkamıyor vesselam... (Onuncu Köy)
- "Eller bizi kınar, nerelere gidelim?" "Ellerden arkalara kaldık tüüüüüh!" (Yandım Ali)
- Sabahattin Ali; Pir Sultan Abdal, Garcia Lorca, Nazım Hikmet gibi büyük sanatçılardandı. Kahraman ve kurban olmasa da, olmadan da büyüktü. Onun yaşamında ve yapıtlarında büyük sanatçılığın bütün belirtileri vardır. Biliyoruz, büyük sanatçıların yaşamları da büyüktür. Onlar acıyı da, sevinci de büyük boyutlarda yaşarlar. Yapıtları, sadece içerik, biçim ve estetik yönlerinden değil, sanatın işlevi yönünden de bambaşka özellikler taşır. Bundan ötürü kitleleri çok yakından ilgilendirirler. Bu ilgi de giderek onları etkiler, sarsar, onlara bilinç verir, bunalımlardan çıkış yönlerini, yollarını sezdirir, eyleme dönüşecek maddi gücü aşılar. Büyük sanatçılar bu işlevi, bunalım içindeki halkların yaşamına karışarak, onlarla birlikte soluk alıp vererek, acıyı sevinci onlarla paylaşarak, dayatılan haksız koşullara direnerek, diretmekle yetinmeyip, gerektiğinde savaşarak; savaşım içinde oluşturdukları yapıtlarda halkın dilini, duygularını, düşüncesini sevgiyle, saygıyla kullanarak sağlayabilirler. Böylece yeni tipler, karakterler, yazma yenilikleri ortaya koyarlar. abece, Sayı 12 Mart 1987 (Yanar Bir Işık)
- Camiye, okula, kışlaya, fabrikaya, karakola siyaset girmez, Ferhat Efendi! Girdi mi, o melmeket hapı yutar! (Tırpan)
- Para gibi maymuncuk yoktur! (Duisburg Treni)
- “Evet Pablo Neruda çok büyük bir şairdir. Yalnız Şili’nin degil butün dünyanın, en başta da işçilerin, köylülerin şairidir!” (Genç Emekli)
- Asıl anlatılacak işler "Yılanların Öcü"nde oldu ... (Çilli Karın Ağrısı Cüce)
- Ta yirmi yıl önce bir iğde silkimi zamanı, köyünden kalkıp Almanya'nın yolunu tuttuğu günü hiç unutamaz Salih. Umutlarla doluydu. İçi o gün Karadenizin suları gibi çalkanıyordu. Hiç hesapta olmayan yönlere aktı gitti yaşam. " Bir yıl sonra yirmi olacak! Yaş da kırk yedi! Yaşadığım kadar yaşayacağım nereden belli? Ne anladım ben bu kıyımcı feleğin yönettiği dünyadan?" (Gece Vardiyası)
- Denizgil hücrelerinden çıkmışlar, kapılarının önündeki dar yerde geziniyorlar. Kuzey hücreler, hiç güneş almıyor. Kapılarının ortasında "gözet deliği" var. Celâl'le gözlerimizi uydurup baktık kaçak olarak. Hüseyin'i, Metin'i, Hacı'yı, Mustafa'yı gördük şöyle böyle. Yusuf çıkmamıştı belki... (İçerdeki Oğul)
- "Çok acılar çektik! Karamsar etti acılar bizi..." (Duisburg Treni)
- Eskiden cahillik fazlaydı; şimdi daha fazla. (Eşekli Kütüphaneci)
- Dillerinden bir tane “r” çıkmaz bunların. Doğru dürüst “Murat” diyemezler. O güzelim adı “Muğat Muğat” diye rezil ederler. (Barış Çöreği)
- « İstanbul'da Yaşar Kemal İnce Memed' i yazmış. Ben de Ali enişteyi yazacağım. Evinin önüne ev yapıyorlar, sesini çıkaramıyor. Kuzusunu çalıyorlar, sesini çıkaramıyor. Çıkarsam daha beter çullanırlar üstüme diye korkuyor» (Köşe Bucak Anadolu)
- “ Bugün it bağlasan eğleşmez olmuş hepsi .” (Gece Vardiyası)
- “Pişesiye sabreder, soğuyasıya sabredemez!” (Sabır Dağı)