diorex
sampiyon

Sır - Mustafa Kutlu Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Sır kimin eseri? Sır kitabının yazarı kimdir? Sır konusu ve anafikri nedir? Sır kitabı ne anlatıyor? Sır kitabının yazarı Mustafa Kutlu kimdir? İşte Sır kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 01.03.2022 12:00
Sır - Mustafa Kutlu Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Mustafa Kutlu

Yayın Evi: Dergah Yayınları

İSBN: 9789759953003

Sayfa Sayısı: 92

Sır Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Mustafa Kutlu'nun bu eseri "Şark hikâyesi"nin tasavvufî ve biçimsel özellikleri üzerine kurulmuş bir kitaptır. Kitapta yer alan hikâyeler tek başlarına müstakil bir hikâye olmaları yanında aynı zamanda bir bütünün parçalarıdır.

Kitabın bütünü bir şeyhin dramını yansıtmaktadır. Şeyhin dergâhında ve etrafında toplumun hemen her kesiminden tipler yer alır. Bir gazeteci, bir ilim adamı, bir siyasetçi, vb. Bu tiplerin tekke ile olan bağlantıları aynı zamanda kendi şahsî dramlarını da ortaya koyar.

Sır kitabı Kutlu'nun öteden beri işlemekte olduğu Türkiye'de toplumsal değişme serüveninin bilhassa seksen sonrasındaki görünümüne ışık tutmakta, eleştiriler getirmektedir.

Kitaptaki hikâyeler: Sır, Tarihin Çöp Sepeti, Politik-vizyon, Her Ne Var Âlemde, Aramakla Bulunmaz, Mürit, Satılık Huzur, Cüz Gülü.

Sır Alıntıları - Sözleri

  • “Telaş etme” dedi, “kalıcı değiliz”
  • Çoktandır sanki kendim yazıp kendim okuyorum...
  • Önce yoldaş sonra yol…
  • Mazi hiçbir vakit bizi büsbütün terk etmiyor..
  • "Ha çiçek, ha kitap.. İki temiz asil ve derin unsuru yan yana getirmiş olmaktan mutlu. Lâkin kim düşünecek bunları.. Hangi kadrolar, hangi idare..."
  • Aramakla bulunmaz... Ama bulanlar ancak arayanlardır..
  • "Telaş etme” dedi, “kalıcı değiliz”
  • Bizim kötülüğümüz kendimize. Aslı da cahillik. Cahilin okumamışı..
  • Ben çoktan kapadım o defteri.. Lakin defter kapanmıyor.. Mazi hiçbir vakit bizi büsbü­tün terketmiyor.
  • Ha çiçek, ha kitap .. İki temiz, asil ve derin unsuru yan yana getirmiş olmaktan mutlu.
  • "Mağrur kalbi yumuşattım. Elif kaddimi dal'a çevirdim."
  • "Telaş etme” dedi, “kalıcı değiliz”
  • "Önce yoldaş, sonra yol."
  • "Kaleme dahi sırrını verme Gider kağıda yazar..."

Sır İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Spoiler içerir: Sır kitabı Kutlu'nun öteden beri işlemekte olduğu, Türkiye'de toplumsal değişme serüveninin bilhassa seksen sene sonraki görünümüne ışık tutmakta, eleştiriler getirmektedir. Kitaptaki hikayelerden biri olan " Satılık Huzur " Kutlu'nun " Ya tahammül Ya Sefer " kitabındaki İlhan karakterinin gelecekteki yaşamını konu alıyor. Maalesef İlhan'ın "Ya Tahammül Ya Sefer" kitabında sisteme ve yapılan yanlışlara karşı eleştirisini, direnişini bu hikayede devam ettiremediğini ve eleştirdiği insanlar gibi kendisininde sistemin içine girdiğini üzülerek görüyoruz. "Sır" hikayesinde ise efendinin ölümü üzerine onun yerine geçen mürşidin kendisine ve çevresine yabancılaşmasıyla karşılaşırız. Yani efendinin kendine yabancılaşmasının temelinde, kendisine verilen sorumluluk ile kişiliğinin uyuşmaması etkili olur. " Tarihin Çöp Sepeti " hikayesinde ise bir gazeteci kişiliğinde aydın tipinin ülkeye, halka, mesleğe ve kendisine yabancılaşması dikkatlere sunulur. Kahramanımız Metin, iç dünyasında bir yerlere çekilmiş, idealist kimliğiyle kendisinden beklenenler arasındaki uçurumu ve buna bağlı yabancılaşmayı anlamamıza yardımcı olur. "Her Ne Var Alemde" hikayesi bir bilim adamının etrafında şekillenir. Çevresine yabancılaşmış, yalnızlığı yaşayan bilim adamının sürdürdüğü hayat kırılmaya uğramış o da 'uzlete' çekilmiştir. Görünürde bunda zamanın geçişinin hüznünü yaşaması ve üniversitelerde dikkate değer bilim adamının kalmayışı etkili olur. O esasen ortada üniversiteninde bilminde kalmadığı düşüncesine kapılmıştır. Artık tarih araştırmacılığıda zevk vermemektedir. Üniversiteye de bilme de yabancılaşmıştır. Bezginlik içindedir. Kitapta birbirinden farklı gibi görünen hikayeleri tek cümlede birleştirmemiz mümkündür aslında ; "Ölüp gitse de insan, sürekli bakmalı kendine aynadan." Kitap siyasi veya bireysel güç kazanmak için yozlaşanları ve özünü unutanları gösteriyor bize. Kutlu bu kitabı yazdığında bu günleri görerek mi yazdı acaba? diye düşünmeden edemiyor insan. Kitaptaki gibi amacından saptırılan tekkelerin, grupların, bir davası olan insanların politikaya alet edilip, çıkarları için, siyasi rant için ne denli yozlaştığını günümüzde görmenin hüznü kaplıyor içimizi kitabı bitirdiğimizde. Mustafa Kutlu, kahramanlarına dünyayı değiştirme misyonu vermiştir. Fakat kahramanlar bunda başarılı olamaz. Dünyayı değiştiremeyen insanı sonunda dünya değiştirir. Bir yerde ideallerine ve kendine yüklenen misyona bağlı kalamayan insan çevresini olumlu yönde değiştireceği yerde kendisi değişmeye başlar. İdeal ve amaç kaybına uğrar. Kendisini gerçekleştireceği yaşam alanı arar. Kalabalıklar içinde yalnızdır. Nitekim böyle de olur. Sosyal hayatta güzelliklerin yerini çirkinliklerin aldığı, yapılan işlerin iyiden kötüye gittiği, aslında bir şeyler yapmak bilindiği halde bunun bilinmezden gelindiği bir dünyada, iyilerin kenara çekilmesinin, itilmesinin veya susmasının kötülere en büyük iyilik olduğu görülmektedir. İlk defa Mustafa Kutlu okuyacaklara kitapla ilgili naçizane tavsiyem ise şudur; Kitabın sayfa sayısının azlığına aldanıp Mustafa Kutluya bu eser ile başlarsanız, kitabın aslında son derece anlaşılır dili size ağır gelebilir. Nedeni ise Kutlu'nun kitaptaki hikayeleri birbiriyle bağlantılı yazmakla yetinmeyip daha önceki bazı kitaplarının da bir nevi devamı şeklinde ele almasıdır. Son olarak eklemek isterim ki ' kitabı kapatıp kitapla yüz yüze baktığımızda bir kez daha anladım, aslında başlangıç ve son yok hakikatte. Sonsuz bir döngünün içinde, muhteşem bir sarayın odacıklarında bir tutam hayatımızın bize selam ve elveda demesidir, bizim başlangıç ve son olarak bildiğimiz şey.' (S A C İ D E)

Sır..Evet vardır herkesin kendi lisanı haliyle Rabbiyle arasında olan bir sırrı..Bu öyle bir sırdır ki kimselere söylenemez, söylense anlaşılamaz, ancak hal ehline malum olan bir sır.. bu sır ciğer yakar, kalp deler, kanlı gözyaşları akıtır, sebepsizce ağlatır, gözü döküp ağlatır.. dertler sökün edip gelir de, bunlar tohumu toprak altında çatlatıp yeryüzüne çıkartacak meziyette olduklarından şikayetçi olunmaz, teslim olunur. Evet vardır hepimizin Rabbiyle arasında terennüm eden bir sırrı... Sır aşikar edilmez, arif konuşsa helak olacaktır, aşık susarsa... Bu kitap sana sen varsın, sırrın kadar varsın diyecek, sırrın kadar konuşacaktır seninle. Neye talip olduğunu, nerede tükendiğini ve sana kimlerden olduğunu sorgulatacak ve belki de en önemlisi: sadıklardan haberdar edecek. Hani Hak Sübhanehu Teala'nın Tevbe 199.ayette “sadıklarla beraber olun" diye buyurduğu sadıklardan... Hz Mevlana'ya demişler: “Peygamber de bir insandı.” O da demiş ki: “Haklısınız elmasta bir taştır ancak taş onun kadar değerli değildir.” Gelelim sadıklara, Allah'ın veli kullarına, mürşid-i kamillere, arayanların bulduğuna, lâkin her arayanın bulamadığına... Kitapta herkes gibi görünen bir insan-ı kâmil ile tanışıyoruz. O herkes gibi ama kimse onun gibi değil... Bir mürşidin elinden tutan bir zat bu. Bu tutuş bile ayıracaktır onu diğerlerinden. Yol erlik yolu, dava olmak davası. Hz Mevlana diyor ki; "Sanma ki yol alanlar yok İzleri belirlemeyen olgun kişiler yok Sen sırlara mahrem değilsin de Sanıyorsun ki başka çeşit erler yok." İşte hikayede ilk karşılaştığımız zât bu erlerden... Sözü uzatmayalım. Mürşidi emaneti ona tevdi ediyor ancak o buna kendini layık görmüyor, hâm nazarıyla bakıyor kendine. Pişenler hâmım dediği için değil; riyasız, şeksiz şüphesiz kendinde bir varlık görmediği için... Emanete de böyleleri layık olur zaten, talep edip isteyene değil, yüz çevirene verilir...Liyakat sahibi olana... Gelelim kitaptaki diğer insanlara. Diğerlerine. İnsan için büyük bir imtihan derler aynı pencereden bakamayacağı insanlarla aynı çatı altında bulunmaya. Bunlar ehli dünyadır, hakikatten berîdir. Eşyayı eşya olarak görmeye mahkumdurlar. Bir işportacı nazarıyla bakarlar altına. Altın sarrafta kıymet kazanır, işportacı nereden bilsin hakiki değerini! Onlar altına taş nazarıyla bakadursun biz yeniden çevirelim vechimizi insan-ı kâmile... Sâlik yola mürşidinin elinden tutmakla başlar. Binaenaleyh nefsi emmareden iraz eder. Böylelikle asıl makama yani ilk makama adımını atar. Bu makamın adı nefsi levvamedir. Levvame yakıcıdır, sorgulayıcıdır, bir yüzü emmareye bakar bir yüzü mülhimeye... Işte bundan sebep her anı çalkantılıdır. Kimi zaman emmareye düşer, kimi zaman mülhibede cezbelenir, kendinden geçer...Bu bahis burada kalsın biz devam edelim. Berikilere gelelim. Arayıp da bulanlara, fakat kıymet bilemeyenlere... Her insan kendisiyle savaştadır, arzularıyla, ihtiraslarıyla büyük bir cenk halindedir. Lâkin hakikat ona kendini hatırlattığında hangisine teslim olacaktır? Kıssaya başvuralım: Vaktiyle bir gün şeyhin biri müridiyle yolculuk halindedir. Bir ağacın altında dinlenirler, şeyh müridinden testiyi yanına alıp su getirmesini ister. Mürid gittiği yerde birileriyle tanışır, aşık olur evlenir, çocukları olur... Aradan yıllar geçer, karısını ve çocuklarını kara toprağa verir ve aklına şeyhini unuttuğu gelir. Alır hemen evin bir köşesinde unuttuğu testiyi, içine su doldurur, şeyhinin bulunduğu yere gider. Şeyhi hâlâ orada kendisini beklemektedir ve sorar ona “ Nerede kaldın evlâdım, az kalsın ben de gidiyordum!” Tabi kıssadaki mürit bahtı açık olanlardan... Geri dönüpte şeyhinin sırra kadem bastığı kişilerle tanışıyoruz hikayede... Geç kalanlarla... Ne büyük bir kayıptır bu, iki dünya saadetini yitirmek... Selam olsun kıymet bilenlere, garabet dünyanın hilelerinden kurtulup gerçek güzele kavuşabilenlere... Sevgilinin bir anlık nazarını cümle cihana ve içindekilerine değişmeyenlere... Aslında bu kitabı tersten okumak lâzım. Böyle bir yere varamayacağız gibi.. (Sırrı aşikar etme zamanı geldi galiba...Lakin bu yaptığımız sır perdesini aralamaya yetmeyecek, perdenin üstündeki yalnızca bir kaç tozu almaya belki yetecek belki yetmeyecek...) Gelelim son sayfalara, asıl yere. Ortada bir sâlik vardır ve bir yol gösteren. Yol gösterenin bir çocuk metaforuyla gösterilmesi çok manidar.. Derler ki Allah’a en yakın olunan çağdır çocukluk çağı. Arifler ‘nasıl olmalıyız” sorusuna karşın “çocuk gibi olunmalı” demişlerdir... Çocukların halleri o kadar güçlüdür ki onların yanında halleriyle halleşir, yetişkinlik zarfından sıyrılırsın. Evet. Birinci çocuk ve nefsi levvame basamağı... Çocuğun elinde balçıktan bir eşek, insan olarak da bir parça balçık, azık; bir parça balçıktan buğday. Insanın ne olduğu, neyle uğraştığı, varlığın arka planı hatırlatılıyor burda. Geldiğin yeri hatırlarsan, ne olduğunu bilirsen nereye gideceğini bilirsin der gibi. Sâlik de bunu görüyor ve berî duruyor... Güllerin (erenlerin) arasından kendine yol açarak saf ve berrak suyun içine giriyor. Burası hayretle başlıyor. Seyr-ü sülûk’un ilk adımı. Bu yüzdendir ki berrak su bin bir nimetle doludur. Burada aşık sınanır. Başka güzellikler gösterilerek gerçek güzelin kim olduğu unutturulmaya çalışılır. Imtihan büyük bir o kadar armağanı da büyük... İkinci çocuk, değişen mekan ve makam. Nefsi Mülhime. Burada görmek ve bakmak farklılaşacaktır. İnsan emanete lâyık görülecektir(Kitabın başına gidiyoruz böylece). Bâtıl daha güçlü gelecektir amma sâlik her daim teyakkuzda olacak, mürşid gönülde her daim baki kalacak(gonderi/109870092), gönül gözü açılacak, dil hak konuşacak ve o görklü nazar nice dağları devirecektir. Burası başkalarına yük olunan yer değil, yüklerin hepsinin sırtlanılacağı yer. Burası başkalarını kendi nefislerine tercih edenlerin yeri.( bknz: Haşr Suresi 9. Ayet) Burası dünyanın bir saman çöpü kadar değersizleştiği yer. Burası dertlilere deva, hastalara şifa, yaralara merhem olunan yer... Burası eşyanın hilkat perdesini kaldırdığı yer. Üçüncü çocuk. Nefsi Mutmainne. Muhkem makam. Bundan kellisi vardır lâkin geriye dönüşü yoktur. Burası itminana kavuşmuş olanların yeri. Saf katıksız mütevekkillerin makamı. Ondan sebep kapıların kilitlenmeyişi, bekçi-asker bulunmayışı, sıhhatlilerin şımarmayışı, hastaların şikayetçi olunmayışı. Daha iyi anlaşılması için ufak bir örnek vereyim: Erenlerden biri bir gün diş ağrısından doktora gitmiş. Doktor sual etmiş: “Şikayetiniz nedir?” O zât paniklemiş, canı sıkılmış. Demişki: “Estağfirullah olur mu öyle şey? Şikayet değil bizimki. -Dişini göstererek- Sadece bunun canı acıyor demiş.. İşte burası kâhıra da lütufa da hoş bakmak şöyle dursun ikisine de aynı nazarla bakanların yeri.. Gayrı sözü uzatmaya gerek yoktur. Bütün bunlar hâl ehline malumdur... Yazar da, fakir bir okuyucu olan ben de daha fazla konuşamıyoruz. Aşk ile kalın. Vesselam. (Ayşegül)

kefili degilim , yınede okuyun: Temiz Duru bir anlatımı var severek okudum Arayıp da bulamayanlara, yolda olanlara, yolunu kaybetmişlere, henüz ne arayacağını bile bilemeyenlere... Sır, sadece gözlerinizle satırlarda gezinmek değil, o sırrı keşfe çıkmak, olanla olmayanın farkına varmak... Kefili degilim okuyun (Hande gunkut)

Kitabın Yazarı Mustafa Kutlu Kimdir?

Mustafa Kutlu, 6 Mart 1947’de Erzincan’un Ilıç ilçesine bağlı Kuruçay nahiyesinde doğar. Babası Nurettin Bey, annesi Sulhiye Hanım’dır. Beş kardeştirler. Üç ablası ve bir de kız kardeşi vardır.

Mustafa Kutlu ‘nun ailesi ilmiye sınıfındandır. Babası Nurettin Bey rüştiye tahsillidir. Nahiye Müdürlüğü yapar. Anadolu’nun pek çok yerinde bu görevi yürütmüştür. Dedeleri de çeşitli memuriyetlerden gelmedir. Soylarına Hacıyakupoğulları denir. Ailenin bilinen bütün kökleri Erzincan’dadır. Babasının görevi sebebiyle bir yerde bir iki sene kalıp başka bir yere nakilleri gerçekleşir. Babası 1953 yılında emekli olduktan sonra Erzincan’a döner, kahvelerde arzuhalcilik yapar. Babasını 1959 yılında 12 yaşındayken kaybeder.

Babası ile pek fazla içli dışlı olamaz. Nurettin Bey tam bir Osmanlı Beyefendisidir. Eski harfleri çok iyi yazar. Kutlu’nun kendisi gibi Nurettin Bey de babasını 12 yaşında kaybeder. Babanne ikisi erkek, ikisi kız olan çocuklarını kendi başına yetiştirmek zorunda kalır.

Mustafa Kutlu ‘nun Annesi Sulhiye Hanım ve babannesi de tam bir Osmanlı Hanımefendisidirler. Eşlerinin yokluğunu çocuklarına hissettirmemek için ellerinden gelen gayreti gösterirler. Sulhiye Hanım’ın isminin kaynağı 1923’te ilan edilen Cumhuriyet’tir. “Sulh” olduğu için ismini Sulhiye koymuşlardır.

Çocukluğunda yazları annesinin köyüne gider. Eskiden şehir ve taşra hayatı birbirinden bugünkü kadar kopuk değildir. Erzincan’da mahallelerinin hemen yakınında bir köy uzun yıllar; ahırıyla, mereğiyle, davarı, nahırıyla varlığını korur.

Babasının tayin edildiği bir nahiyede ev bulamadıkları için istasyon yakınlarında bir binada kalırlar. Burası Kemah Beylerinden Sağıroğulları’nın Cebesoy İstasyonu’na yaptırdıkları bir dinlenme evidir. Kısa bir süre de karakol binasında kalmışlardır. Bu günlerin hatıralarını Kupa Maçı [Gİ] ve 5492 [AKY] isimli hikâyelerinde kullanır. Burada dumanlı trenler, istasyonlar, demiryolu çalışanları, ıssız tabiat ve hayvanlarla içli dışlı olur.

Beş altı yaşlarındayken okula giden ablalarının kitaplarından okuma yazmayı öğrenir. Bu kitaplardaki şiirleri ezberler. Okula gitmeden önce ikinci üçüncü sınıf talebesi kadar bir birikime sahip olur.

Babasının ölümü ile birlikte (orta ikinci sınıftadır) zor günler başlar. Annesine yardımcı olmak için birçok iş yapar. Sebze halinde arabadan karpuz indirir, kahvede garsonluk, çadırlarda puantörlük yapar. Yine bu yıllarda uğraştığı iki iş vardır. Biri resim yapmak diğeri futbol oynamak. Mahalli ligde futbol oynar.

Mustafa Kutlu – Tahsili

Mustafa Kutlu, İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Erzincan’da okur. Ortaokula kadar oturdukları ev deprem sonrası yapılan prefabrik evlerdendir. Buraya elektrik gelmediğinden orta ikiye kadar petrol lambası kullanmışlardır.

İlkokuldan itibaren edindiği okuma alışkanlığı, ortaokul sıralarında edebî zevke dönüşür. Edebiyat okumayı düşünür; fakat edebiyatçı olmak gibi bir tasarısı yoktur. Lisede fen kolundan mezun olur. Fen koluna giriş sebebini şöyle açıklar: “Sıra arkadaşımla mahalli bir amatör kümede, aynı takımda top koşturuyoruz. Çocuk kütüphane müdürünün oğlu ve dersleri çok iyi. Ben haytayım, derslerim o kadar iyi değil. O arkadaşım babasının yönlendirmesiyle fen bölümüne giriyor. Fen, yani zor bölüm, ki üniversitede tıp kazansın, teknik üniversiteye falan gitsin. Ben de diyorum ki, “ulan orayı yapamayız oğlum, biz top oynuyoruz, edebiyata gidelim, edebiyat kolay.” O fen koluna gidince ben de onun peşi sıra fen bölümüne gittim. Yani arkadaş kurbanı oldum.” (Murat Menteş, “Göründüğü Gibi Olan Adam”, Gerçek Hayat, 16-21 Mart 2001, s.17)

Mustafa Kutlu on üç dersten bitirme imtihanına girerler. Yazılıyı vermeyeni sözlüye almamaktadırlar. Birçok öğrencinin tek dersten kalıp liseyi bıraktığı bir dönemde mezun olabilen iki öğrenciden biridir. (1963)

Mustafa Kutlu , Liseyi bitirdikten sonra resme olan hevesi yüzünden Güzel Sanatlar Akademisi imtihanına girmek ister. O güne kadar Erzincan sınırlarına çıkmamış bir taşra çocuğunu Güzel Sanatların “frapan havası” iter. Böylece on yıl uğraştığı resim defterini kapatır. Buraya girmeyişinin bir başka sebebi de taştada bir kılavuzu olmayan, belli bir eğitimden geçmemiş, kendi kendini yetiştiren bir ressam adayının pek bir yere varamayacağını hesap etmesidir.

Mustafa Kutlu Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesine 1964’te kaydolur. Burada yeni ve değişik bir dünya ile karşılaşır. Orhan Okay, Kaya Bilgegil, Niyazi Akı, Selahattin Olcay gibi hocalarla tanışır.

Mustafa Kutlu iki arkadaşı ile birlikte Erzurum Halkevi salonunda yağlıboya resimlerinden oluşan bir sergi açar. Burada 30-40 kadar resmi sergilenir. Üniversite üçüncü sınıfa kadar aklında yazı yazmak düşüncesi yoktur.

Mustafa Kutlu bir gün Orhan Okay Hoca’nın odasında Hareket Dergisi’nin sahibi Ezel Erverdi ile karşılaşır. Bu karşılaşma hayatında bir dönüm noktası olur. Çünkü Ezel Erverdi desensiz mesensiz diye eleştirdiği Kutlu’dan desen göndermesini ister. Gönderdiği ilk desenler Hareket’in 28. sayısının kapağını süsler. Sonra bu dergide hikâyeleri de yayımlanmaya başlar. İlk hikâyesi 29 Mayıs 1968’de yayımlanan “O…”dur, hikâye ile birlikte biri kapakta olmak üzere 6-7 deseni çıkar.

Üniversitenin son sınıfında Orhan Okay Hoca ile “Sait Faik’in hikâyelerinin resim ve perspektif açıdan incelenmesi” konulu tezini hazırlar. 1968’de okulu bitirir.

Mustafa Kutlu – Memuriyeti

1969’da Erzincan’da görücü usulü ile, hayatımın en güzel tevafuku dediği eşi Sevgi Hanım ile evlenir. (Bu evlilikten bir erkek bir kız çocukları olmuştur. ) Evliliği ile birlikte öğretmenliğe başlar. İlk tayini Tunceli’ye çıkar. Dört yıl Tunceli Lisesi’nde çalışır. 1972 yılında İstanbul’a tayin edilir. Küçükköy Vefa Poyraz Lisesi’nde iki yıl öğretmenlik yapar. 1974 yılında çok sevdiği mesleğinden istifa ederek ayrılır. Hareket Yayınları’nı genişletmek isterler. İstifa gerekçesini şöyle açıklar: “Öğretmenliği çok seviyordum; fakat yine de dergiye ağırlık vermemiz gerektiği için istifa ettim.” (Murat Menteş, “Göründüğü Gibi Olan Adam”, Gerçek Hayat, 16-21 Mart 2001, s.17)

Mustafa Kutlu – Yayın Hayatı

Mustafa Kutlu, 1968 yılında İstanbul’da çıkan Fikir ve Sanatta Hareket Dergisi’nde yayımladığı hikâyelerle yayın dünyasına girdi. Adımlar (Erzurum, 1970-72), Hisar, Türk Edebiyatı, Düşünce, Yönelişler gibi dergilerde yazdı.

“Üniversite yıllarında yazmaya başladım. İlk yazdığım “O” hikâyesinden itibaren bütün yazdıklarımı yayımladım. Bu işi şuurla yürüttüm. Bizim neslin bu sahada ağabey, hoca, arkadaş kabilinden mürebbisi yok sayılır. Kendimi yetiştirdim. Bu açıdan ilk hikâyelerimin yayınlanması, hatta kitap haline gelmesi hem bir şans, hem bir talihsizliktir. Okuyucunun karşısına olgun örneklerle çıkamadım, ancak zamanla kendi hikâyeme doğru yürümeye başladım. İlk iki kitabım hazırlık dönemidir.” (Yaşar Kaplan, “Mustafa Kutlu’yla Bir Söyleşi”, Aylık Dergi, Sayı 63-64-65, 1984, s:44)

Hikâyeleri, desenleri ve diğer yazıları Hareket dergisinde yayımlandı. Adımlar dergisinde şiirleri de vardır. Hikâyelerini bu dönemde kitaplaştırmaya başladı. İlk hikâye kitabı “Ortadaki Adam” (1970) Hareket Yayınları tarafından basıldı. Bunu “Gönül İşi” (1974) takip eder. Bu arada iki inceleme yayımlar. Bunlar Sabahattin Ali ve Sait Faik üzerinedir. Bunların yayımlanması ona göre hem bir şans hem de bir şanssızlıktır. “Talebelik sırasında yapmış olduğum iki çalışma hemen yayımlanma şansı buldu. Bunlar erken yayının bütün acemiliklerini taşıyan kitaplardı; ama benim için büyük bir şanstı.” (Adnan Tekşen, “Mustafa Kutlu ile Mülakat”, Zaman, 16 Temmuz 1987, s. 9.

Mustafa Kutlu , Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisinin (8 cilt 1976-1998) 2. ciltten itibaren yayın yönetimini üstlenir ve bu ansiklopediye geniş ölçüde madde yazar. 1974-75’ten itibaren 20 yılını verdiği bu ansiklopediyi 1973’te aldığı Smith Corona marka daktilosundan yazarak çıkarır. Ansiklopedi için şimdi profesör olan D. Mehmet Doğan ile çalışır.

Fikir ve Sanatta Hareket Dergisi 1982’de kapanınca kendi tabiri ile sudan çıkmış balığa dönerler; çünkü dergi ile yaşamaya alışmışlardır.

Mustafa Kutlu, 1980’lerin ortasından sonra sinemaya yönelir ve senaryolar yazmaya başlar. “TRT’de dramatik belgeseller yazdım: Divan-ı Lügati’t Türk’ün bulunuşu ile ilgili ‘Bir Kitabın Hikâyesi’; ‘Müzedeki Şiir’, Divan Edebiyatı Müzesi ile bağlantılı bir belgeseldi. Selim ileri ile beraber Pazartesi Hikâyeleri’ni hazırladık; birçoğu çekildi. Halit Refiğ’in yönettiği ‘Kurtar Beni’ ile Osman Sınav’ın çektiği ‘Kapıları Açmak’ görünür hale geldi; çünkü her ikisi de ödül aldı. TGRT’de yayınlanan Ufukta Bir Ağaç’ı yazmıştım…” (Murat Menteş, “Göründüğü Gibi Olan Adam”, Gerçek Hayat, 16-21 Mart 2001, s.17)

Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe’sini senaryolaştırır. Diyanet İşleri’nin çocuk filmleri yapması ve bu filmlerin TRT’de gösterilmesi için Turgut Özal’ın girişimi ile bir proje hazırlar. Yusufçuk diye 8 bölümlük bir dizi yazar. “İnsanlar Yaşadıkça” isimli dizisi TRT engeline takılır. Son yazdığı senaryolardan birini TRT’ye teklif etmiş, ismi Mavi Kuş olan bu senaryo şu anda sinema filmi olarak düşünülmektedir.”

Mustafa Kutlu’nun Kapıları Açmak isimli senaryosunun Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nın açtığı yarışmada ikincilik derecesi vardır.

Mustafa Kutlu, dergiciliğe uzun bir ara verdikten sonra Dergâh (1990) ile bir dönüş yapar. İlk sayısı Mart ayında yayımlanır. Dergi edebiyat-sanat dergisidir. Dergâh’ın çıkışını Sultan Ahmet’teki Derviş çay bahçesinde İsmail Kara, Mustafa Kutlu ve Ezel Erverdi kararlaştırır.

Mustafa Kutlu derginin yanı sıra Kutlu, hâlen Dergâh Yayınevi’nin yönetimini de sürdürmektedir.

1986 yılından itibaren Zaman gazetesinde “Bir Demet İstanbul” başlığı altında şehir yazıları yayımlanır. Bu yazılar daha sonra Şehir Mektupları (1995) adı altında kitaplaşır. Halen Yeni Şafak’ta kültür-edebiyat yazıları yazmaya devam eden Kutlu, aynı gazetede spor yazıları yazmaktadır.

2012 yılında Osman Sınav’ın yönetmenliğinde ve Kenan İmirzalıoğlu’nun başrollüğünde “Uzun Hikâye” isimli eseri beyaz perdeye aktarılmıştır.

Mustafa Kutlu Kitapları - Eserleri

  • Uzun Hikâye
  • Ya Tahammül Ya Sefer
  • Mavi Kuş
  • Yoksulluk İçimizde
  • Sır
  • Beyhude Ömrüm

  • Bu Böyledir
  • İyiler Ölmez
  • Menekşeli Mektup
  • Hayat Güzeldir
  • Nur
  • Hüzün ve Tesadüf
  • Tirende Bir Keman

  • Rüzgarlı Pazar
  • Huzursuz Bacak
  • Yokuşa Akan Sular
  • Kapıları Açmak
  • Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı
  • Tarla Kuşunun Sesi
  • Sevincini Bulmak

  • Hesap Günü
  • Chef
  • Zafer Yahut Hiç
  • İlmihal Yahut Arzuhal
  • Vatan Yahut İnternet
  • Tufandan Önce
  • Sıradışı Bir Ödül Töreni

  • Arkakapak Yazıları
  • Dem Bu Demdir
  • Fırtınayı Kucaklamak
  • Anadolu Yakası
  • Akasya ve Mandolin
  • Kalbin Sesi
  • Yoksulluk Kitabı

  • Vitrinde Olmak
  • Kalbin Sesi ile Toprağa Dönüş
  • Şehir Mektupları
  • Bir Demet İstanbul
  • Yıldız Tozu
  • Selâm Olsun
  • Akıntıya Karşı

  • Topkapı’dan Topkapı’ya
  • Sabahattin Ali
  • Gönül İşi
  • Ortadaki Adam
  • Sait Faik’in Hikaye Dünyası
  • Haliç İle Çepeçevre İstanbul

Mustafa Kutlu Alıntıları - Sözleri

  • İnsan dünyaya kendini kaptırınca zamanın nasıl geçtiğini bilemez. Bir akıntıya düşüp tüm ömrünü koşturarak geçiren çoktur. (Hesap Günü)
  • “Saçların tarumar gözlerinde nem Ateşe benzerdin küle dönmüşsün.” (Tirende Bir Keman)
  • “Giden gidiyor, geride solgun fotoğraflar kalıyor.” (Selâm Olsun)
  • Aramak vazifedir. “ Aramakla bulunmaz fakat bulanlar ancak arayanlardır.” (Kalbin Sesi ile Toprağa Dönüş)
  • “–Aslımızı yitirmezsek iyidir. – İyidir ya, mümkün mü?” (Yokuşa Akan Sular)
  • Baki olan sadece Cenab- ı Hakk ' tır. (Şehir Mektupları)

  • “Kendisini değil, artık hatırasını seviyordu.” (Tirende Bir Keman)
  • Tren gider, yol gider. Ömür biter, yol bitmez. (Kapıları Açmak)
  • Hayatımızı manevi zenginliklerle donatmak gibi köklü ve insani alışkanlıktan, hayatımızı maddi zenginlikler ile donatmak gibi boyutları belirsiz ve bize ait olmayan bir mutluluk anlayışına kaymamız olup bitenlerin kaynağına işaret eder. (Topkapı’dan Topkapı’ya)
  • Ne denilmiş: Sabır, sebat, murat. (Beyhude Ömrüm)
  • Ölülere sahip çıkamayanlar, dirilere sahip çıkabilir mi? (Haliç İle Çepeçevre İstanbul)
  • Önce zihnimiz kirlendi, sonra kendimizden şüpheye düştük, ardından inançlarımızı sorgulamaya başladık. Bu geleneği ve ahlakı yaraladı. Artık ortada bir 'güven bunalımı' vardı. (Vatan Yahut İnternet)
  • Herşey gelip inceliklerde düğümleniyor. (Bu Böyledir)

  • "Gönül yarası bu kızım, mutlaka izi kalır." (Zafer Yahut Hiç)
  • Eskiye ait ne varsa kıymete bindi. (Vatan Yahut İnternet)
  • Velhasıl dünya hayatı "İş" dediğimiz oyun ve eğlenceden ibarettir. (Hesap Günü)
  • Mahvıma sebep hilmimdir.. (Sevincini Bulmak)
  • Umut bu dağın ardında belki, ama bu dağın ardı meçhul. (Yoksulluk Kitabı)
  • “Dua etmeli derim içimden; hem giden, hem bizim gibi geride kalanlar için artık sadece dua etmeli.” (Selâm Olsun)
  • Giden gidiyor, geride solgun fotoğraflar kalıyor. (Selâm Olsun)

Yorum Yaz