Nasıl Ölünür - Emile Zola Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Nasıl Ölünür kimin eseri? Nasıl Ölünür kitabının yazarı kimdir? Nasıl Ölünür konusu ve anafikri nedir? Nasıl Ölünür kitabı ne anlatıyor? Nasıl Ölünür kitabının yazarı Emile Zola kimdir? İşte Nasıl Ölünür kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...
Kitap Künyesi
Yazar: Emile Zola
Çevirmen: Aysel Bora
Orijinal Adı: Comment on meurt
Yayın Evi: Can Yayınları
İSBN: 9789750741074
Sayfa Sayısı: 48
Nasıl Ölünür Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Ölüm gerçek, ölüm döşeği tabu, cenaze ortak, yas bireysel… Peki ölüm herkesi eşitler mi?
Romanlarından tanıdığımız Émile Zola’dan toplumsal ve ekonomik koşulların ölümü nasıl şekillendirdiğini gözler önüne seren çarpıcı beş öykü. Aristokrat, burjuva, esnaf, köylü ve işçi ailelerinin bu süreci nasıl yaşadıklarını olanca sadeliğiyle ve toplumsal çerçeveden kopmadan sergileyen beş tablo.
Nasıl Ölünür Alıntıları - Sözleri
- Hava nasıl olursa olsun, hiçbir şekilde fakirlere yaramıyordu.
- Ölüm, parayla zehirlendiğinde doğacak tek sonuç öfke olurdu. Geriye kalanlar tabutları bile paylaşamazlardı.
- “Ölünün huzurunda bütün kavgalar biter.„
- Ölüm bir kez gelirse ondan kaçış olmadığını herkes bilirdi. Ne dine dönmek ne de ilaç kullanmak fayda ederdi. Ölüm gelmediği takdirde, hasta bir inek bile kendi kendine iyileşebilirdi.
- Anlayanı olmadıktan sonra… “Lüzumsuz bulduğu için artık konuşmuyordu.”
- Para ölümü zehirlerse, ölümden bir tek öfke çıkar.
- Ölünün huzurunda bütün kavgalar biter.
- Ticaret işi böyledir: Kendinizi tedavi ettirmeye zaman bile bulamadan ölür gidersiniz.
- Para ölümü zehirlerse, ölümden bir tek öfke çıkar. Tabutların üzerinde insanlar dövüşür.
- "Onu bu rutubetli hava bitirdi," dedi doktor. Morisseau yumruğunu havaya kaldırdı. Zaten yoksul insanlar her türlü havada geberip gidiyorlardı.
- Geriye kalan ve onları bağışlamasını sağlayan tek şey sevgisiydi.
- "Oh! Biraz yorgunum sadece,... Tek ihtiyacım dinlenmek...''
- "Sonra her şey bitti, geriye hiçbir şey kalmadı."
Nasıl Ölünür İncelemesi - Şahsi Yorumlar
'Yalnızlık İçinde Ölünür': Modern toplumun görünmeyen nahoş yüzünü ortaya koymada başarılı olan Emile Zola, beş kısa öyküden oluşan Nasıl Ölünür'de; bir aristokrat olan Kont Vertueil'in, burjuva sınıfından Bayan Guérard'ın, eşiyle esnaflık yapan Adélé'in, işçi sınıfından Morisseaular'ın oğlu Charlot'un ve köylü Jean-Louis'in ölüm sürecini nasıl yaşadıklarını okuyucularına başarılı bir şekilde tablolaştırıyor. • İnsanların sadece hayatlarında değil, ölürken de hayattayken olduğu gibi bir sınıfın mensubu olduğunu ve bu sınıfın sahip olduğu toplumsal ayrıcalıklara, ekonomik haklara göre -ölüm sürecini- yaşadığını vurgulamak istemiş, Zola. Bunu yaparken de öncüsü olduğu akımın bir getirisi olarak gözlem gücünden yararlanmış, gerçeklik ilkesine bağlı kalmış, sade ve yalın bir dil kullanmış. • Kitaptaki karakterlerin ölüm sürecini yaşarken içinde bulundukları -yalnızlık- duygusu beni gerçekten etkiledi. Kont, ölüm döşeğindeyken etrafındakilerin sahte davranışlarını, sıkıcı komedilerini istemez. Bilinçli, seçilmiş bir yalnızlıktır bu... Bayan Guérard, etrafında oğulları olmasına rağmen oğullarının kendisini soyacağı düşüncesiyle, güvensizlik ve korkunç düşünceler içinde can verir. Bir bakıma kendisini anlayan biri olmadığı için kaçınılmaz bir yalnızlıktır içinde olduğu durum. Adélé ise eşi tarafından çok sevilmesine rağmen son nefesini yalnız verir. Çünkü eşi tüm zamanını çalıştığı kırtasiyeye ayırmak zorundadır. Hayallerini ertelemeyi alışkanlık haline getirmiş çiftin, aralarında anlaşarak tercih ettiği bir yalnızlıktır bu. Lois Baba ise çocuklarının hasatta olduğu sırada yine yalnızlık içinde ölür. Hasat başladığı için tek bir sabah ziyan edilemezdi! Böylece babaları son nefesini verirken ölüme -terk edilmiş bir yılkı atı- gibi gider. Morrisseau çiftinin oğulları Charlot ise can verirken anne ve babası yanında olmasına rağmen yoksulluğun getirdiği yalnızlık içinde, karanlık ve soğuk bir odada son nefesini verir. Karanlıktan körleşmiş bir baba, kibritleri arka arkaya çakarak çocuğun yüzünü görmeye çalışan bir anne.. Tüm bu ölüm sahnelerini okurken düşündüğüm tek şey, son nefesini veren bu insanların acısını paylaşacak, onları teskin edecek bir yakınlarının yanlarında olmamasının ne kadar ürkütücü olduğuydu. • Kısa olmasına rağmen çok derin mesajlar taşıdığını düşündüğüm Nasıl Ölünür'de beni etkisinde bırakan diğer bir konu da yaşanan bu kayıpların arkasından yakınlarının normal hayata geçiş sürecinin hızlılığı oldu. - Kontun ölümünün ardından hayallere dalmış olan Kontes; - Bayan Guérard'ın oğullarının zaten oynadıkları dramın sona ermesi ile miras kavgasına başlamaları; - Adélé'in eşinin hissettiği tek şeyin yorgunluk olması ve Adélé'in kız kardeşiyle ölünün önünde kavga etmesi; - Charlot'un yokluk içindeki anne babasının komşunun getirdikleri yiyecekleri ölünün yanında iştahla yemeleri ve cenazeden sonra toplulukla şarap içip neşe içinde olmaları; - Lois Baba'nın çocuklarının da toprak böyle şeyleri kanıksamayı onlara öğrettikleri için çok üzüntü taşımamaları, sona eren hasatın memnuniyeti içinde olmaları.. ölenlerin ardından kalanların hayata ne kadar hızlı adapte olduğunu gösteriyor. Bu da beni etkileyen ve üzen diğer bir durum oldu. • Beş kısa öyküyle çok daha fazlasını anlatan Nasıl Ölünür'ü herkese öneriyor ancak diğer okurlar gibi bir çırpıda bitirebileceğiniz bir kitap olarak nitelendiremiyorum. Çünkü yavaş okuyarak üzerinde uzun süre düşüneceğiniz, okuduklarını sindirmenizin zaman alacağı bir eser bence. Hala düşünüyorum, ölümü, Lois Baba'nın çocukları gibi hayatın bir döngüsü olarak mı kabul etmeli miyiz? Ya da yitip gidenleri, ardında bıraktıklarıyla anmalı, yasını mı tutmalıyız? (The Misanthrope)
Fransız yazar Emile Zola’nın ‘’Nasıl Ölünür’’ adlı eseri biz okuyuculara mecburen şu soruyu sormaya mecbur bırakıyor: Ölüm dediğimiz ve herkesin önünde sonunda eline alacağı bu tek yönlü gidiş bileti, gerçekten de herkesi sanıldığı gibi eşit kılıyor mu? Ölüm zengine ayrı fakire ayrı mı davranıyor? İşte Emile Zola’nın bu eserinde beş ayrı sınıfın anlatıldığı beş ayrı hikaye üzerinden yorumlayarak bu sorulara cevap arayacağız. İlk hikayede bizi Kont Vertueil adlı bir aristokrat karşılıyor. Kont’un ölümünün ardından eşi ağlamaktan helak oldu yalanıyla cenazesine bile gitmiyor, cenazesine gidenler ise orayı adeta bir dertleşme, hasret giderme yeri olarak kabul ediyor olacak ki boş lakırdılar gırla gidiyor. Kont Vertueil’in hikayesini okurken ister istemez kendime şu soruyu sordum: Eş, dost, akraba deyip bağrımıza bastıklarımızın bizim arkamızdan da böyle bir vefasızlık yapmayacağı ne malum? Kendimize bu soruyu yöneltsek öyle sanıyorum ki kimse ‘’hayır kardeşim, olmaz öyle saçma şey’’ şeklinde bir cevap veremeyecektir. Dolayısıyla insanın böyle bir bilinç içerisinde olması da onun çevresine, dost dediklerine bakışını ister istemez değiştirecektir. Kont Vertueil’in hazin sonu beni ‘’Her ne kadar sıkı fıkı olursak olalım, dostluklar, kardeşlikler biz mezara gidene kadardır.’’demeye itti. Bir kez olsun mezarlığa gidip defin işlemini seyreden hatta bizzat bu eyleme katılanlar çok iyi bilir ki sürekli kolunun bacağının bitmek bilmeye ağrısından sızısından şikayet edenler dahi elindeki o kazmayı genç bir delikanlı gibi hızlıca toprağa daldırıp ölünün üstüne atıverir. Bu ölüye karşı son vazife gibi değil de daha çok oradaki dirilere bir gövde gösterisi halini alır. Bakın ben buradayım, dimdik ayaktayım deriz sanki herkese. Şu garabete bakın ki insan evladı önündeki hatta ve hatta üzerine toprak attığı o ölüden ders almaz da utanmadan sıkılmadan çevresine maça atmanın derdine, kendini kanıtlamanın davası peşine düşer… ‘’Para ölümü zehirlerse, ölümden bir tek öfke çıkar. Tabutların üzerinde insanlar dövüşür’’. İşte bu ifade burjuva sınıfına bağlı bulunan Bayan Guerard’ın hazin hikayesini bize tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Kendi öz annelerinin cenazesinden dahi kısıp üçüncü sınıf cenaze arabası kiralayarak ettikleri tasarrufu kuruşuna kadar hesaplayan üç oğla sahip olan Bayan Guerard’a üzülmemek elde değil. Babalarının ölümünden sonra kendilerine düşen 500 bin franklık mirası biri kadınlara, biri gereksiz icatlara, bir diğeriyse eş dost dediklerinin elinde yok etmiştir. En nihayetinde tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıdır ifadesi yine gerçek oluyor ve bu üç evlat analarının dizlerinin dibine dönüyordu. Fakat kısa bir süre sonra annelerinin ölümü ardından daha annelerinin üzerine attıkları toprak dahi tazeyken miras kavgasına tutuşan bu üç kardeş bizlere o meşhur şarkının meşhur sözlerini söyletiyor: Para, para, para varlığı bir dert yokluğu yara… Üçüncü hikayemizde ise bizler bir kırtasiye dükkanını işleten karı-koca olan bay ve bayan Rousseau’ya konuk oluyoruz. Bu karı koca kendi işlerinin patronu olma sevdasıyla açtıkları bu kırtasiye dükkanından elde ettikleri kazançla günün birinde bir köy evine yerleşip mutlu bir hayat sürmeyi planlamakta ve bu hayalin gerçekleşmesi için deli gibi uğraşmaktadır. Esasında bu noktada bay ve bayan Rousseau’nun bu durumu bana ülkemizdeki orta kesimi özellikle memur kesimi anımsattı. Toplumumuzdaki birçok insan da hayatının büyük bir bölümünü kendi işinin patronu olma hayaliyle geçiriyor, canını dişine takarak çalışıyor ve tam hayalini gerçekleştirecekken bu hayat tiyatrosundaki perdesi kapanıyor. Bayan Rouessau’nun başına gelen de işte buydu. Kırtasiye dükkanını büyütüp hayallerini gerçekleştirebileceğine olan inancı öylesine fazlaydı ki sağlığını bile önemsemez hale gelmişti Bayan Rouessau. Peki sağlık elden gittikten sonra tüm dünyanın tapusunu üzerimize yapsalar ne kıymeti var? Tırnağımızın ucuna zarar gelse, dişimize ufacık bir ağrı giriverse tüm yaşam enerjisini kaybedecek kadar aciz ve zayıf canlılar olan biz insanlar nasıl oluyor da para pul uğruna gerçeklerden böylesine kopabiliyoruz? Ya da insan zaten farkında olduğu tüm bu gerçeklerden kaçabilmek için mi kendisini böyle paralıyor? En büyük hakikat olan ölümden daha çok çalışıp daha çok kazanarak mı kurtulacağımızı sanıyoruz? Bayan Rouessau öyle sanmış olacak ki ölüm döşeğinde dahi işlerin nasıl gittiğini soruyor, dükkanın gelir gider işleriyle uğraşıyordu. Fakat en büyük hakikat kendi üzerinde tecelli ettiğinde artık hiçbir şeyin anlamı kalmayacaktı ve kalmadı da. Hayat arkadaşı, sırdaşı, ortağı olan kocası Bay Rouessau ise cenazeden sonraki gün acilen dükkanına girip eşinin ölümünden dolayı bir gün boyunca kapalı kalan dükkanın bu bir günlük zararı nasıl kapatacağı üzerine kara kara düşünmeye başlamıştı bile. Hani sosyal medya platformlarında sıklıkla karşılaştığımız bir söz vardır. Burası dünya, ne çok kıymetlendirdik. Oysa bir tarla idi. Ekip biçip gidecektik…. Eserin dördüncü hikayesinde çamaşırcı bir anne, duvar işçisi bir baba ve bu hayatta sahipleri oldukları tek şey olan biricik oğullarının zorlu yaşamına tanık oluyoruz. Morisseau ailesi için hayat ne kadar zor olabilirse o kadar zordu. Evdeki her şeyi hasta yatağında ateşler içinde sayıklayan evlatları için rehin vermişler hatta üzerinde yattıkları döşeğin içinde bulunan yünleri de koparıp koparıp satarak bir parça ekmek alabilmenin derdine düşmüşlerdi. Binbir güçlükle eve getirdikleri doktorsa çocuğun sıtma olduğunu söyledikten kısa bir süre sonra zavallıcık hayata gözlerini yummuştu. Tam da bu sırada devletten bir türlü gelmek bilmeyen yardım parası da gelivermişti. Ne talihsizlik! Düşündüğümüz zaman bu hayatta çoğu şeye zaten ya biz geç kalır ya da olması gerekenden çok erken davranırız. Gelen bu yardım parasını cenaze masraflarına ve ardından eş dostla içip sarhoş oldukları alemlerde yok etmeyi başaran Bay ve Bayan Morisseau için ne demeli peki? Bu hayatta başımıza gelen her şeyin tek suçlusu başkaları mı? Bizim aptalca seçimlerimizin, hatalarımızın sürekli şikayetçisi olduğumuz bu hayat üzerinde hiç mi tesiri yok? Köy hayatına biraz olsun aşina olanlar kitabın beşinci ve son hikayesinde bizi karşılayan Louis Lacour ve ailesine pek yabancı kalmayacaktır. Köyde hayat öylesine basit ilerler ki bu hayatta hiçbir şekilde sürprizlere yer yoktur. Hayatı toprakla uğraşmakla geçen köylü ise kendisinin de topraktan gelip toprağa gideceği hakikatine ne çok vakıf olan topluluktur. Şehir hayatındaki alacalı bulacalı yaşam insan evladını ölüm gerçeğinden uzaklaştırmak için tüm gücüyle saldırırken bu taşrada akıp giden bu hayat deveranında gayet normal ve sıradan bir olay gibi karşılanır. İşte yaşlı aile reisi ve tüm ömrünü köyünde geçiren Louis Lacour bir gün ansızın elden ayaktan düşüp yatağa mahkum olunca onu doktora götürme teklifinde bulunan oğullarına çıkışmış ve bunun tarladaki hasadı aksatacağını söylemiştir. Bir kez olsun köyünden çıkmayan Lacour’un belli ki tüm hayatı tarlasından ibaretti. Peki bizler için hayatın anlamı tam olarak nedir hiç düşündük mü? Para, kadın, makam, mevki…Ne elimizden giderse, elimizden ne alınırsa çılgına döneriz mesela? Neyi kaybedersek kılımızı bile kıpırdatmayız? Aile reisi Lacour’un ölümünde sonra hayat yine tüm olağanlığıyla akışına devam ediyor, tarlada hasat yapılıyor, kuşlar yuvalarında ötüşüyordu. Biz yokken de güneş tüm ihtişamıyla doğudan doğup batıdan batmaya devam edecek, dostlar arkamızdan birkaç dakika timsah gözyaşı döküp yine o olağan hayatlarına dönmek üzere bizli terk edip gidecek. Peki öyleyse bizi tüm bu anlamsızlıkların içinden çekip çıkaracak, adeta Musa(as)’ın asası gibi denizi orta yerinden yarıp bize yol açacak olan şey nedir? (Batuhan Bozkaya)
Emile Zola'dan Ölüme Dair 5 Öykü: Nasıl Ölünür: "Ne diye böbürlenip büyükleniyorsun. Doğumun bir damla su, ölümün bir avuç toprak değil mi?" - yazar/Sems-i-Tebrizi Büyük Fransız romancı yazar/emile-zola, 1840’da Paris’te doğuyor. Uzun yıllar boyunca çeşitli dergilere öykü ve makaleler yazmasının ardından bir süre de serbest gazetecilik yaparak geçimini sağlıyor. Büyük romanlarını yazmadan önce otobiyografik bir roman olarak çıkardığı "Claud’un İtirafları"yla dikkatleri üzerine çeken Zola, edebiyatta doğalcılık akımı üzerine yazan yazarlar arasında sayılıyor. Bir diğer önemli Fransız romancı yazar/honore-de-balzac’ın “İnsanlık Komedyası” adını verdiği dizisinden etkilenen Emile Zola da buna benzer bir temada çeşitli romanlar kaleme alıyor. Bunların arasında en çok sevilenleri kitap/germinal--19623, kitap/nana--2777 ve kitap/meyhane--144964 oluyor. Zola ayrıca bir dönem yıllarca Fransa’nın gündemini meşgul eden ve “kitap/dreyfus-olayi--22236” olarak bilinen olayda da başrol oynuyor ve ülkedeki aydınların bu konudaki lideri oluyor. Cesur ve sert bir dille kaleme aldığı açık mektubu “kitap/sucluyorum--184827”, dönemin iktidarının üzerine bir balyoz gibi iniyor adeta. Ses çıkarmaya korkan herkesin sesi olan ve sonu gelmez tartışmaların odağına kendisini oturtan Zola, bu mektubunun ardından yargılanıyor. Dreyfus’a yapılan haksızlığı en üst perdeden kamuoyuna duyuran Zola’nın bu tavrı, günümüz dünyasında hâlâ eşi benzeri görülmemiş bir tepki olarak anılıyor. Hem edebiyatçı hem de gazeteci kimliğiyle korkusuzca yazdığı bu mektuptan tam 12 yıl sonra Alfred Dreyfus, casusluk davasından aklanıyor. Bu toplumsal olay, Fransa’da, din ve devlet ilişkilerinde yeni kararlar alınmasını sağlayarak siyasi arenada da büyük çalkantılara sebep oluyor. Romanları daha fazla ön planda olan yazarlardan olan Zola’nın çeşitli temalarda yazdığı birçok öyküsü de bulunuyor. O öykülerden “ölüm” konulu 5 tanesini “Nasıl Ölünür” isimli bu kitabında bir araya getirmiş yazar. Can Yayınları’nın yazar/aysel-bora çevirisiyle Kısa Klasikler dizisi kapsamında yayımladığı bu kitabın arka kapağında şöyle bir soru soruluyor okurlara: “Ölüm gerçek, ölüm döşeği tabu, cenaze ortak, yas bireysel... Peki ölüm herkesi eşitler mi?” “Ölüm”ün bütün insanları eşitlediği şaşmaz bir gerçek. Dünyada nasıl yaşanırsa yaşansın, hangi sosyal statüde olunursa olunsun, ölürken herkesin aynı sınırlara hapsolduğunu söylemek mümkün. Marjinal bazı dini ritüeller haricinde herkes kendisini bir gün dört tahta parçası arasında, soğuk bir toprağın içinde buluyor ve bu durum insanlığın var olduğu günden beri asla değişmiyor zira ölüme çare bulunabilmiş değil. Ölümün karşısında hayatın söyleyecek sadece birkaç sözü bulunuyor, fazlası değil. Emile Zola, kitaptaki 5 kısa öyküsünde 5 farklı ölümü anlatıyor. Farklı toplumsal sınıflara mensup insanların ölümlerini, gerçekçi bir bakış açısıyla ele alıyor. Ekonomik durumun, sosyal statünün ve diğer insanların gözündeki konumun ölüm anı geldiğinde hiçbir değeri kalmadığını söylüyor yazar. Ölümü herkes eski bir dost gibi karşılıyor ve ölenlerin ardından kalanlar için hayat tüm gerçekliğiyle devam ediyor. Birinci öyküde zengin, aristoktat bir kontun ölümü, ikinci öyküde burjuva sınıfına mensup, varlıklı bir vatandaş olan ve 3 erkek çocuğu bulunan bir annenin ölümü, üçüncü öyküde genç yaşta evlenen ve eşiyle birlikte uzun yıllar esnaflık yapan bir kadının ölümü, dördüncü öyküde köylü ve yoksul bir ailenin 10 yaşındaki erkek çocuklarının ölümü, beşinci öyküde ise hayatı boyunca işçilik yapmış olan ve malını mülkünü çocuklarına devreden yaşlı bir adamın ölümü karşılıyor okuru. Emile Zola öykülerinde ölümü anlatırken bir yandan da hayatı anlatıyor aslında. Ölümün, hayatın ayrılmaz bir parçası olduğunu üzerine basa basa ifade ediyor. Öykülerin son cümlelerinin ardından en net anlaşılan şey de şüphesiz ölen kişinin kısa bir süre sonra unutulduğu ve hayatın devam ettiği gerçeği. Emile Zola’yı bir hayli sevdiği bilinen ve eserlerinde de Zola’nın ismine rastladığımız Fransız edebiyatının güçlü ismi yazar/marcel-proust’un "kitap/vikontun-olumu--262782” (incelemesi için bakınız: gonderi/117649241 ) isimli kısa öyküsü de hemen bu kitabın peşine 6. öykü olarak okunabilir. Ve yine ek olarak yazar/lev-tolstoy'un kitap/uc-olum--6070 kitabındaki öyküleri de tercihen ölüm temalı öyküler listesine eklenebilir zira Proust ve Tolstoy'un yaptığı da tıpkı Zola gibi insanların ölümlerini farklı açılardan anlatmak. Keyifli okumalar dilerim. (Bahri Doğukan Şahin)
Kitabın Yazarı Emile Zola Kimdir?
Émile François Zola (2 Nisan 1840 – 29 Eylül 1902), Fransada natüralizm akımının öncüsü olan ünlü bir yazardır. Zolanın edebiyat dışındaki şöhreti ise, Dreyfus Davasında takındığı aydın tavrından kaynaklanmaktadır. 1897 yılında Fransız ordusunda Yahudi olması nedeniyle askeri yargının duyarsızlığına kurban giden yüzbaşı Dreyfus’u hükümetin bütün baskılarına rağmen savunan ve Fransa devlet başkanına hitaben “İtham Ediyorum” makalesini yayınlayan Zola, baskılardan dolayı Fransayı terkedip bir süre Londrada yaşamak zorunda kaldı. Çabaları sonucunda Dreyfus Davasının yeniden görülüp adaletin yerini bulması sonucu yurduna döndü. Émile Zola, 1902 sonbaharında,kaldığı otelin yatak odasında duman zehirlenmesinden öldü. “Nana”, “Germinal” ve “Meyhane” en tanınmış romanlarıdır.Tüm romanlarında,doğal ve gerçekçi bir tarzla,hayatın zorluklarından bahsedilir.Örneğin Nana adlı romanda yokluktan dolayı batağa sürüklenen bir genç kızın dramı,büyük bir gerçekçilik ve dramla anlatılır.
Emile Zola Kitapları - Eserleri
- Paris Yıldızı
- Nana
- Meyhane
- Yaşama Sevinci
- Therese Raquin
- Hulya
- Suçluyorum
- Bir Aşk Sayfası
- Gerçek
- Emek (1 Cilt)
- Döl Bereketi - 1
- Döl Bereketi - 2
- Apartman
- Germinal
- İtiraf
- Hayvanlaşan İnsan
- Paris'in Karnı
- Toprak 1
- Rahip Mouret'nin Günahı
- Sel
- Bir Gecelik Aşk Uğruna
- Doktor Paskal
- Para
- Plassans Papazı
- Marsilya'nın Gizemleri
- Medan Geceleri
- Aşk Bitmesin
- Toprak 2
- Emek 2. Cilt
- Deneysel Roman
- Değirmene Hücum
- Canlı Ölü
- Başyapıt
- Germinal
- Nana
- Captain Burle
- Yıkılış
- Döl Bereketi 3
- Seçilmiş Əsərləri
- Nasıl Ölünür
- Meyhane (II. Cilt)
- Rougon'ların Yükselişi
- Rougon'ların Yükselişi 2.Cilt
- Bir Aşk Sayfası 2
- Aşkların En Güzeli
- Bir Aşk Gecesi
- Beşerdeki İfrit
Emile Zola Alıntıları - Sözleri
- Bu adamlar sevmiyorlar, sevmekten âciz insanlar, bunlar! Para, iktidar, ihtiras, zevk, evet, bunlar ellerinden gelir, fakat aşk onların kârı değil! (Döl Bereketi - 1)
- Sonra, tek bir sözcükle sürükledi Pauline'i içeri: "Gel, pis çocuk." (Paris'in Karnı)
- Elindeki minik demeti, büyük bir hazla kokladı. Evet! İşte kardeşlik bağının getirdiği iyilik, bir başına mutluluk yaratan sevgi, evreni kurtararak, yeni baştan kuracak olan aşk! (Emek (1 Cilt))
- ''Bu acının tesellisi yok. Yardım istemiyorum.'' (Sel)
- "Evlendirin; eğer onlar aileleriyle böyle çekişmeye, bütün engelleri aşmaya yönelten büyük bir aşkla birbirlerini seviyorlarsa evlendirin. Mutluluğu ancak sevgi sağlar." (Emek (1 Cilt))
- Bütün ihtilaller burjuvalar için yapılıyor. (Paris'in Karnı)
- Gene hasta sandı kendini, sağlığının tamamen yerine gelmesi için son bir şeye gereksinimi vardı: Nerede arayacağını, nerede bulabileceğini bilmediği bir bütünlük gereksinimi, eksiksiz bir doyum gereksinimiydi bu. (Rahip Mouret'nin Günahı)
- Therese'nin odasındaydı ve bu içini mutlulukla doldurdu. Sonra bir anda, bir adamın cesedinin de orada olduğu, nişin oyuğundaki perdelerin tenine dediği aklına geldi. Tüyleri ürperdi, bayılacak gibiydi. Therese bu ufak tefek adamı sevmişti, Aman Tanrım! Bu mümkün müydü? Adamı öldürdüğü için kızı affedebilirdi; asıl kanını kaynatan şey , Colombel'in çıplak ayaklarının dantelli yatak örtülerinin ortasında uzanıyor oluşuydu. (Bir Gecelik Aşk Uğruna)
- ... sonunda sahidende pis bir hal alıyor bu iş. Ben peşleri sıra bir sürü çocuk sürükleyen insanlar gördüğüm zaman sarhoş bir aile görmüş gibi tiksiniyorum. Ondan hiç farkı yok, hatta daha pis. (Döl Bereketi - 1)
- -İstemiyorum! Kimse gelmesin! (Apartman)
- Boşa harcanan paradan söz edildiğini ne zaman duysa acı çekiyor, bu konuda yapılan şakaları bile anlamıyordu. (Medan Geceleri)
- Savunma artık savaşı,savaştan kirli bir şey yok bu dünyada ! (Yıkılış)
- insan güçlü olmadığı zaman akıllı olmak zorundadır. (Germinal)
- İnsan tehlikenin gözüne bakarsa ona meydan okur. Kahramanlık denen şey de budur, bundan daha gizemli ya da daha fazla bir şey değil. (Yıkılış)
- Fakat insanlar gerçekleri bildikleri halde, bunu itiraf etmek istemezler. Bu nedenle suçu daima talihe yüklüyorlar, Tanrı 'nın gazabına uğradıklarını ileri sürüyorlardı. (Meyhane)
- Kentleri ateşe verin, insanları kırıp geçirin, her şeyi kökünden kazıyın, bu çürümüş dünyadan hiçbir şey kalmadığı zaman yerine daha iyisi biter belki. (Germinal)
- İşte böyle… Tutku denen şey kaçınılmazdı… (Bir Aşk Sayfası)
- Ben sözcükleri sevmem... İnsan birini sevdi mi, yapabileceği en iyi şey onu göstermektir. (Apartman)
- "Beni olduğum gibi kabul etmelisin." (Nana)
- Evet, modern konuyu ele alıyorlar. Aydınlık renklerle boyuyorlar, fakat bayağı ve düzgün resim tarzını, herkesin yaptığı göze hoş görünür tertibi, hasılı, beri tarafta burjuvalar beğensin diye öğrenilen formülü muhafaza ediyorlar... Sonra işin kolayına bakıyorlar, tahtadan oyuncak boyar gibi çırpıştırma iş görüyorlar. Bu el çabukluğu, bu rahat iş görme tarzı başarı kazandırıyor. Halbu ki kürek cezasına layık görülmeli... Anlıyor musunuz? (Başyapıt)