diorex
sampiyon

Makaleler 4 - Hüseyin Nihal Atsız Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Makaleler 4 kimin eseri? Makaleler 4 kitabının yazarı kimdir? Makaleler 4 konusu ve anafikri nedir? Makaleler 4 kitabı ne anlatıyor? Makaleler 4 PDF indirme linki var mı? Makaleler 4 kitabının yazarı Hüseyin Nihal Atsız kimdir? İşte Makaleler 4 kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 13.03.2022 14:00
Makaleler 4 - Hüseyin Nihal Atsız Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Hüseyin Nihal Atsız

Yayın Evi: İrfan Yayınevi

İSBN: 9789753710682

Sayfa Sayısı: 472

Makaleler 4 Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Toplum olaylarını anlamak ve açıklamak ancak onları tarih içindeki yerlerine doğru biçimde yerleştirmekle mümkündür.

Yakın geçmişimizin önemli düşünürlerinden biri olan Hüseyin Nihâl ATSIZ, hem çalışmalarıyla tarihimizin en eski dönemlerine kadar ışık tutabilen büyük bir tarihçi; hem atlıyı atından indirebilecek kadar güçlü bir yazar – şair; hem de Türklük Bilimi’nin ilgilendiği konularda kaynak sayılabilecek derecede önemli eserler veren bir Türkologdur.

O’nun:

“Daha çok yarın için kaleme alınmış olan bu yazılardaki tezlerin, yarının Türkçü tarih bilginlerince tartışılıp kabul olunacağını umuyorum.

Ümit en sonra terkolunan şeydir”

ifadesi, şimdilik 4 ciltte toplanmış olan MAKALELER’inde sergilediği düşüncelerinin önemini bir kat daha arttırmaktadır. MAKALELER, Türkiye’nin tarihsel dokusunu yeniden ve sağlıklı biçimde algılama uğraşını göze alacak geleceğin kuşakları için, çok daha ileri çerçevelerde tartışılıp değerlendirilmeyi gerektiren önemli ipuçlarını sergiliyor.

Makaleler 4 Alıntıları - Sözleri

  • Irkçı değil misin? Irkçılığa düşman mısın? Öyleyse sen günün birinde Atenagoras’ı Türkiye Cumhurbaşkanı görmekte sakınca bulmazsın. Belki de Batı Hıristiyan dünyasının sevgisini ve yardımını kazanırız diye düşünürsün. Sen bir Yahudi sarrafın maliye bakanı olmasına ses çıkarmazsın. Kendi kesesini doldurmasına ve İsrail’e transferler yapmasına rağmen bütçeyi kabartacağı için sevinç bile duyarsın. Hattâ Kürt devleti kurmak için bunca Türk’ün kanına giren Şeyh Said’in torunlarından birinin başbakan veya devlet bakanı olmasına da ses çıkarmazsın. Sen yalnız Türkçülüğe karşı çıkar, Türk ırkçılığını yerer, Turancılığa düşmanlık edersin. Çünkü sen ya Türk ırkına yüzyıllarca kölelik etmiş bir milletin mensubu yahut da beyni işlemeyen, yobazlaşmış, okuduğunu sindirememiş bir budalasın.
  • Atom ve uzay çağındayız ama daha yüz milyonlarca insan ilk primatlar seviyesindedir. Kendi yarattıkları putlara tapmaktadırlar. Bazen evliya diye seviyesiz ve iğrenç bir cahilin, bazen büyük adam diye seviyesiz ve korkak bir hainin, bazen ilerici ses diye seviyesiz ve alçak bir satılmışın ardından koşarlar.
  • Enver Paşa'nın Türkistan'da şehit oluşu, memleketi batıran şuursuz bir Turancılık macerası diye gösterilir de, Nurhat Dağlarında Türk Devletini yıkmak isteyen beş on zavallı, "Sınıfsal Bilinç!"in kahramanları diye alkışlanır...
  • Sonuç olarak millî kalkınma programımızı şöylece özetliyoruz: • Türkçüyüz. • Arınmış Türkçeciyiz. • Yasacıyız. • Toplumcuyuz. • Millî gelenekçiyiz. • Demokrasiye taraftarız. • Ahlâkçıyız. • Bilimciyiz. • Teknikçiyiz.
  • Vatan hainlerinin millî kahraman gibi gösterildiği çok komik bir çağda yaşıyoruz.
  • Elbette Turancı olacaksın. Türk olduğun halde Turancı değilsen adam değilsin demektir.
  • Herkesin çok sağlam karakterli, yüksek ahlaklı olmadığı bir gerçektir. Yüksek karakterli insanlar hangi şartlar içerisinde kalırsa kalsınlar yurtlarına ihanet etmezler. Fakat karakteri zayıf olandan sinirleri zayıf olana kadar derece derece birçok insanlar ihanet etmeseler bile topluma küserler, köşeye çekilirler, bir ruh hastası olarak yurt için ebediyen kaybedilmiş insanlar haline gelirler. Onların bu duruma gelmelerine sebep olanlar suçludur. Memlekete fenalık etmiş kimselerdir.
  • Bugün Kuzey Irak'ta Barzânî'ye muhtariyet vermek, Irak kabinesine birkaç Kürt almak, onların her türlü azınlık haklarını tanımak ve "Irak Devleti Arap ve Kürtlerden mürekkep bir devlettir" diyerek Türkler'i kaale almamak Irak'ın âkibeti bakımından hiç de hayırlı değildir. Burada Türk Devleti'ne düşen görev de mühimdir. Büyük bir geçmişin hâtıraları olarak şurda burda kalan Türk topluluklarını ihmal edemeyiz. Türkiye sadece taviz mi verecek? Siyasî sınırlar dışında kalan Türkler'in hakkı aranmayacak mı? Âciz Irak Devleti yarın Barzânî'nin Türkiye'deki Kızıl Kürtleri kışkırtarak başımıza yeni gaileler açmasına kadar bekleyecek miyiz?
  • Milliyetçiyim diyen adam kendi tarihinin 3000 yıllık olduğunu bilir. Tarihine 1000 yıllık diye bakan kimse cahildir, yobazdır, yozdur, Türk değildir. Türk Budun, Ökün!?... Kendine gel. Aklını başına topla. Her söze, herkese inanma. Beynini işlet. Geçmişini hatırla. Seni nelerin yükseltip, nelerin alçalttığını düşün. Safsatalardan uzaklaş. Şunun, bunun ardından gitme.
  • Almanya tehlikeli bir ülkedir. Sosyalizm maskaralıklarının orada alıp yürümesi yarın Almanya’yı yeni gelişmelerin eşiğine atacaktır. Adolf Hitler durup dururken değil, büyük ve kültürel bir millete karşı İngiltere ve Fransa’nın ahmakça siyasetleri yüzünden ortaya çıkmıştı. Bugün de başka bir Adolf un, Adolf von Thadden’in başkanlık ettiği “Neonazi” denilen milliyetçi bir parti ortadadır. Geçen seçimlerde oyların % 2’sini, bu sefer % 4.3’ünü kazanan bu milliyetçi parti gerçi Alman seçim kanununa göre % 5 oranında oy toplayamadığı için devlet meclisine mebus sokamamışsa da eyalet meclisinde mebusları vardır. Görünüşe göre de kuvvetlenmektedir. Ben Münih’te iken 28 Eylülde yapılacak seçimler için kampanya açılmıştı. Televizyonda parti liderleri konuşuyordu. Konuşmalar seviyeliydi. Bülent Ecevit’in yahut Ahmet Er’in şaheser nutuklarına Taslanmıyordu. Hele Hıristiyan Demokrat Partisi Başkanı Kiesinger çok itidalli konuşan sempatik bir adamdı. Willy Brandt ise şiş yüzlü ve kısık sesliydi. Meğer alkolikmiş. Alkolik olmak ancak kendisiyle doktorları ilgilendiren bir konu ise de, kendi milletine silâh çekmiş bir adamı başbakanlığa getiren Sosyal Demokrat ve Hür Demokrat Partilerinin mebusları top yekûn Yassıada’ya gönderilmesi gerekli centilmenler olduklarını ispat etmişlerdir. Şüphesiz savcılığı da pek sayın Bay Ömer Egesel yapacaktır. Alman gençleri arasında da, bütün dünyada olduğu gibi ne istediğini bilmeyen bir gayrı-memnunlar zümresi türemiştir. Bunlar, bizimkilerden daha mantıksız davranıyorlar. İsteklerinden biri üniversitede emeklilik yaşının 45 yaş olması. Demek ki yüksek kültürlü bir milletin üniversitelisi olmak bu kadar saçma bir düşünceye saplanmaya mâni olamıyor. 45 yaş, bilim ve teknikte insanın verimli olmaya başladığı yaştır. Günümüzün bilginleri ellisinden, altmışından sonra en yüksek derecelere varıyor ve en orijinal eserlerini veriyor. Nobel mükâfatı alanların büyük çoğunluğu yaşlı kimselerdir. Geriden gelenlere yer açılsın diye profesörleri 45 yaşında emekli yapmak isteği, gerçekleşmesine imkân olmayan bir rezaletten başka bir şey değildir. İşte ilericilik denen solculuğun cevherlerinden biri daha.. Demek ki solculuk denen fikir sistemi, aslında fikir sistemi değil, fikir sisteminin tamamen bozulmasından doğan bir hezeyân-ı mürteiştir. Bu hezeyanlar Almanya’da bir tepki yaratmaz ve mevcut hükümetler bu hezeyanları bastırmazsa Neonazizm Almanya’ya hâkim olacaktır. Zaten Almanlar’ın yüreklerinde Hitler çağının büyüklük hâtıralarının sönmediği belli oluyor. Bir takım savcıların 25 yıl öncesine ait gerçek veya hayalî suçlarla eski Alman subaylarını mahkemelere sevk etmesi adaletin tecellisi değil, Alman milletinin millî ruhunu öldürmek, gençleri kendi milletlerinden tiksindirmek için yapılmış mânâsız hareketlerdir. Hitler zamanında bir fıkra anlatılırdı: “Yüzbaşı, çavuşu çağırarak bölükteki erlerden kaçının hangi partiye veya siyasî doktrine mensup olduğunu öğrenmesini emreder. Birkaç gün sonra çavuş, elindeki listeyle bölük kumandanının karşısına çıkıp raporunu verir. “Şu kadarı Kayzerci, şu kadarı Hıristiyan Demokrat, şu kadarı Merkez Katolik Partisinden, şu kadarı liberal, şu kadarı sosyalist, şu kadarı da tarafsız”. Yüzbaşı sert bir sesle sorar: “Hiç Nazi yok mu?”. Çavuş esas duruşuna geçerek cevap verir: “Hepsi Nazi efendim!”.” Bu hoş fıkra Alman ruhunun anlatılması bakımından düşündürücüdür. Disiplini ve kuvveti seven Alman milleti, hoşuna giden otoriteyi görünce şahsî düşüncesini bırakarak otoriteyi tutar. Kıssadan hisse: Söyleyenden dinleyen arif gerek.. Hitler’in yanlışları ve kusurları ne olursa olsun, Almanlar’a birleşikliğin ve Prusya millî tarihinin şan ve şevketini tattırmıştır. Milletler bunaldıkları zaman mazinin parlak yapraklarına göz dikerler. Almanların da bu parçalanmışlık, bu hoş görülme, bu içerden gelen yıkıcılık karşısında günün birinde eskiye dönmeleri beklenebilir. Rusya iki Almanya’nın birleşmesinden neden titriyor? Polonya, Almanya’dan aldığı toprakları Almanlar’dan boşalttığı halde neden huzursuzluk içinde? Herhalde memleketlerinde karasinek çoğaldığı için değil.. Alman çocuklarının okula gidip gelirken sokaktaki durumlarında kınanacak bir nokta görmedim. Genç Alman kızlarının giyimlerinde aşın bir açıklık bulmadım. Aşırı mini etekli bir kız gördüm; İngiliz’miş. Yirminci Asırda edepsizlik dünyaya İngiltere ve Amerika’dan yayılıyor. Türkiye’ye döndükten sonra üç Amerikan çavuşunun Türk bayrağını yırttığını gazetelerde okudum. Bence bu Amerikalılar’a ceza verirseniz anlamazlar. Çünkü bayrağın ne olduğunu anlamayacak kadar ahmaktırlar. Vietnam savaşını protesto ederken adliyede kendi bayraklarını indirerek Kuzey Vietnam bayrağını çekecek kadar alçalan bir milletten ne beklersiniz? Bayrak kimin olursa olsun, ona hakaret edilmez. Şimdi bu heriflere verilecek cezadan ne çıkar? Ceza insana verilir. Buğra’nın arkadaşlarından “Tombalak Ertan”, civcivini kapan kediyi yakalayıp asarak idam etmişti ama kedi neden idam olduğunu anlayamadan gitti. Dilleri kedi miyavlamasına benzeyen Amerikalılar da neden ceza gördüklerini bir türlü idrak edemeyecekler.. Ciddî insanlar değiller ki!.. Büyük bir vazifeye tâyin olunan Amerikalıların üç parmaklarını havaya kaldırarak yemin ettiğini göstereni resimlerine hiç rastladınız mı? Yemin ederken bile sırıtırlar. Bana kalırsa bu kahraman Amerikalı çavuşlara gereken cevabı Amerika’daki hippi kızlardan 50-60 tanesi Amerikan bayrağını külot yaparak vermişlerdi. Biz yine Almanya’ya gelelim: Bazı Alman kadınlarında garip bir özellik gördüm. Bunlar önlerine gelen her milletten erkeklerle; Çinli, Afganlı, Hintli, Habeş veya Zenci ile evleniyorlar. Galiba Alman kadınlarında millî duygu yeteri kadar sağlam değil. Bir de Almanya’da kara renkli Zenci Almanlar’ın türediğini gördüm. Bunların beş altı bin kadar olduğunu bir Alman genci söyledi. Amerikan ordusundaki Zenciler, Alman kadınlarının melezi olan bir kara Almanlar gayet düzgün Almanca konuşmalarına rağmen herhalde bir aşağılık duygusu duyuyorlar ki hareketleri biraz anormal. Alman kadınlarının bana hiç de hoş gelmeyen bir merakları köpeğe olan aşırı düşkünlükleri. Bir takım çirkin köpeklerle gezip tozmalarını yadırgadım. Hayvan ve çiçek sevgisi Almanya’da çok yaygın. Fakat hayvan ne de olsa hayvan.. Hele evin içindeki hayvan anayasaya aykırı olsa gerek… Fakat Alman ev kadınlarına da diyecek yok. Beceriklilikleri, nezaketleri ve türlü meziyetleriyle hepsi tam birer kadın… Almanya’daki inekler çok iri ve bakımlı. Fil yavrusu gibi şeyler. Çok süt veriyorlarmış. Fakat şehir dışı anayolların kenarlarında yaşayanlar egzoz teneffüs ede ede süt ve et bakımından gitgide bozuluyorlarmış. Benzin yerine elektrik veya atom gücüyle işleyen arabalar yapılmazsa bu egzoz yüzünden beşeriyetin, hele biz Türklerin işimiz dumandır. Burada Münih Posta İdaresinin 10 üzerinden “on ve üç yıldız” alan bir başarısını da kaydedeyim. Almanya’ya dinlenmek ve tedavi için gittiğimi Ötüken’de okuyan Adana’daki ülküdaşlarımızdan birisi ciddî bir rahatsızlığım olduğunu sanarak Münih’e bir mektup yazmış. Adresimi bilmiyordu. Fakat Bedriye Atsız’ın üniversitede okutman olduğunu biliyordu. Bu ülküdaşımız, zarfı “Münih Üniversitesi Okutmanı Bedriye Atsız eliyle Atsız” diye yazmış. Mektup beni buldu. “Başarı bunun neresinde” diyeceksiniz. Başarı, zarftaki adresin Türkçe yazılmış olmasına rağmen beni bulmasında. Münih Postası 10 numara ile üç yıldızı hak etmedi mi? Münih’e Türk üniversitelerinin profesör, doçent ve asistanlarından sık sık bazı kimseler geliyor. Bunlardan, adı İstanbul’da bir kitap hırsızlığı meselesine karışan birisi gelip gitmiş ama Münih’te vukuat olmamış. Demek ki masum bir bilginmiş. Bir de dostumuzu olan bir profesörle birkaç hoş saat geçirdik. Bir lokantada yemek yerken Türkçe konuştuğumuz duyan birisi yanımıza gelip kendisinin de Türk ve İstanbullu olduğunu, yakında Türkiye’ye döneceğini söyledi. Bozuk bir Türkçe’yle konuşuyordu. “Türkçe’niz çok bozuk” dedim. “Altı yedi yıldan beri buradayım; ondan” dedi. Sözü uzatmayalım, adam Yahudi imiş. Ben İstanbul’dan uzaklaşınca Yahudi’yi o kadar unutmuşum ki Münih’te karşıma İstanbullu bir Yahudi çıkacağı aklımın ucuna bile gelmezdi. Türkiye’deki dertlerden hiçbirisini gönlümden tamamıyla söküp atmış değildim. Fakat göz görmeyince gönül katlanıyor. Bu yüzden sıhhatim düzeldi. Dönüşte burada kazandığım beş kilo başta olmak üzere bunların hepsini geri vereceğimi biliyordum ama 52 gün dertten uzak ve tam sıhhatli yaşamak az şey değildi. Bu profesör dostumuz Dış Türkler’dendi. Hoşsohbet birisiydi. Söz Türkiye’deki dinî taassubun korkunçluğuna gelince Sâbir’in fıkrasını anlattı. Sâbir, 19. Asır Azeri şairlerindendir. Satirik şiirleriyle ün salmıştır. Sâbir demiş ki: “Arslan görirem, korkmıram. Kaplan görirem, korkmıram. Ama harda Müslüman görisem, korkıram.” İstanbul’dan gelen dost ve konuklara mihmandarlık etmede “caksı is kılgan – yahşi iş kılgan -yahşi iş kılan – iyi iş gören” Buğra, annesiyle birlikte oturmuyor. Münih’in kenar mahallelerinden birinde fakirane bir odası var. Annesinin köşkü tek odalı olduğu için ikisinin çalışma saatlerinin uymayışı, konuklarının birbirine denk gelmeyişi gibi sebepler yüzünden ayrı bir odaya çıkmış. Zaten ana-oğul da olsa iki Türk’ün, hele iki Oğuz Türkü’nün tam bağdaşarak geçindikleri tarihin hangi sayfasında görülmüş? İkisi Alman olan üç arkadaş, üç odalı bir ev tutup odaları paylaşmışlar. Yaşayıp gidiyorlar. Almanlar’dan biri Baviyeralı, Buğra onunla iyi anlaşmış. Hayatından memnun. Evlerinin mutfağında da bir somya kurup yoksul bir Slovak gencini almışlardı. Meğer biz vaktiyle bu Slovaklarla da savaşmışız. Mohaç Meydan Savaşındaki Macar ordusunda birçok da Slovak varmış. Slovakya o zaman Macaristan’ın idaresindeydi. Zavallı Slovaklar tarihleri boyunca hep ezilmişler. Keskin bir içkileri var. Pena değil. Alkolü bizim rakıdan az, Almanların “Şinkerheger” adlı rakılarından fazla. Bu içkiyi özellikle Avukat Bekir Berk’e tavsiye ederim. Zihnine küşâyiş gelir. Hem, bir daha Türkeş aleyhinde daha parlak cümleler bulur, hem de benden aldığı ve birkaç yol haber gönderdiğim halde geri vermediği iki kitabı hatırlar. Benim hakkımı yediği için haydi dünya adaletinden kurtuldu diyelim; yarın mahşerde bu yüzden Cehennemde yanacağını düşünmüyor mu? Üstadı Saîd-i Kürdî’den böyle mi öğüt aldı? Türkiye’nin 68. vilâyeti için “Türk dolu” demişlerdi, ben o kadar fazla Türk görmedim. Zaten Türkiye’de de kaç tane Türk kaldı monşer? Anayasalarda angarya yasaktır ama Nejdet Sançar, İzzet Yolalan, Muzeffer Eriş ve ben Ötüken’in angaryasını yıllardır çekip dururuz. Hele zavallı İzzet, ben Münih’e gelirken angaryanın bana ait olan bölümünü de üstüne aldı. Emekliliğin çok iyi bir nesne olduğunu benden işitip o da kendi isteğiyle vaktinden hayli önce emekli olunca, yeni tabirle “vaktini değerlendirmek” için angaryasını iki katına çıkardı. Bu yaz, Maltepe’ye yakın bir yerde kaldığı için haberini alarak bana bir de müjde verdi: Maltepe’nin suyu yakında çoğalacak. Üç günde bir, o da iki saat akan sudan perişan olduğumuz için İzzet’in haberi cidden müjde değerinde idi. Eh, Münih’in suyu her gün soğuk ve sıcak akıyorsa Maltepe’ninki de hiç olmazsa her gün birkaç saat akacaktı. Varsın soğuk olsun. Kırkıncı göbek atalarımız da sıcak su kullanmıyorlardı ya. İşte bu şahane manzarayı görmek için İstanbul’a dönmekte biraz acele ettim ve 28 Eylül’de uçağa bindim. O gün Almanya’da seçim vardı. NATO’da müttefikimiz ve eski dostumuz Almanya’nın seçimlerinde belki ben de oy kullanabilirdim ama vakit yoktu. Fakat biz bu müttefik ve dostla hukuken savaş halinde bulunuyorduk, ikinci Cihan Savaşının sonunda Amerika, İngiltere ve Rusya dostlarımızın ısrarı ile Almanya’ya savaş ilân etmiştik. Belki de bu da İsmet Paşa’nın kafasındaki yedi tilkiden birinin marifeti idi ama biz savaşta idik ya, siz ona bakın. İyi ki savaştayız diye beni tutuklamak Almanlar’ın aklına gelmedi. Hiç şüpheniz olmasın, Almanların aklına çok şeyler geliyor ama onlar çok ketum adamlar. Hiçbir şey söylemiyorlar. Halbuki ben orada bazı Türkler’e gizli fikirlerimi söylemiş, Lihtenştayn prensliğini istilâ teklifinde bulunmuştum. Prensliğin ordusunu “8” kişilik diye biliyordum. Hem bunları yenmek, hem de tek bir kasaba ile bir iki köyden ibaret olan bu devleti elde tutabilmek için hiç olmazsa 15 kişilik bir kuvvete ihtiyacımız vardı. İstilâ tamamlanınca da Moskof dostlarımızın Çekoslovakya istilâsından sonra yaptıkları gibi maksadımızın bu prensliği muhtemel bir İsviçre hücumuna karşı korumak gibi yüksek bir insanî gaye olduğunu, davet üzerine geldiğimizi bildirir, meseleyi kapatırdık. Hâfıza-i beşer nisyân ile malul olduğundan biraz sonra da herkes bunu unuturdu. Fakat dedim ya: Münih’te öyle pek Türk’e rastlamadık. Fakat döneceğime yakın prenslik ordusunun “8” değil de “1” tek kişiden ibaret olduğunu öğrenmeyeyim mi? İşte Baltacı Mehmet Paşa’nın kaçırdığı fırsattan sonraki en mühim tarihî fırsat da böylece heba oldu. çak yarım saat kadar geç kalktı. Yer kapmak için herkes koştuğu için bermutat en sona kalmış ve en arka sıradaki boş yere oturmuştum. Pencerenin yanında idim. Biraz sonra da çok iyi bir genç gelerek sağımdaki boş yeri tuttu. Çok iyi olduğunu kafatasını ölçerek anlamış değildim. Hiç konuşmuyordu. İyiliği buradan geliyordu. Münih’e gelirken kemerimi hiç takmamıştım. Bu sefer canım takmak istedi. Hürriyetim de var ya, ayarlayıp taktım. Daha aşağının manzarasını kavramaya fırsat kalmadan bayan hostes “Viyana’ya iniyoruz” demez mi? Hesapta yoktu ama Viyana’ya inmek herhalde Prag’a kaçırılmaktan yeğdi. İndik. Bayan yeniden seslendi: “Transit salonuna buyurun. İsterseniz yanınızdaki çantaları alabilirsiniz”. Viyana Hava Alanının Transit Salonu küçük bir kasaba büyüklüğünde bir yerdi. Buraya niçin gittiğimizi söylemedikleri için nereye gideceğimi bilmeden bir süre yürüdüm. Bizim uçaktakilerden birini görüp sorayım dedim ama hiçbirisinin yüzüne bakmamış olduğum için buna imkân olmadı. Göğsü Ay-yıldız rozetli birini görüp sordum. Bizim uçaktanmış, o da aranıp duruyordu. Fakat benden açıkgöz olduğuna asla şüphe olmayan o işçi ne yapılacağını öğrenerek kapıya giderken tesadüf beni görüp 7 numaralı kapıda bekleyeceğimizi bildirdi. Uçağa binip kalkacağımız sırada hostes 11.000 metre yükseklikten gideceğimizi söyleyip kemerleri bağlayın dedi. Bu yükseklik biraz garip geldi. Yoksa aya mı gidiyorduk? Fakat İstanbul ile ay arasındaki ilişkileri düşünmeye vakit kalmadan bir şey dikkatimi çekti: Münih’ten kalkarken belime göre ayarladığım kemer çok kısalmıştı. Tekrar ayarlayıp düzeltmeye çalıştım. Boşuna.. Kemer takmamak Anayasaya aykırı olmadığı için bıraktım ve kemerle oynayan cinlerin orada bıraktığımı çantamla da oynayıp oynamadığı konusunda biraz düşündüm. Viyana’ya indirilmemizin ve kemerimin hikmetini, iktidara geçtiğimiz zaman sicil nâzırı yapacağım genç, İstanbul’da beni ziyaret ettiği zaman genç açıkladı: Esrar ve afyon kaçakçıları o nesneleri bu kemerlerin arasına saklarmış. Demek ki benim kemeri iyi aramışlar ve ayarını da bir daha düzeltilmeyecek şekilde bozmuşlar. İstanbul’a doğru yol alırken birdenbire aklıma Oliver geldi. “O da kim” diyeceksiniz. Kim olacak, Claudia (Klavdiya) nın kardeşi. Şimdi de Claudia’nın kim olduğunu soracaksınız. Söyledik ya: Oliver’in ablası… Bunlar Bedriye Atsız’ın apartman komşusu olan Ramrath ailesinin çocukları. Bedriye ve Buğra ile araları çok iyi. Tabiî benimle de iyi oldu. Aramın bu kadar iyi olmasına bakarak sakın bunları üniversite öğrencisi falan sanmayın. Claudia üç dört yaşlarında, Oliver ise tam bir buçuk yaşında idi. Dünyada Oliver kadar sevimli küçük çocuk az bulunur. Gayet tombul, hareketli, sapsarı saçlı, mavi gözlü, güler yüzlü ve obur bir adamcık.. Ablası ise hiç gülmüyor. Daha şimdiden romantik ve Oliver’i kıskanan bir kızcağız, ilk gelişlerinde ben 01iver’i kucağıma alıp sevince birdenbire hızla çıkıp kendi evine gitmişti. Ondan sonraki gelişlerinde Claudia ya kendisini çok sevdiğimi, Oliver’i hiç sevmediğimi söyleyerek sözde siyasî taktik yaptım. Fakat kız derhal itiraz etti: “O benim kardeşim” dedi. Peki şimdi ne yapacaktık? Bektaşi’nin dediği gibi “bahara (yani soğuk veya sıcak olmayan mevsime) bir diyeceğimiz olmazdı ya”. Sözün kısası: Durumu idare ettim. Çocuklar, hele Claudia epeyce Türkçe anlıyordu. Kendi evlerinde çok yaramaz, kırıcı-dökücü olan bu küçükler Bedriye’nin yanında uslu duruyorlardı. Genç bir ev kadını olan anneleri bunaldığı zaman beş on dakika için çocuklarını Bedriye’ye bırakıyor, o da memnuniyetle onlara bakıyordu. O sabah veda için Ramrath’ların kapısını çaldığım zaman önce çok güleç olan Oliver, biz asansöre yürüyünce ağlamaya başladı. Bu ağlayış annesi kadar alıştığı Bedriye’den ayrıldığı içindi. Münih’ten kalktıktan üç saat sonra Yeşilköy Hava Alanı’na indik. Saatleri altmışar dakika ileri alarak 17.20 yaptık. Gümrükte aksilikler derhal başladı. Yasak bir nesne getirmemiştim ama içinde milyon değerinde bazı şeyler bulunan bavulum kayboldu. Gerçi onu buldum. Fakat bu buluş tamamıyla antidemokratik oldu. Gümrük memurları ise bakmadılar bile. Hava yolları otobüsünde yanıma uçaktaki o genç gelmez mi? Hakikaten iyi gençti. Benimle değil, başkalarıyla konuşuyordu. Meğer o da Münih’ten geliyormuş. Muhasebeci imiş. Bu konuşmalar sırasında müthiş bir sır öğrendim. Meğer bazı ticarethanelerin üç defteri olurmuş. Birinde fazla kâr yazarlarmış. Bunu bankalara gösterip kredi sağlarlarmış. Birinde az kâr veya zarar gösterirlermiş. Bunu devlete sunup vergi kaçaklığı yaparlarmış. Birinde hesap santimi santimine doğru olurmuş. Bunu da evlerine götürüp kendi malî durumlarını gerçek olarak bilmek için saklarlarmış. Bu sırrı, İstanbul’a geldikten sonraki günlerde ticaretle ilgili iki kişiye açtım. Biri “böyle şey olamaz” dedi. Öteki “olur” diye cevaplandırdı. Bana kalırsa olur. “Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz.” Münih’ten İstanbul’a üç saatte, Yeşilköy’den Maltepe’ye de yine üç saatte geldim. Eve girerken saat 20’yi çeyrek geçiyordu. İstanbul’a geleceğimi kimseye bildirmediğim, yolda hiçbir tanıdığa rastlamadığım, eve gece karanlığında girdiğim halde bizim gençler geldiğimi keşfettiler. Ertesi sabahki ilk telefonla “hoş geldin”i sundular. Arkasından başka telefonlar ve ziyaretler başladı. Bu arada Münih’e gitmekteki gizli maksadımın da açığa vurulduğunu öğrenmiş oldum. Bizim kırk yıllık baba dostları iki ülkedeki seçimler sırasında Almanya’daki Yeni Nazilerle Türkeş arasında bağlantı kurmak için gidip geldiğimi anlayıvermişler. Bu dünyada artık gizli iş yapmaya imkân kalmadı. Adamların elektronik beyinleri mi var, yoksa Moskof dayılarının göğe fırlattıkları uydular aracılığı ile mi öğreniyorlar, her ne yapıyorlarsa yapıyorlar, kuş uçurtmuyorlar. Hatta elektronik beyinlerin ve gökteki uyduların olmadığı 1944 yıllarında, sırf Türk ve Türkçü olduğumuz için tutuklandığımız sırada da, Maltepe’deki konağımızın bacasında saklı duran, Hitler’den alınmış, iki bavul dolusu hazineyi bile keşfetmişlerdi. Yaman zekâ var bu baba dostlarında!.. Eh, madem ki keşfettiler, artık ben de Tanrı’dan başka yalnız bu modern evliyaların bildiği gerçekleri Gök Türk ve Oğuz taifesiyle Hititler’e açıklayabilirim: Bizim Almanya’daki şubemiz, yani NDP rumuzu ile gösterilen Milliyetçi Alman Partisi yani Yeni Naziler kendilerine öğrettiğim taktik sayesinde müthiş bir ilerleme göstererek oyların % 4.3’ünü aldılar. 1965 seçimlerinde ise ancak % 2’sini alabilmişlerdi. Fakat Alman seçim sistemine göre oyların % 5’ini alamayan parti meclis mebus sokmadığından bu sefer de Federal Meclise üye gönderemediler. Düşünün: İki seçim devresi arasında % 107 bir ilerleme.. Demek ki gelecek seçimde meclise girecekler. Daha sonrakinde iktidarı alacaklar. Ondan sonra Üçüncü Cihan Savaşı.. Zaten “metro yapacağız” diye Münih’in büyük bir kısmının kazılması da Üçüncü Savaş hazırlığından başka bir şey değil. Hem sığınak yapıyorlar, hem de roket rampaları ve kobalt bombaları hazırlıyorlar. Neyse, bunun büyük doktrin sahibi Brejnev düşünsün. Almanya’da seçim savaşı yapılırken, iktidarda bulunan Hıristiyan Demokratlar asıl rakipleri olan Sosyalistlerle uğraşacak yerde bu milliyetçileri yıpratmak için bunca gayret göstermeselerdi hem milliyetçiler meclise girecek, hem de sosyalistler iktidara gelemeyecekti. Demek ki akıl bakımından bizdeki bazı siyasî ümmetçi Müslümanlarla Almanya’daki Demokrat Hıristiyanlar eşit. Zaten asrımız eşitlik asrı… Bize gelince: Türkiye’deki seçimler de aynı sonuçla bitti. Bizdeki Naziler, yani kafatasçılar, yani “vatan fikrini inkâr eden” emperyalist Turancılar, yani Milliyetçi Hareket Partisi evvelki seçimde aldığı 208.000 oya karşılık bu sefer 275.000’le, sekiz parti arasında, oran bakımından ilerleme kaydeden tek parti oldu. Oylarında % 13 artış görüldü. Hele birçok reyleri iptal edilmeseydi, artık daha da çok olacaktı. Fakat bizim seçim sistemimizin acayipliği yüzünden ancak bir tek mebus çıkarabildi. Şimdi partilerden dört tanesinin aldığı oyla çıkardığı mebusu gösteren şu listeye bakın: MHP275.0001BP254.0008TİP243.0002YTP197.0006 Bu hesaba göre MHP 275.000 reyle bir mebus çıkardığı halde YTP 33.000 oyla bir mebus çıkarmış oluyor. Bu sisteme âdil diyebilir misiniz? Yine en doğru millî bakiye usulü idi. Tek reyin bile ziyan olmadığı bu sistemin Yahudiler tarafından icat olunduğunu Türkiye’ye dönüşte öğrenerek hayretler içinde kaldım. Meğer herifler sade tek kuruşun değil, tek oyun da güme gitmemesi çaresini bulmuşlar. 120 üyeli meclislerinde 16 parti bulunduğu halde yurt idare etmeyi de başarıyorlar. Fakat unutmayın. Aşırı dindarından komünistine kadar bütün Yahudi partileri aşırı milliyetçi, millî şuurda son dereceye varmış partilerdir. Yahudi üniversitelileri arasında baş uçlarına Ho Amca’nın, Gevara’nın yahut Lenin’in resmini asan akıl fukaraları yoktur. Sözü uzatmayalım: Ben hem Türkiye hem de Almanya’da Faşistleri ilerleterek gizli görevimi tamamladım. Bu başarının Halk Partisini, Millet Partisini, Yeni Türkiye Partisini ve Türkiye İşçi Partisini iyice sarstı. CHP’nin değişmez genel başkanı, Millî Şef, Sayın Bay İsmet İnönü birkaç ay önce “iktidarın eşiğindeyiz” diye bir türkü söylüyordu. “Ortanın Solu” felsefesini icat ederek en eski partiyi iyice bocalatan ünlü solculardan sapsayın Bülent Ecevit daha keskin konuşarak iktidara geleceklerinden, yani eşiği aşacaklarından bahsediyordu. 21 Haziran 1968 tarihli Ulus’un sayfasındaki şu manşetlere bakın: Ecevit CHP grubunda seçim sonuçlan hakkında konuştu. CHP 1969 seçimleriyle iktidara gelecektir. Ecevit, ortanın solundaki CHP’ye yaklaşma bundan sonra hızlanarak devam edecek, dedi. Anlaşılan ya eşik çok yüksek, yahut Halk Partisi cüce olduğu için eşikten içeri giremedi. Zaten giremez de.. İmkânı yok.. Bazı sosyal kaideler vardır: Torun, dedesinden yaşlı olamaz. Yüksek öğrenim on yaşında bitirilemez. Bizim futbolcular futbol oynayamaz. Tıbbiyeden her şey çıkar. Hatta arasıra doktor bile. Halk Partisi seçim kazanamaz. Bu kaidelerin değişmesine imkân olmadığı için emekleri boşuna idi. Fakat hülya tatlı şeydir. Hele diyabetikler için tadına doyum olmaz. Sayın Bay Ecevit herhalde pek toy olacak ki yarın utanırım diye düşünmeden 1969 seçimlerinde iktidara geleceklerinden bahsetti. “Ortanın solundaki CHP’ye yaklaşma bundan sonra hızlanarak devam edecek” dedi. Dedi ama oyların da ancak % 27’sini alabildi. Ortanın solundaki CHP’ye belki yaklaşanlar olur ama bu yaklaşma Türk milletinden değil, Podgorni ve Kosigin’den gelir. Sen dua et de İsmet İnönü 40-50 yıl daha yaşasın. Yoksa partiniz hallaç pamuğu gibi atılır. Millet Partisi Başkanı Bölükbaşı da “1969’da iktidara geleceğiz” diye birkaç defa konuştu. Herhalde şaka yaptı. İyi bir siyasî tenkitçi olan, iyi konuşan, meselelere iyi giren Bölükbaşı şimdiye kadar “iktidara gelmekten korkan lider” diye adlandırılıyordu. Buna sinirlenmiş olacak ki bu sefer iktidardan gazino gibi söz ederek direndi ve 292.000 rey karşılığı 6 mebus çıkararak büyük kayba ve daha büyük hayal kırıklığına uğradı. Ya YTP’ye ne dersiniz? Bunların başkanının da gönlünde, haydi arslan demeyelim de, ne keçiler yatıyormuş! Doğrusu alçak gönüllü adamdı, iktidara doğrudan doğruya gelmekten değil de, iktidara gelecek koalisyon ortağı olmaktan dem vuruyordu. Hele partilerine törenle aldıkları Tevfik Rüştü Araş, Kılıç Ali gibi siyasî mevtalardan, Tahsin Banguoğlu gibi eski bakan ve profesörlerden kim bilir neler umuyorlardı. Canım, artık yirminci asırda Tevfik Rüştü’ye, hele Kılıç Ali’ye kim rey verirdi? Bunları bilen kimse kalmış mı idi? Fakat asıl garibi Tahsin Banguoğlu’nun, Halk Partisinden çekildikten sonra bu sakat doğmuş partiye kapılanmasıydı. Kadıköy Sultanisinden ve Edebiyat Fakültesinden sınıf arkadaşım olan, bakanlığı sırasında da bana yapılan haksızlığı tamir eden Tahsin Banguoğlu gayet akıllı, hesaplı ve ihtiyatlı kişiydi. Atatürkçülükten ayrıldığı için İsmet Paşa ile çatışıp Halk Partisinden çekildikten sonra normal olarak, aynı sebeple ayrılıp Güven Partisini kuranlarla birleşmesi gerekirdi. Bunu yapmayıp da erimeye mahkûm ve bölgecilik yapan bir partiye girdiğini gazetelerde okuduğum zaman cidden şaştım. Tahsin sade akıllı değil, kültürlü insandı da. Şairdi de. Hele Bağdatlı Ruhî tarzında bir terkibi bendi vardı ki yayınlasın yer yerinden oynar. Onun yalnız bir tek kusuru vardır: Arada bir Turancılık aleyhinde konuşması.. Bizzat görmediğim, okuyanlardan işittiğime göre son konferanslarının birinde “başımıza ne geldiyse Turancılıktan geldi” demiş. Hay Tahsin hay!.. Sen de mi Turancılığın memleketi batıracağına inanıyorsun? istersen noter senedi vereyim ki zannın yanlıştır. Halk Partisinin batıramadığı memleketi bir ülkü olan Turancılık nasıl batırır? İşçi Partisine gelince: Bu partinin ilk başkanı olan Mehmet Ali Aybar, 12 Ekim 1969 seçimleri için “bu sefer başa güreşeceğiz” diyordu. Herhalde, en azından üçüncü büyük parti olacağız demek istiyordu. Ben de bu partinin bu sefer geçenkinden biraz fazla rey alacağını, fakat 1973’te iyice çökeceğini tahmin etmiştim. Çünkü işçi ve köylü arasında, bunca propagandasına rağmen tutunamıyor, üstelik büyük çoğunluk tarafından şüpheyle karşılanıyordu. Macerası ve dalgacı bazı üniversiteliler, bazı pek ilerici, 22. Asırda yaşaması gereken profesörler, parayı su gibi harcayan sosyete bayanları, bir de bu partinin “tüm seks özgürlüğü” getireceğini uman isterik yaratıklardan başka taraftarı yoktu. Şimdi de, düne kadar partiyi ayakta tutmuş adam olan Mehmet Ali Aybar’ı atarak hizipler halinde boğuşmaları bu partiyi çökertecek, gizli gizli çikolata yiyerek yapacakları açlık grevleri çöküşü durduramayacaktır. Aybar’ın, durumu iyi kavrayamayarak bir iki yol başa güreşten bahsetmesi, herhalde saat 19’dan sonra söylenmiş sözler olmalı. Bir atalar sözüne göre “keçi sarhoş olmuş da dağa kurt aramaya çıkmış”. Belki eski lider de bu iddialı sözleri söylediği zaman yorgunluk gidermek için votkayı fazla kaçırmıştı. Söz hazır seçimlere gelmişken ben de bu konuda Anayasa komisyonu üyelerine bir düşüncemi söylemek isterim: Anayasada değişikliğin konuşulduğu bu günlerde bir küçük değişiklik daha yaparak mebus ve senatör sayısını indirsinler. Söz gelişi 300 mebusla 100 senatör yeter. O takdirde yine millî bakiye usulüyle seçim yapılırsa küçük partilerin büyükleri engellemesi gibi bir sakınca ortadan kalkar, küçükler de aldıkları reyleri büyüklere kaptırmaktan kurtulur. Tabiî, “Tabiî Senatör’lere söz yok. Onlar kalsınlar, Hatta “hidemât-ı vataniyye” tertibinden maaş alan aileler gibi, kendilerinden sonra oğulları, oğulları yoksa kızları da ömür boyu şartı ile o makama getirilsin. Türkiye’ye döndükten sonra iki hafta seçim propagandasıyla geçti. Tesadüfen bazı konuşmacıları, bu arada bir kere İnönü’yü dinledim. Hazret galiba artık gençlikten çıkıp olgunluk çağına ermiş olacak ki bu sefer sözlerinden pek bir şey anlamadım. Ama onun son siyasî taktikleri (yahut tiktakları) edebî tezat sanatının şaheser örnekleriydi. Bir yandan Celâl Bayar’ı Senatoya sokmak, bir yandan tabiî senatörlerin orada olmasını hak diye tanımak.. Bu, Paşa’nın eski alışkanlığıdır. Cumhurbaşkanı olduğu zaman da Millet Meclisine hem Anadolucuları, hem de komünistleri tâyin ederdi. Bugünkü gençler bilmez: O zaman mebuslar tâyin edilir, beşeriyeti kandırmak için de şimdiki Rusya’da olduğu gibi güzel bir seçim yapılır, ne hikmetse herkes tam ittifakla seçilirdi. Seçim konuşmalarında bir defa da Deli Osman’ı dinledim. Deli Osman da kim demeyin. Benim tanıdığım iki Osman var: biri akıllı Osman yani Profesör Osman Turan, öteki de Deli Osman, yani Serdengeçti Osman Yüksel. Doğrusu, spiker “MHP adına Osman Yüksel konuşacak” dediği zaman hoşça vakit geçirmek için işi gücü bırakıp köşeye yaslandım. Hakikaten on dakikam neşeyle geçti. Almanya’ya gitmeden önce kendisini görüp kaç mebus çıkaracaklarını sormuştum. “En az 9, en çok 19” demişti. Ne alçak gönüllü kişiydi! Keskin nişancı olarak attıktan sonra pekâlâ 19 yerine 59 da diyebilirdi ama demedi işte… Osman Turan ise son anda, yani şimdiki deyimle on ikiye beş kala MHP’den bağımsız Trabzon adayı olarak seçim propagandasına girişmiş. Kazanamadı. Ben, Osman Turan’ın dalgınlığını bildiğim için “acaba seçim konuşması yapmak için Trabzon yerine meselâ Edirne’ye falan gitmiş olmasın” diye endişede idim. Neyse, doğru gitmiş. Doğru gitmiş ama acaba orada ne konuştu? Kendisi Selçuklu tarihi uzmanıdır. Salon: “Ey Trabzonlular! Bana rey verirseniz size maaş bağlatırım” gibi mutat seçim propagandası yerine “Birinci Kılıç Arslan, Haçlıları öyle bir yendi ki Anadolu’da gübre yerine hamsi kullanmaya lüzum kalmadı” kabilinden sözler söylemiş olmasın!.. Türkeş’in konuşmasını da bir kere dinledim. Emekli orgeneraller için alınmasını düşündüğü kararlara ben de katılıyorum. En yüksek askerlik rütbesine erdikten sonra çekilen bir insan, bir sıra adamı olmamalıdır. Yalnız bu arada Türkeş’in teklifine bir eklenti yapmak istiyorum: Orgeneraller (İsmet İnönü dahil) ve Millî Savunma Bakanları Türk Kara Ordusunun hangi yılda kurulduğunu bellemesi ve her yıl kara ordumuzun (yani ordumuzun) 603, 604, 605’inci kuruluş yılını kutlamak gibi tarih bilgisizliklerinin önüne geçilmelidir. Orgenerallere ve Millî Savunma Bakanına tekrar soruyorum: Türk Kara Ordusu 605 yıllıksa 900 yıl önceki Malazgirt zaferini kazanan ordu hava ordusu mu idi? Bunun doğrusunu bir iki kere yazdık. Kendilerini ilgilendiren yazıyı okumadılar mı? Okudularsa neden inat ediyorlar? Milletler, millî övünçleri göklere çıkarırken biz ordumuzu kutlama adı altında onun uzun geçmişini inkâr yoluna gidersek, yarın sivri akıllı ipilerici sosyalistlerden biri çıkıp da “kara ordumuzun başlangıcı subayların kravat takarak medenî kisveye büründükleri tarihtir, ondan önceki komprador emperyalist çağıdır, kabul olunamaz” derse bunun sonu nereye varır? Radyodaki seçim saatlerinde işçi Partisinin konuşması başlayınca radyoyu hemen susturuyordum. Darılmasınlar ama bu partinin konuşmacıları bende insan değil de plâk intibaı uyandırıyordu. Hep aynı tekerlemeleri söylüyorlardı. Bundan başka bir memlekette aydın sınıflar dururken proletaryanın iş başına gelmesi gibi bir maskaralığı kabul etmeme imkân yoktu. Gerçi şimdi onlar hemen herkesi proleter saymaya başladılarsa da tevcihlerine teşekkürle beraber kabul edemeyeceğimizi arz ve beyâna mücâserat ederim. Ben proleter falan değilim. Onların sınıflandırmasına göre burjuva, resmî sıfata göre memur, kendime göre de sadece TÜRKÜM!… Türk olmak dururken insan tutar da nemene nesne olduğu belli olmayan, ikide bir grev yapan, hangi dilden geldiği bilinmeyen proleter olur mu? Radyo konuşmaları arasında dinlememek bahtiyarlığına erdiğim Ahmet Er’in konuşması da partisine oy kaybettirmesi bakımından birebir tedbir olmuş. “Memlekette nizâm-ı Muhammedî’yi kuracağız” demiş. Bak hele yaramaza! Ayol, nizâm-ı Muhammedi zaten yürürlükte Camiler dolup dolup taşıyor. Minarelerden hoparlörle okunan ezanlar milleti uykudan kaldırıyor. Hacca gidene gitme diyen yok. Hacılarımız getirdikleri Zemzem suyunu satarak para bile kazanıyor. Daha ne istiyorsun? Eğer kadınları kafese sokup yine dörder tane alacağız demek istedinse sen ilkönce evde Yenge Hanım’dan dayak yemişsindir. Bana kalırsa bu işte bir yanlışlık olmuştur. Ahmet Er eski bir jandarma subayıdır. Herhalde “memlekette asayişi kuracağız” diyecek yerde yanlışlıkla heyecanla nizâm-ı Muhammedî’den bahsetmiştir. Eski Millî Birlik Komitesi üyesi olan Ahmet Er, komitenin öteki üyeleriyle birlikte yemin ederken en heyecanlı, en bağırgan kişiydi. Üstelik Türkiye’deki 34 milyon şairden biridir. Şairler heyecanlı olur. Hatta onun “Adını Siz Koyun” adında bir şiir kitabı da vardır. Bunlara bakarak dil sürçmesi olmuştur diyeceğim. Ama, öyle değil de bilerek söylediyse o zaman artık adını siz koyun.. 4 Ekim 1969 Cumartesi akşamı saat 20.50-21.00 arasında seçim konuşması yapan Bay Bülent Ecevit’i ilgi ile izledim (!) Hey Ulu Tanrı!.. O ne Türkçe’ydi öyle!.. Bir cümleyi aynen zaptettim. Şöyleydi: “Köylüden başlayacaktır Cumhuriyet Halk Partisinin kuracağı düzende kalkınma”. Sayın bay! Senin devlet idaren de bu Türkçe’n gibi olacaksa yandık demektir. Sen Türkiye’yi bırak da önce kendi Türkçe’ni kalkındır; millete Türkçe hitap et. Hiç olmazsa İsmet Paşa’dan biraz Türkçe dersi al. Onun vakti yoksa gel, ben öğreteyim. Dersler ücretsiz, yol parası sana aittir. Senin bu kullandığın dil ortanın solunun dili değil, daha solun mırıltısıdır. Seçimler konusunda AP mebuslarından bir dostumla bahse girmiştik. Benim iddiam şu idi: Adalet Partisi 190-220 mebus çıkaracak, CHP biraz gerileyecek, MHP 400.000 oy alacak, fakat seçim sistemi dolayısıyla 4-6 mebus çıkarabilecek. O ise Adalet Partisinin 250, hatta 300 mebus çıkaracağını tahmin ediyordu. Bahsi o kazandı. Gazozu kaybettim. Ettim ama sistemimizin haksızlığına bir kere daha inandım. Millî bakiye usulü uygulansaydı. AP 204, CHP 124, MHP 14, mebus çıkaracaktı. Halbuki 256, 143, 1 mebus çıkardılar. Fakat lamı cimi yok. Mebus dostum bahsi kazandı.. Fakat o kadar nazik ki hâlâ “gazozumu isterim” diye bir îmâda bile bulunmadı. Okuyucular şüphesiz bahsi kazanan dostumun adını öğrenmek isteyeceklerdir. Sırdır. Söyleyemem. Kimden sakladığımı öğrenmek isterseniz onu söylerim: İsmet Paşa’dan saklıyorum. Bu kadar isabetli siyasî görüşü olan birisini kendi partisine alıp Ecevit yerine genel sekreter yapmak istemesinden çekmiyorum. Ecevit, Güven Partisi olayında da İnönü’ye partiden ayrılacakların yedi sekiz kişi olacağında teminat vermişti. O zaman aldandığı gibi bu seçimde de aldandı. Böyle aldana aldana Vefa kulübü gibi ikinci kümeye düşmek tehlikesiyle karşılaşmaktansa bu dostumu alarak partiye düzen vermek elbette akıllıca iştir. Gerçi bu dostum öyle İsmet Paşalara falan kanacak, kapılacak kıratta değildir ama rahatsız edilir, bir müddet huzuru kaçar. Huzurun nasıl bir hazine olduğunu huzuru kaçmış, kaçırılmış olanlar iyi bilir. Bir gün telefonda yine arandım. Bu seferki gayet yaşlı bir sesti. Anladım: Bizim Zeki Velidî Togan hoca. Kendi kendime “mutlaka hocanın bir işi olmuştur. Olmayınca aramaz” dedim. Çünkü bizim Togan Hoca çok çıkarsal (!) kişi olmuştu. Tahminim doğru imiş. Yıllarca önce Hocanın arsasına tecavüz etmişlerdi. Mahkemede benden tanıklık istiyordu. Adaletin huzuruna yalnız sanık olarak değil ya, arasıra tanık olarak da gidecektik. Hocaya karşı fena halde öfkeli olduğum halde kabul ettim. Çünkü Hoca 80 yaşında olduğu halde hâlâ keyfediyor, ya kongrelere katılıp toylarda yemek yiyor, ya Acem şahının çağrısına uyarak İran’a gidiyor, yahut da Amerika, Avrupa, Hindistan, Pakistan, Japonya, hatta Moğolistan’dan gelen ilmî sorulu mektuplara ilmî cevaplar veriyor, 60 yıldır topladığı notlarını derleyerek hazır duran bunca değerli eserleri yayınlamak zahmetine katlanmıyordu. Mükrimin Halil nasıl “Esâfil-i Şark” kahvelerinde lâklakıyât yaparak bilgisine göre hemen hiç eser vermeden gittiyse Hoca da kendisinden başka kimsenin okuyamayacağı not dosyalarını ziyan edecekti. Kendisiyle bu konuda birkaç defa tartıştım. Hatta aramızda tatsız konuşmalar da oldu. Fakat hiç beni dinler miydi? Ben Türkiye Cumhuriyeti ordusunda askerliğimi er olarak yapmış, Sabahattin Ali üsteğmen olduğu halde ben onbaşı bile olamamıştım. Zeki Velidi ise Başkurt ordusunun başkomutanı idi. Elbet beni dinlemezdi. “Şu türlü dillerde sayfalar dolusu mektuplar yazarak günleri heba etme” dediğim zaman bana, Türk lehçe ve ağızları arasında özel bir lehçe olan ve yalnız kendisi tarafından konuşulan “Togan Lehçesi” ile “ben munlarla yaşayurum” diye cevap verdi. Anlaşılan Hoca övülmekten hoşlanıyordu. Çünkü o mektupları yazanlar onun ilmini övdükten sonra bir mesele üzerinde bilgi istiyorlar. Hoca İstanbul kütüphanelerindeki bazı yazmalara bakarak günlerini ziyan ettikten sonra Almanca, İngilizce, Rusça yahut Farsça cevaplarla birkaç gün daha feda ederek yaşıyordu. Tabiî, ben de bunları “nizâm-ı âlem” taifesinden olduğum için söylüyordum. Dört gruba ayrılan insanlar arasında nizâm-ı âlem grubundan olduğumu vaktiyle Mükrimin Halil söylemişti. Şimdi ne olacak? Hiçbir şey olmayacak, Cevdet Sunay, Sovyetlere gidip memnun döndüğünü söyledi. Ben hiç memnun olmadım. Nefer olarak başkomutan “Togan’ la nasıl ayrı fikirdeysem, “hiçbir şey” olarak “cumhurbaşkanı” ile de öylece ayrı fikirdeyim. Kendisiyle birlikte giden Türk gazetecilerden birine bir Rus gazeteci “görüyorsunuz ki insan yemiyoruz” demiş. Bizim saf gazeteci de kendisini yemedikleri için memnun. Evet, insan yemiyorsunuz ama insan yiyen yamyamların bin yıl düşünseler akıllarına gelmeyecek vahşetleri yapıyorsunuz, insan yemiyorsunuz ama Macaristan ve Çekoslovakya’da insanları sürüyle öldürüyor, Finlandiya ve Romanya’dan zorla toprak alıyor; Estonya, Letonya ve Litvanya devletlerini ortadan kaldırıyor, milletlere hürriyet yalanı ile ortaya çıktığınız halde Azerbaycan’ı, Alaş Orda’yı, Buhara’yı yok ediyor, milyonlarca insan Sibirya’da aç ve sefil zorla çalıştırarak ölümlerine sebep oluyor. Katyn ormanında 8000 Polonyalı subayın canına kıyıyor. Kırım Türklerini top yekûn Sibirya’ya sürüp yarısını yollarda harcıyor, Ankara’daki Alman elçisine kendi elçilik memurlarınızla suikast yaptırıyor! Doğu Almanya denen kukla devlette kurduğunuz “Bizim Radyo” ile her gün Türkiye aleyhinde veryansın ediyorsunuz. Bunlar da yetişmiyormuş gibi bizden, kendinizi çok kuvvetli hissettiğiniz anda toprak istemiştiniz. Daha ne yapacaksınız yoldaş? Bu yaptığın bir kere yapılmış değil ki sana güvenelim. Bu yaklaşman dostluktan değil, işlerinin sarpa sarmasından, Amerika’dan, Batı Almanya’dan ve Çin’den korkuyorsun, içerdeki Türkler’den korkuyorsun. Biçimine gelirse birkaç haftada yok olman işten bile değil. Bunu sen de biliyor, onun için yaklaşıyorsun. General De Gaulle’ün Kanada’da “yaşasın bağımsız Fransız Kebek” demesi gibi Cevdet Sunay da Baku’da “yaşasın bağımsız Türk Azerbaycan” deseydi acaba Kosigin ve Brejnev pat diye düşüp bayılmaz mıydı? Öyle bir bayılırdı ki Türkiye’nin bütün limonlarını yollasak ayıltmak yine de güç olurdu. Ben böyle yüksek felsefî fikirlerimi Brejnev doktrinine karşı “Turan” kelimesiyle özetlenen Atsız doktrinini çarpıştırırken Mikâil Aleyhisselâm bana bir iş etti ki sormayın: 19 Kasım akşamı başlayan sağanak sırasında, elektriklerin sönmesi ihtimaliyle masamda mum, cebimde kibrit gazete okurken oturduğum odaya üst kattan su sızdığını görerek teftiş maksadıyla yukarıya çıkınca da bir de ne göreyim: Üst katın tavanından sekiz tane musluk (mübalağasız söylüyorum) akıyor, sayısız yerden damlayan damlalar da evi sırsıklam ediyordu. Dam akmasına alışığız.Bizim evin kaidesi odur: Musluklar akmaz, dam akar. Nuh Peygamber, kısmen Âdem Aleyhisselâm zamanından kalma nadide eşyalarımızın harap olmasından da yüksündüğümüz yok. Fakat bahsettiğim sekiz musluk yukarda duran kitap dolaplarımın üstüne akıyor, oradan sıçrayarak iki metre kadar ilerisini ıslatıyor, büyük bir masanın üzerindeki kitap, albüm ne varsa hepsine kastediyordu. işte o zaman bizim evde Üçüncü Cihan Savaşı başladı. Yıllardır açılmayan perdeler ve pencereler hızla açılarak 100 mumluk (1500 mumluk değil) elektrikler yandı. Ceketini çıkarmış olan ev sahibi üç müttefiki ile birlikte suları boşaltmaya başladı. Müttefiklerim Tanrı’nın yarattığı en faydalı üç hayvandı. En faydalı hayvan diyince çok kişinin aklına koyun, sığır, at, tavuk, bıldırcın veya köpek gelir. Halbuki en faydalı hayvan süngerdir. Üç süngeri suların biriktiği yere vurmamla pencereden sıkmam bir oluyor ve her sıkışta en aşağı iki bardak su sokağa dökülüyordu. Caddemizi sular bürümüştü. Uskumru balıkları rahat yüzebilirlerdi. Ben de bu sele sünger arkadaşlarımla katkıda (!) bulunuyordum. Bizim kaldırım mühendisleri cadde yaparken mazgal yapmayı akıllarına getirmezler. Soba bacası olmayan köy okulları yaptıklarını da bir İlköğretim Müfettişi söyledi. Sözü uzatmayalım: İki defa gelen aşağı yukarı onar dakika süren sağanak bitip de dolapların kapaklarını korka korka açtığım zaman en değerli ve çapları en büyük kitapların bulunduğu bu dizilerin alt taraflarından su sızdığını, birçok kitapların sırılsıklam olduğunu gördüm. Deli Dumrul’un Azrail’e meydan okuması gibi ben de önce Mikâil’e meydan okudum. Şu koca İstanbul’da ıslatacak başka yer bulamadın mı diye sordum. Azrail gibi tehlikeli olmadığı için kabadayılıkta pek ileri gittim. 47 yılda bin emekle toplanan kitaplardan bir bölümünün bu hale girmesine çok sıkıldım. Kitap meraklıları ıslanmış kitabın kuruduktan sonra ne hal alacağını bilir. Mikâil’i bulmama imkân yoktu. Üstelik Azrail’i yanına alıp gelerek 70 yıllık konağımızı başıma indirebilirdi. Bu sefer Buğra’ya veriştirmeye başladım. Hayatımı mahveden bu kitaplardan bıktığım için onları top yekûn satacakken Buğra, Münih’te tarih öğrencisi olarak yazdığı mektupta kitapları elden çıkarmamamı istemişti. Sanki tarih öğrencisi olacak ne vardı? Kimyaya, mühendisliğe, tıbba gitseydin ya.. Tarih nedir ki? Özeti “insanlar doğdular, ızdırap çektiler ve öldüler” değil miydi? Bütün bu öfkeli anlar geçtikten sonra o kitapları evin emin yerlerine sererek yeni bir sergi açtıktan sonra kurumalarını beklemeye başladım. Kitap dolaplarını aşağı taşıdım. Bugün 24 Kasım olduğu halde ıslanan oda hâlâ kuramadı. Halbuki sağanaktan sonraki günler hep güneşli ve sıcaktı. Almanya seyahatnamesinin sonuna bu özel macerayı neden yazdım? İkide bir “Türk Tarihi ne zaman bitecek” diye soruyorlar. Cevabım şu: Anlaşılıyor ki Türk tarihi bitmeyecek. Zaten bitmesine imkân yok. Bitecek birisi var: Türk. Ötüken, 1969, Sayı: 12
  • Münih’in beğendiğim ikinci özelliği trafikteki düzen oldu. Burada üç kişiye bir araba düşüyormuş. Bizimkilerin de arabası vardı. Şehrin içinde ve dışında arabaların gelip gidişi parmak ısırtacak bir intizamla oluyordu. Korna çalmak yasağı olmadığı halde korna binde bir, meselâ önde giden bisikletli çocuğu uyarmak için çalınıyordu. Caddelerin, yolların gerekli yerlerinde trafiğe ait levhalar göze çarpıyordu. Bunlar en dikkatsiz adamın bile görebileceği yerlerde ve herkesin okuyabileceği büyüklükte idi. Levhalar yalnız kaç kilometreyle gidilmesi gerektiğini değil, yolun nereye gittiğini, ilerde ikiye ayrılacaksa sağ ve soldakinin hangi şehir, kasaba veya köye gideceğini gösteriyordu. Şehir dışındaki anayollar çok güzeldi. Bunları cennetmekân Hitler yaptırmıştı. Bazıları çok genişti. Üç gidiş, üç dönüş olmak üzere altı sıralıydı. Bazıları daha dardı. Fakat yollarda kaç araba gidebilecekse yollar o kadar arabaya göre kireçle bölündüğünden düzen bozulmuyordu. Yolun ortasına bir kireç hattı çekilmişse orada yan yana iki araba gidebilir demekti. Bir ana yolda en yavaş giden sağdan gidiyordu. Daha hızlı giden soldan gitmeye mecburdu. Herhangi sebeple hızını kesmek isteyen araba sağ hatta geçiyordu. Tabiî bütün bunları önü ve arkayı kollıyarak yapıyordu. Almanlar’ın “Autobahn” (avtobân okunuyor) dedikleri bu anayollarda 120-150 kilometreyle gitmek cidden zevk oluyordu. Asfalt o kadar iyi dökülmüştü ki hiçbir sarsıntı olmuyordu. Şehrin içinde metro yapımına girişilmiş olduğu için birçok caddelerin yarısı trafiğe kapalıydı. Buna rağmen yine düzen sağlanmış, tıkanıklık önlenmişti. Trafik tıkandığı zaman 15-20 saniyeden fazla beklediğimizi görmedim. Bir de cumartesi ve pazar günleri bütün Almanlar kendi şehirlerinden başka bir yere gitmek âdetinde oldukları için arabasına atlayan autobahn’lara düşüyor, akşamın dönüş saatlerinde bazı ufak tıkanıklıklar oluyordu. O kadar… Şehirlerde bisikletle giden 60-70 yaşlarında kadınlara rastladım. Trafik düzeni sayesinde bunlar emniyetle çarşıya pazara gidip alışverişlerini rahatlıkla yapabiliyorlardı. Fakat bu araba bolluğu bana bir şey düşündürdü. Daima arabayla gezen, hiç yürümeyen insanların sağlık durumu ilerde ne olacaktı? Yürümenin sağlık için faydası belli. Acaba hiç yürümeye yürümeye günün birinde insanlar ne hale gelecekti. Amerika’da daha şimdiden beş milyon “şişmanlık hastası” olduğunu okumuştum. Millî gücümüzün bir kısmı, açlığa rağmen, cefalı işlerle, bu arada çok yürümekle sağlanıyordu. Parantez arasında bu düşünceyi de ekledikten sonra biz yine Münih’in trafiğine gelelim. Bundan ders almak lâzım. Türkiye’de öğretmenlerin görgü ve bilgilerini arttırmak için onları aylıklarıyla bir yıl için Batı ülkelerine göndermek konusunda bir kanun vardır. İyi uygulandığı takdirde çok yerinde bir kanundur. Fakat bu kanunun şoförlere tatbik edilmesi daha hayırlı olur. Bizim eğri omuzları oralara göndererek arabanın nasıl kullanıldığını, vatandaşlara karşı nasıl davranmak gerektiğini, lüzumsuz korna çalmanın edepsizlikten başka bir şey olmadığını onlara göstermek, biraz insanlık öğretmek pek faydalı olur. Münih temiz bir şehir. Sokakları süpürüp tozları çeken arabalar gördüm. Bazı Almanlar bana kuzey Almanya veya Hollanda’ya gidersem Münih’i pis bulacağımı söylediler. İstanbul’u düşündüm. Kendi kendime bir takım kararlar verdim. Fakat bu kararlar antidemokratik olduğu için açıklamaktan vazgeçtim. Demokrasi olsun da pislik devam etsin. Münih’te bir belediye var. Nizamları uyguluyor, İstanbul’da yok mu diyeceksiniz. Bilmiyorum. Belki vardır. Münih’te 40 metre karelik boş yer bulununca hemen apartmanlar yükselmiyor. Şehrin plânı var. Bir santim şaşılmıyor, İstanbul’da 100 metrelik doğru bir sokak bulamazsınız. Allah doğruluk fikrini kaldırmıştır. Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar trenle bir gidiniz. Yüz milyarlarca lira harcanarak şeddadî yapılar, güzel köşkler falan yapılmıştır. Fakat ne mimarlık üslûbu vardır, ne de belediye tüzükleri uygulanmıştır. Hani banliyödeki binaların arası en az altı metre olacaktı? Neden hepsi dört, üç metre ara ile dizilmiştir? Neden bazıları bitişik nizamdadır? Bunlara kim izin vermiştir? Bütün kanunsuzluklar yapanın yanında kâr mı kalacak? iktidara geçtiğimiz zaman bütün bunların hesabını soracak ve Anayasaya bir madde daha koyacağız. Türkiye’de en dar cadde 50 metre genişliğinde olacak ve nadir durumlar dışında apartmana izin verilmeyerek herkes bahçeli bir evde oturacaktır. Türkiye’nin toprakları buna yetmezse Boğazları kapayarak Marmara’yı kurutur ve parselleyerek devlet hesabına halka satarız!.. Münih, ikinci Cihan Savaşında epey yıkılmış. Bu molozları iki yere iki tepe halinde yığmışlar. Tabiî o molozlarla birlikte yıkıntılar arasında kalan ölülerin kemikleri de o tepelere götürülmüş. Bugün de iki tepe ağaçlıklı, yeşillikler içinde iki gezinti yeri olmuş. Bir tanesine çıktım. En tepedeki yazıtta: “Burada yatanlar için dua et” yazılıydı. Bundan daha manâlı bir yazıyı Birinci Cihan Savaşı ölüleri için yapılan anıtta gördüm. Bu bir meçhul asker anıtıydı. Birkaç basamakla inilen açık mezarda bir buçuk insan boyunda bir Alman askeri cephe kılığında yatıyordu, iyi bir mimarın elinden çıktığı belliydi. Yazıtında sadece “dirileceklerdir” yazılıydı. Bu söz bir milletin kendine inancını göstermesi bakımından ibret vericiydi. Fakat bu tevazu içindeki heybetli anıtı bir parça bakımsız ve ihmal edilmiş gördüm. Zamanımızın maddeci ve hayvanî havası içinde yurt ve şan için ölenleri anmaya elbette zaman bulunmazdı. Yine kendi vatanımı düşündüm. Çanakkale şehitleri için kampanya ile yapılan anıt pek basit kalmıştı. Oraya dikilmesi gereken anıt için de yine antidemokratik düşüncelere daldım. Bu anıta “inandılar, dövüştüler, öldüler” yazılacaktı. Bu sözün de kime ait olduğunu iyi bilmiyorum. Galiba Mustafa Kemal Paşa’nın olacak. Sözden söze geçerken Münih’in düzenini anlatmayı unuttum sanmayın. Unutmam. Bedriye Atsız’ın tek odalı kâşanesi 15 katlı üç apartmanın birinde bulunuyor. Bu üç apartman birbirine ne gölge düşürüyor, ne de manzarasını kapıyordu. Dipleri yeşilliklerle süslü. Çocuklar oynasın diye kum havuzları var. Aradaki beton yollarda biraz daha büyücekleri bisikletlerle gezip oynuyor. Bu apartmanların asansörlerine ise hiçbir diyecek yok. Çocuk arabası alacak kadar geniş ve altıncı kata beş saniyede çıkacak kadar hızlı. Sekiz kişilik asansöre giren sekiz kişinin her biri ayrı katın düğmesine bassa asansör kendi kendine kapandıktan sonra sekiz kişinin bastığı her katta durup otomatik olarak kapısı açılıyor, yine otomatik olarak kapanıyor ve herkesi sırayla istediği kata çıkarıyor. 15 katlı apartman, 1,2,3, odalı dairelerden mürekkep. Bedriye Atsız’ın tek odalı şahane dairesinin aylığı 321 mark. Resmî kuru falan bir yana bırakın. Bu, bizim parayla 1000 lira eder. Tam bir komprador işi. Demek ki zevcem yabancıyla iş birliği yaparak yoksul Türk köylüsünü sömürüyor ve “halkımız” gecekondularda yaşarken o, Avrupa emperyalistlerinin ülkesinde 1000 liralık villâda oturuyor. Sömürü düzeni.. Devrim.. Sosyalizm.. Mark.. Engels.. Gevara.. Ho Amca.. Yaşasın bilimsel sosyalizm.. Kahrolsun faşistler.. Falan, filân… Bu köşkte en çok hoşuma giden şey ne oldu, biliyor musunuz? Televizyon diyeceksiniz. Bilemediniz. Televizyon bir nevi ev sineması olduğu için sokak sinemasını görenlere pek o kadar mühim gelmez. Bu kâşanede benim için en mühim şey musluklardan 24 saat hem soğuk, hem de sıcak suyun akmasıydı. İstanbul’un Anadolu Maltepesi’ndeki konağımızda üç günde bir su aktığı için musluklarından daima su akan bir ev benim için Amerika’nın keşfinden ve aya gitmekten daha mühimdi. 34. vilâyet olan İstanbul’dan 68. vilâyet olan Münih’e vardığım gün içime düşen sıkıntı “bu kolaylıktan o zorluğa dönüş”ün kaygısı oldu ve öylece de kaldı. Fakat insan oğlu neye alışmaz ki?… Maltepe’ye döndüğüm gün düzeni büsbütün bozulmuş buldum. Evlere daha çok su vermek için açılan kuyulardan gelen suyun basıncı boruları patlatmış. Sonuç: Dört gün susuz kalmak. Eskiden evlere verilen su Kayışdağı suyu idi. İçimine doyum olmazdı. Şimdi bakkallardan şişelerle aldığımız suyu içiyoruz. İkinci Cihan Savaşından önce yıllarca Taşdelen suyu alıp içmiştim. Günün birinde bunların Terkos suyu olup satan tarafından aldatıldığımızı gazetelerde okumuştum. Bu yüksek ticaret zekâsını gösteren zat asîl bir Rum vatandaşımızdı. Herhalde bir hafta hapis, 100 lira para cezasıyla kurtulmuştur. Münih’teki kâşanemizde, her evde olduğu gibi bir de televizyon vardı. Eski bir alet olduğu için renkli yayın seyredemiyorduk. Televizyon akşamdan gece yansına kadar yayın yapıyor, çok defa beni bile meşgul ediyordu. Çok faydalı şeyler de gösteriliyordu. Bir defa Avusturyalıların yaptığı bir Anadolu gezisini, bir defa Moğolistan’ı, bir defa da Yemen’i seyrettik. Avusturyalıların Anadolu gezisi hem çok öğretici, hem de Türkler’e karşı dostluk duygularıyla doluydu. Bilim adamları tarafından çekilmişti. Bizim bilmediğimiz bir takım Anadolu hayvanlarını gösteriyor, yalnız Türkiye’ye mahsus manzara, kültür ve sanatı yayınlıyordu. Moğolistan’a ait olan bizim için çok yeni ve orijinaldi. Başkentleri olan “Ulan Bator” (Eski adı “Urga”) gökdelenlerle çadırların yan yana sıralandığı bir şehirdi. Moğol güreşleri seyrettik. Bizim Türkistan güreşlerinin aynıydı. Moğollar genellikle gürbüz ve boylu adamlar. Kora savaşında da komünist cephe askerleri arasında bulunan iriyarı Moğollardan gazeteler bahsetmişti. Fakültesinde Moğolca da okuyan Buğra bu yayını gördükten sonra ilerde Türkiye’nin Moğolistan elçisi olmaya ve elçiliği bir Kazak çadırında kurmaya karar verdi. Yemen’e ait olan yayında Yemenlilerin iptidailiğini bütün acılığı ile seyrettik. Yemenlilerle evli iki Alman kadınından birini de gördük. İkinci kadının filminin çekilmesine kocası izin vermemiş. Birinci kadının evini ve çocuklarını gösterdi. Bu Alman kadını kendi evine bir miktar medeniyet getirmişti. O kadar. Televizyon yayınları arasında polis, kovboy, spor, aşk filmleri, 10-15 yıl önceki filimler, bir de modern sanat denilen kepazelikler vardı. Bazı futbol maçlarını bütün tafsilatıyla seyrettik. Almanlar güzel futbol oynuyor. Paslar yerini buluyor. Yalnız yanındakine kısa pas vermek değil, bazen sağ haftan sol açığa uzanan ve yerini bulan paslar da veriliyordu. Almanlar takım halinde oynamakla beraber çok güzel çalım yapmasını da biliyorlar. Bu çalım bizimkilerin çalımlarından başka türlü bir şey. Bir defa da Avusturya’nın “Avusturya” takımı ile Sovyetlerin “Kiyef Dinamo” takımının maçını gördük. Ruslar çok kalleşçe oynuyorlardı. Tekmeler, arkadan çelme takıp düşürmeler gırla gidiyordu. Bir seferinde bir Rus oyuncusu kendisini yere atarak yüzü koyun yattı. Sözde kendisine faul yapılmış olduğu intibaını vermek istiyordu. Aldıran olmayınca birden bire sırtüstü döndü. “Beni gören yok mu” der gibi çevresine bakındı. Yine aldıran olmayınca yerden fırladı ve oyuna devam etti. Avusturya televizyonu bu numarayı iyi yakalamıştı. Ruslar hakkında hüküm vermek için birebir sahneydi. Televizyonda iki nokta dikkatimi çekti. Birincisi: Erkek ve kız spikerlerin yakışıklı ve güzeller arasından seçilmesi ve düzgün bir Almanca konuşması.. Bizim radyodaki kız spikerlerin güzellik derecesini bilemiyoruz ama Türkçe’yi yanlış konuşmaları ve “zarar”, “yarar” kelimelerinden ikinci hecelerini uzatarak “zararın ne kadar olduğu bilinmiyor” yahut “Kızılay yararına temsil verilecektir” gibi çok yanlış söyleyişlerle konuşmaları insanın “moralini” bozuyor. Kız spikerlerimizin sesleri ise hiç de güzel değil. Güzel sesli spiker olarak bir “Sevinç Yemişçi” Hanım var. İstanbul radyosunun parazitsiz olduğu akşam ve gece yayınlarında dinleyiniz. İnsan, kadın sesi olarak hep böyle ses işitmek istiyor. Türkçe’si de pürüzsüz. Şimdiye kadar, dilimize Fransızca’dan girmiş bir kelimeyi biraz yanlış söylediğini hatırlıyorum. Önündeki yazılı metni okurken şaşırmıyor, kekelemiyor. Ses tonunu çok güzel idare ediyor. Öteki kadın spiker ise.. Tanrı korusun.. Belli ki hep Amerikan kolejlerinde okumuşlar. 18 Kasım akşamı, saat 21’deki “24 saatlin olayları” haberinde, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın Azerbaycan Cumhuriyetini ziyaretini anlatan bayan spiker “Azerbaycan”ı “Azerbeycan” okuduğu gibi Sunay’ın karşılayıcıları arasında bulunan ve bültende şüphesiz “Iskenderov” imlâsı ile yazılan Azeri büyüğünün adını da yanlış Amerikan ağzı ile “İskendero” şeklinde “v” yi yutup “o” yu uzatarak okudu. Bu yanlış okuyuş bana yıllarca önce İstanbul’a gelen ünlü Alman Türkologlarından Prof. Spuler (okunuş: Şpûler) in radyoda tanıtılmasını hatırlattı. O zamanki bayan da İstanbul’a Prof. “Şapler” in geldiğini ilân etmişti. Yalnız İngilizce isimleri doğru okuyup (onun da doğruluğunu Tanrı bilir) öteki adları berbat etmenin mânâsı ne? Ya hepsini doğru okuyun, yahut hepsini Türk söyleyişi ile söyleyin. Televizyonda dikkatimi çeken ikinci nokta meteoroloji raporu sırasında gösterilen Almanya haritası oldu. Bu haritada yağmurlu, bulutlu, güneşli geçecek bölgeler yağmur, bulut ve güneşle gösteriliyor, her bölgenin gece ve gündüz ısı tahminleri termometreyle belirtiliyordu. Asıl mühimi, Almanya’nın savaştan önceki sınırları ile aksettirilmesiydi. Almanlar bütün yumuşak başlılıklarına, hatta resmî şahsiyetlerinin zillet derecesine varan davranışlarına rağmen yeni sınırları kabul etmiyorlardı. Almanya’da Almanlık ruhu yaşıyordu. Bunun bir örneğini 22 Eylül 1969 Pazartesi akşamı televizyondaki “Haça Karşı Gamalı Haç” adlı bir filimde seyrettim. Adına göre bunun Hitler ve Nasyonal Sosyalizm aleyhinde olacağı sanılırdı. Fakat öyle çıkmadı. Tarafsız, objektif bir röportaj niteliğinde kaldı. Filim, İkinci Cihan Savaşında Münster şehrinin başına gelenleri anlatıyordu. Münster, Almanya’nın kuzey batısında muhafazakâr bir Katolik şehri, Amerikan hava saldırıları ile yıkılmış manzarası gösteriliyordu. O zaman galiba 16 yaşında olan bir Alman kızının gizlice aldığı filim de yayına eklenmişti. Bugün o şehirde yaşayan Almanlar’dan birçoğunun hâlâ Hitlerci olduğu anlaşılıyordu. Bunlar, bazı yanlışlarına rağmen Hitler’in iyi işler yaptığını söylediler. Hele bir tanesi: “Ben Nasyonal-Sosyalistim. Fakat her şeyden önce Alman’ım. Almanya’nın üzerine bu kadar çirkef atan bugünkülerin Allah belâsını versin” dedi. O zaman gizlice filim çeken kızın bugünkü halini de gördük. Elli yaşlarında bir kadındı. Görmüş geçirmiş insanlara has sakin bir duruşu vardı, işgalde kendisine üç Amerikan askerinin tecavüz ettiğini söyledi. Spiker “bunlar Zenci mi idi” diye sorunca da “hatırlamıyorum, o zamana ait hiçbir şey hatırlamıyorum” diye cevap verdi. Yine gizlice çekilmiş bir filimde tutsak edilmiş Alman askerlerinin elleri havada olduğu halde sevk edilirken her iki taraflarında sıralanmış olan Amerikalılar tarafından yumruk ve tekme yağmuruna tutulduğu görülüyordu. Ben Amerikalıların bu kadar zebunküş ve kahpe olduklarını tasavvur etmemiştim. Fakat bu manzara gösterilirken spiker: “Batıda da hırsızlık ve ırza geçme çok oldu ama buna rağmen bu işler doğuda Ruslar’a tutsak düşmekten çok hafifti” diyordu. Filimin sonu ibret vericiydi. İkinci Cihan Savaşındakilerle bugünküleri resimlerle ölçüştürüyordu. O zamankiler siperlerde tarih yaratmak için çarpışıp ölüyorlar, tutsak düşüp tipi altında saatlerce bekletiliyorlar, fakat vakarlarını kaybetmiyorlardı. Spiker: “Şimdikilerse tarihten mahrum olmak için yaşıyorlar” dedi. Tarihsiz olmak.. Yani hayvan olmak.. Ekranda karşımıza karı kılıklı, saçı uzun, pis, yanşak heriflerle vesikasız, hayvan yüzlü genç orospular çıktı. Dondurmayı, bir köpeğin çanak yalaması gibi yalayarak yiyorlar, haysiyetsizce sırıtıyorlar, mukaddesatla alay ediyorlardı. Bu hayvansı heriflerin hakikilerini Münih’in “Şıvâbing” (Almanca yazılışı galiba Schwabing) denilen semtinin bir köşe başında da görmüştüm. Bir kısmı yere oturmuştu. Kimsenin onlara aldırdığı yoktu. Televizyon’un öğretici olması dolayısıyla değerlendirmeli, ailede huzuru kaçırmak gibi yönleri olduğu da unutulmamalı ve bunun mutlaka çaresi bulunmalı. Fenerbahçe-Galatasaray maçının televizyonda gösterileceği akşam liseli bir “amigo” ertesi günü matematik yazılısı olsa bile onu başka bir odaya sokup da dersini çalış demek zavallıyı mahvetmekten farksızdır. Hele aynı saatte bir futbol maçıyla bir aşk filimi gösterilecekse ve evde futbolcu bir oğlanla romantik bir kız varsa kopacak pandomimayı tahmin edebilirsiniz. Yakında Türkiye’ye de adamakıllı girecek olan televizyonu da radyo ve otomobil gibi bir felâket halini almaması için işin başından iyi düşünüp tedbirleri almak lâzım… Münih’e pek ânî gitmiştim. Fakat oradaki ırkdaşlarımız, yani Dış Türkler gidişimi keşfettiler ve doğrusu ardı arkası kesilmeyen ikramları, ziyafetleriyle beni çok mahcup ettiler. Onlardan bir Kazak Türkü vasıtasıyla Rusya’ya Rusya’daki her dil ve lehçeyle yayın yapan Hürriyet Radyosunu, sonra da Amerikalıların çıkardığı “Dergi” idarehanesini gezdim. Buradaki Kazak, Kırgız, Özbek, Tacik, Uygur, Azeri ve Kırımlı kardeşlerimizle tanıştım. Bazılarını İstanbul’dan tanıdığım ırkdaşlarımız bana üst üste şölenler ve toylar verdiler. Arada yalnız kımızla kazı eksikti. Kımız yerine nefîs Alman bira ve şaraplarını koyduksa da at sucuğu olan kazının yerini lezzetli Alman sucukları tutmadı. Bununla beraber Almanlar’ın et yemeklerinin çok güzel olduğunu kaydedeyim. Bu ziyafetleri çok defa yenge veya cengeler hazırladı. Diğer bazı Türkleri bizde “y” ile başlayan kelimeleri “c” ile söylüyorlar, “yer”, “yenge” onlarda, “cer”, “cenge” oluyor . “Yahşi” yerine de “caksı” diyorlar. Bizdeki “ş”ler “s” oluyor. “Baş” , “beş”, “pişirmek” Kazaklarda “bas”, “bes”, “pişirmek” diye söyleniyor. Kazaklar’dan birinin evdeşi Türkiyeli idi. Kazakça’yı öğrenmişti. Kazakların başkanı yerinde olan bir Batı Kazak Türkünün evdeşiyle Kazakça anlaşıyorlardı. Türkiyeli “cenge”nin beş yaşındaki oğlu babasıyla ve annesiyle hem Türkiye, hem Kazak ağzıyla konuşuyordu. Adı “Canıbey” idi ama aramızda “Batır” diye çağırır olduk. Çünkü bir ara bana Kazakça “batırmen” yani “ben batırım” demişti. Bu “batır” kelimesi Gök Türkler”deki “Bagatur”un bugün değişip kısaltılmış şeklidir. ‘Yiğit”, “Kahraman” demektir. “Bumun Kağan”ın kardeşi “İstemi Kağan “ın tam adı “İstemi Bagatur”dur. Bizim küçük Batır askerliği de şimdiden epey biliyordu. Türk usulü askerî selâmda benim yanlışımı çıkardı. Bu güzel saatler arasında bir de acı haber aldım ki onu da burada söylemeden edemeyeceğim: Bir Azeri ırkdaşımızın toyuna giderken onun samimi arkadaşı ve kader ortağı olan “Lâtif Elsever”i sordum. Lâtif Elsever, İkinci Cihan Savaşında Rus ordusundan Alman tarafına geçerek Mısır’a kadar sevk olunmuş, orada Osmanlı Hanedanı prenseslerinden Hibetullah Necla Sultan’ın diğer Türklerle birlikte yardımını görmüş, sonra İstanbul’a gelerek bir iş bulup çalışmaya başlamıştı. Fakat astım hastalığı çok rahatsız ettiğinden havası daha iyi gelen Ankara’ya nakletmişti. Bayramlarda mektuplaşırdık. İstanbul’a gelince uğrardı. Türkçü, ülkücü bir ırkdaşımızdı. Ötüken’e çok para yardımında bulunmuştu. Lâtif Elsever’i sorunca Azeri ırkdaşımızın yüzü ciddileşti: “Haberiniz olmadığını biliyordum. Üzmemek için söylememiştim. Lâtif geçen temmuzda kalpten öldü” dedi. Yaşı elliyi biraz aşkındı. Ölümünü 14 ay sonra öğrenebilmiştim. Bu satırlarla talihsiz ırkdaşımızın hâtırasına saygı ile anmış ve evdeşi olan Türkiyeli öğretmen hanıma taziyetlerimi bildirmiş oluyorum. Bu anış ve başsağlığı hem kendim, hem Ötüken ailesi adınadır. Bir de Kırımlı bir ırkdaşımızla olan bir konuşmadan bahsedeceğim: Bu konuşmada söz Alman askerlerine gelmişti. Sokakta birkaç defa gördüğüm Alman askerlerini beğenmediğimi söyledim. Bana, manevî olarak askerî yapıları sağlam değil gibi gelmişti. Kırımlı ırkdaşımız görüşüme katılmadı. Onları manevrada görmek lâzım dedi. O zaman bizim Ankara’daki Şaman’ın Diyarbakır’daki NATO manevrasından bahseden mektubunu hatırladım. Kendisi o manevraya yedek subay olarak katılmıştı. Manevra sonunda da geçit resmi yapılmıştı. Şaman “Türklerle Almanlardan başkasına asker denemez” diyordu. Sırıtarak, çiklet çiğneyerek resmi geçit yapan Belçikalılar, İngilizler, Amerikalılar sade Şaman üzerinde değil, seyirciler üzerinde de kötü tesir bırakmışlardı. Zaten bu Belçika devlet midir, yoksa büyük bir komandit veya limitet şirket mi? Hollanda ile Fransa arasında sıkışmış olan bu “devlet’teki insanların yansı Hollandalıların, yarısı da Fransızların dilini konuşur, dil yüzünden birbiriyle boğuşur, sonra “biz milletiz” derler. Millet olduklarına dair noter senetleri var mı? Yine Münih’e dönelim: Münih’teki Almanların öteki Almanlar’dan ne kadar farkı olsa da yine bütün Almanlar için insana fikir verebiliyor. Yukarda da söylediğim gibi Münih yalnız Münihliler’in değil, Almanya’nın her tarafından gelmiş insanların şehridir. Aralarında komünist cennetini bırakarak demirperde gerisinden kaçan cennet tepiciler de var. Benim Münihli bir profesör arkadaşımın bir asistanı Berlinli, biri Stutgartlı (Şıtutgart okunacak), Buğra’nın fakültesinde Sinoloji okuyan bir kız Stettin (Şitettin okunacak)li, yani Prusyalı idi. Sırası gelmişken söyleyeyim: Bu zehir gibi zeki kız tam bir Türk’e benziyordu. Çekikçe gözlü, koyu kumral saçlı, açık buğday tenli idi. Nükte yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Doğduğu yer şimdi Polonya sınırları içinde kalmıştı. Almanlar umumiyetle iyi ve terbiyeli insanlar. Hele eski Almanlar çok ciddî Kaba denilen Baviyeralıları ben kaba değil, babacan buldum. Memleketin düzeni iyi kurulmuş, O sayede işler yürüyor. Yoksa insanı şaşırtacak olaylar eksik değil. Meselâ şimdiki Alman Cumhurbaşkanı Heinemann (Hayneman okunacak) ın “milliyetçilik Alman gençliği için ayıptır” demesi, zannederim cihan tarihinde örneği olmayan bir incidir. Böyle bir söz Türkiye’de söylenemez. Milliyetçi olmayan insan ya beynelmilelci olur, ya da hiçbir şey olmaz. Heinemann belki de bu sözü, ikinci Cihan Savaşı sonunda Almanlar’dan büyük çoğunluğun düştüğü aşağılık duygusu tesiriyle söylemiş, yahut da bu sözlerle büyük bir siyasî gibi davrandığım sanmıştır. Fakat yeni Alman Başbakanı Willy Brandt (nasıl okursanız okuyun) hakkında hiçbir tevile imkân yoktur. Çünkü bu adam İkinci Cihan Savaşında, sırf Hitler’e düşman olduğu için, Norveç ordusunda Almanlar’a karşı savaşmış, kendi milletine silâh çekmiştir. Kendi milletine karşı savaşmanın gerekçesi ne olursa olsun bunun adı vatan ihanetidir. Demek ki bugün Almanya, milliyetçiliği ayıp sayan bir cumhurbaşkanıyla vatan haini bir başbakan tarafından idare edilmektedir. İşte bunun da Türkiye’de imkânı yoktur. Bizim yüzellilikler”in bir kısmı içtihat farkı sebebiyle Atatürk’e karşı cephe almışlardı. Buna rağmen bunlara vatan haini gözüyle bakıldı. Willy Brandt in Almanya’da başbakan olmasıyla Çerkeş Etem’in Türkiye’de başbakan olması arasında ne fark var? Fakat Alman milleti kültürü sağlam, tekniği ve ekonomisi kuvvetli olduğu için Almanya yıkılmıyor. Willy Brandt, Doğu Almanya denilen kukla devleti de tanıyacağını söyledi. Böylelikle Moskofların gözüne girerek iki Almanya’yı birleştireceğine inanıyor. Demek ki komünistlerin ne düzenbaz olduklarını bile anlayamamış. Tarih, ibretli bir masal kitabıdır. Bazen bir milletin kaderine hainler, budalalar, kuş beyinliler ve eşeksel kişiler de hâkim olabilir. Almanya tehlikeli bir ülkedir. Sosyalizm maskaralıklarının orada alıp yürümesi yarın Almanya’yı yeni gelişmelerin eşiğine atacaktır. Adolf Hitler durup dururken değil, büyük ve kültürel bir millete karşı İngiltere ve Fransa’nın ahmakça siyasetleri yüzünden ortaya çıkmıştı. Bugün de başka bir Adolf un, Adolf von Thadden’in başkanlık ettiği “Neonazi” denilen milliyetçi bir parti ortadadır. Geçen seçimlerde oyların % 2’sini, bu sefer % 4.3’ünü kazanan bu milliyetçi parti gerçi Alman seçim kanununa göre % 5 oranında oy toplayamadığı için devlet meclisine mebus sokamamışsa da eyalet meclisinde mebusları vardır. Görünüşe göre de kuvvetlenmektedir. Ben Münih’te iken 28 Eylülde yapılacak seçimler için kampanya açılmıştı. Televizyonda parti liderleri konuşuyordu. Konuşmalar seviyeliydi. Bülent Ecevit’in yahut Ahmet Er’in şaheser nutuklarına Taslanmıyordu. Hele Hıristiyan Demokrat Partisi Başkanı Kiesinger çok itidalli konuşan sempatik bir adamdı. Willy Brandt ise şiş yüzlü ve kısık sesliydi. Meğer alkolikmiş. Alkolik olmak ancak kendisiyle doktorları ilgilendiren bir konu ise de, kendi milletine silâh çekmiş bir adamı başbakanlığa getiren Sosyal Demokrat ve Hür Demokrat Partilerinin mebusları top yekûn Yassıada’ya gönderilmesi gerekli centilmenler olduklarını ispat etmişlerdir. Şüphesiz savcılığı da pek sayın Bay Ömer Egesel yapacaktır
  • Ufak meselelerle büyük dâvalar engellenemez. Türkçülük yürüyecek ve Türk ırkı muzaffer olacaktır. Tanrı Türk'ü korusun.
  • . 13 Eylül 1921 Sakarya Zaferi bir "Sath‐ı müdafaa" savaşıdır. Bir kahramanlık destanıdır. Sonuçları bakımından da çok büyüktür. Bu zafer yalnız Türkiye'de değil bütün Türk dünyasında sevinçle kutlanmıştır. .
  • Huzurun nasıl bir hazine olduğunu huzuru kaçmış, kaçırılmış olanlar iyi bilir.
  • TÜRK TARİHİ ARAŞTIRMALARI 20 Eylül 1971 tarihiyle Kültür Bakanı Talât S. Halman’dan resmî bir yazı aldım. Basılı olan ve başkalarına da gönderilmiş bulunan yazı aynen şöyledir: Sayın Nihâl Atsız, Kültür Bakanlığının yayın programından ilki, kültür eserleri konusunda üç yeni diziyle başlatılacak, bu dizileri, çeşitli kültür ve sanat dallarında yeni diziler izleyecektir. Öncelikle ele alman üç yayın dizisi şunlardır: 1- Türk Kültürü Kaynak Eserleri Dizisi: Bu dizide, başlangıcından 1923 yılına kadar Türkçe yazılmış, Türk tarihi, Türk edebiyatı ve Türk sanatına ilişkin Türk kültürünün kaynak eserleri, yeni kuşakların kolayca anlayabileceği bir dilde sadeleştirilerek yayınlanacak, gerekirse bu eserlerden seçmeler yapılacaktır. 2- Yabancı Dillerde Türk Kültürü Dizisi: Bu dizide yabancı dillerde yazılmış, Türk kültürü ile ilgili kaynak niteliğindeki eserler, dilimize çevrilerek yayınlanacaktır. 3- Cumhuriyetin Temel Eserleri Dizisi: Bu dizide, Cumhuriyetimizin ilânı tarihi olan 1923 yılından bugüne, temel eser niteliğindeki kültür eserleri yayınlanacak, Cumhuriyetin 50. yıl dönümüne kadar, bu diziden yüz kadar eser hazırlanmış olacaktır. Bu üç ayrı dizide yayınlanacak eserlerin seçilmesi konusunda fikir adamlarımız ve aydınlarımızın bize yardımcı olmalarını beklemekteyiz. Bu amaçla bir anket açmış bulunuyoruz. Yukarıdaki 3 maddede belirtilen dizilerde yayınlanmasını uygun bulduğunuz eserlerden istediğiniz kadarının (yazar adlarını da vererek) 3 ayrı liste halinde, Kültür Bakanlığı’na göndermenizi rica ederim. Türk kültürüne yapacağınız bu değerli hizmet için teşekkürler eder, saygılarımı sunarım. Talât S. Halman Kültür Bakanı Not: Cevapların en geç 10 Ekim 1971 tarihine kadar verilmesi rica olunur. *** 20 Eylül tarihli yazıyı 22 Eylülde aldığım, 10 Ekimde Kültür Bakanlığı’nda bulunması gereken cevabı da 8 Ekimde postalamaya mecbur olduğum için bu kadar geniş kapsamlı bir konu üzerinde bana ancak 16 günlük mühlet verilmiş demektir. Demek ki Bakanlık, cevaplarını düşünüp etüt edilerek değil de akla geldiği şekilde ve aceleyle yazılmasını uygun bulmaktadır. Hele yazının 3. maddesi olan “Cumhuriyetin Temel Eserleri Dizisi”, Kültür Bakanlığı’ndan bir şey beklememenin, bu işlerin gösterişten ileriye gitmeyeceğinin senedi yerindedir. Cumhuriyetin 50. yıl dönümüne kadar, yani önümüzdeki iki yıl içinde 100 kadar eserin hazırlanmasını istemek hesap bilmemenin, eser basımından gafil olmanın delilinden başka bir şey değildir, iki yıl 104 haftadır. 104 haftada 100 eser vermek için haftada bir eser çıkarmak lâzımdır. Bu eserlerin hazırlanıp Bakanlığa sunulmasına kadar da daha birçok haftalar geçeceğine göre 100 eseri piyasaya çıkarmak için 104 değil, belki de 70-80 hafta kalacaktır. Yani Bakanlık 100 metreyi 5 saniyede koşmak iddiasındadır. Bundan başka Cumhuriyet çağının 100 temel eseri yoktur. Çünkü bu 50 yılın büyük bölümü inkılâplar, siyasî buhranlar ve mücadelelerle geçmiş, eser yaratmak için gerekli sosyal ortam mevcut bulunmamıştır. Demek ki Bakanlık “yok” olan bir şey üzerinde “var”mış gibi mütalâa yürütmektedir. Cevabımı Bakanlığın gönderdiği kâğıtlar üzerinde değil de Ötüken yapraklarında vermemin sebebi şudur: Vaktiyle Demokrat Parti iktidara geçtiği zaman Millî Eğitim Bakanı olan Tevfik İleri de böyle büyük bir millî kültür serisi yayınlayacağını söyleyerek bütün lise öğretmenlerine basılı kâğıtlar göndermiş, millî kültür eserlerinin neler olduğunu, bunların ne şekilde basılabileceğini, bu işlerin en iyi kimler tarafından yapılabileceğini sormuştu. O zaman ben, büyük bir gafletle, bu işi ciddiye alarak günlerce uğraşmış, zaten evvelce hazırlığım bulunan bir konuda olması dolayısıyla millî kültürümüze ait ana tarih ve edebiyat kaynaklarını kronolojik olarak nevilerine göre sıralamış; hangisinin aynen, hangisinin sadeleştirilerek, hangisinin Arapça veya Acemce’den çevrilerek yayınlanabileceğini bildirmiş; her eserin kim veya kimler tarafından en iyi şekilde yapılacağını da kaydetmiştim. Bu, çok uzun bir liste olmuş, Bakanlığın gönderdiği matbu kâğıtlar yetmediği için tarafımdan da birçok kâğıtların eklenmesi gerekmişti. Sonra ne oldu? Hiç.. Çünkü parti hükümetleri ciddî işlerle değil, ıvır-zıvırla uğraşıyor, kendisine oy vermeyen Kırşehir’i ilçe haline getiriyor ve Millî Eğitim Bakanlığına kadar yükselmiş bir adam da daha 50 yıl iktidarda kalacaklarını söylemek gibi aklın kabul edemeyeceği hezeyanlar savuruyordu. O zamanki anket uygulanamadığı gibi bizim listelerin de atıldığı muhakkaktır. Yoksa Millî Eğitim arşivlerinde bulunması icap eder. Zamanla AP Hükümeti iş başına geldi. Daha akıllı iş görerek bunu anketle değil, bir komisyonla yapmaya karar verdi. Fakat burada da büyük bir yanlış yapıldı: 1000 Temel Eser’in, ikinci Beş Yıllık Plân süresince ortaya konulması kararlaştırıldı. Buna göre yılda 200 eserin basılması gerekiyor, bu da aşağı yukarı iki günde bir eser çıkarmak anlamına geliyordu. Fakat 5 yılda 1000 değil de 100 eser basılsa bile, türlü beynelmilelci ve vatan ihaneti aşılayan kitaplarla zehirlenen, Türklükten koparılan gençlerin bir kısmını olsun kurtarabilecek nitelikte olduğu muhakkaktı. Nitekim Orkun Yazıtları, Kaşgarlı Mahmut, Dede Korkut gibi ana eserlerle Türk milletine âdeta susadığı eserlerin verilmesine başlanmıştı. Fakat ne oldu? Birkaç solcu profesörün kışkırtmasıyla Millî Eğitim Bakanlığı bu seriyi durdurdu. Halbuki beklenen şey bunun durdurulması değil, aralarına bundan sonra bazı zayıf eserlerin karışmasını önleyecek tedbirlerin alınması, komisyonun kuvvetlendirilmesi ve eserlerin pek ucuz olan 5 liralık satış fiyatının çoğaltılmasıyla telif ücretlerinin biraz azaltılması sayesinde hazineye bir miktar gelir sağlamak olacaktı. Şimdi Kültür Bakanlığı 3 seri halinde yeni eserler bastırarak bu zararı gidermeye çalışıyor. Bu teşebbüsün de önünde sonunda akim kalacağını bildiğim için cevabımı kamuoyu önünde açıklamayı. Demokrat Parti zamanında boşuna giden ve meçhul kalan emeklerim gibi bunun da harcanmaması için Ötüken’de yayınlamayı uygun buluyorum. A) Bir kere teşebbüsünüz temelden yanlıştır. Çünkü Türk kültürünün kaynak eserlerini isterken bunun “yeni kuşakların kolayca anlayabileceği bir dilde” olmasını şart koşuyorsunuz. Yeni kuşakların seçkin bir küçük bölümü dışında kalanları 1000 kelimeyle konuşan gençler olduğu için bunların anlayacağı şekilde eser yazmak veya hazırlamak fikir ve duygu bakımından düşmek, alçalmak mânâsına gelir. Halbuki gaye onların seviyesine inmek değil, onları yukarıya çekip çıkarmak olacaktır ki, bu da eserleri alabildiğine sadeleştirmek, yani basitleştirmekle asla sağlanamaz. Bu “Bin Kelimeli Millet”, İngilizce yahut İspanyolca’yı bilmediği halde İngiliz, Amerikan ve Arjantin şarkılarını mükemmelen ırlıyor. Demek ki kendisine ait olanı da öğrenecek kabiliyeti var demektir. Öğrensin!.. Kültür dizisi dip notları ve açıklamalarla onlara kılavuzluk edebilir ve (malak), (buzağı), (tay), (sıpa), (küşek), (palaz) kelimelerini bilmeyerek ayı yavrusu, inek yavrusu at yavrusu, eşek yavrusu, deve yavrusu, kaz yavrusu diye işin içinden sıyrılan kültürsüz kuşaklar kendi dillerinin zenginliğim kendi kendilerini öğrenmek mecburiyetinde tutulur. Sınavlarda bunlara tümleç, özne, uydurmaları yerine “kısrak neye derler”, “boz ve kumral hangi renklerdir”, “hangi hayvanların yavrusuna enik denir”, “bıkmak, usanmak ve bezmek arasındaki farklar nelerdir” gibi sorular sorulur ve “dövüştürülmek”, “koşturulabilmek” gibi Türkçe kelimelerin Batı dillerinde, Arapça ve Acemce’de kaç kelimeyle ifade edildiği öğretilir, bir cümlede “fiil’i sona getirerek konuşmanın büyük bir zihin ve muhakeme üstünlüğü olduğu anlatılır, sözün kısası, dilin kutsal nesne olduğu beyinlerine işlenir. Bu sebeple Türk kültürünün ana kaynaklarının iki şekilde basılması düşünülebilir: 1- Çok sade Türkçe olduğu için aynen basılması gerekenleri (tabiî, lüzumlu açıklama notlarıyla). Anonim Osmanlı tarihlerinin; Âşıkpaşaoğlu, Oruç Bey ve Neşri tarihlerinin güzel ve akıcı dillerim aynen vermek gençlerde kendi dillerine karşı sevgi uyandıracağı gibi aralarında kabiliyetli olanları da dil ve tarih bilgini olmaya yöneltir. 2- Arapça-Acemce kelime ve tamlamalarla, çoğullarla karışık medrese nesriyle yazılmış eserlerden tarih ve biyografyaya ait olanların sadeleştirilmesi, ancak edebî nesir niteliğinde olanların transkripsiyonla basılarak bir zamanlar edebî nesrimizin aydınlar elinde ne hale geldiğini göstermek ve bunları anlar hale gelmek tarihî bir zarurettir. 3- Bir de Türkler tarafından telif edildiği için Türk kültürüne dahil bulunan, fakat Arapça veya Acemce yazılan tarih kitapları vardır ki bunları da bugünün Türkçesine (“ve de” siz, “ya da” sız bir dille) çevirmek şarttır. B) Yabancı dillerde Türk kültürüne ait pek çok eser yayınlanmıştır. Fakat şimdiye kadar bunların en mühimlerine kimse yönelmemiş, ikinci veya üçüncü derecedeki bazılarının tercümesiyle yetinilmiştir. Yabancı dillerdeki ana kaynaklarımızın en mühimleri şunlardır: 1- Doğu Türkistan’da yapılan kazılar sonunda Almanlar’ın bularak Berlin’e getirdikleri ve birçoğunu yayınladıkları metinlerle renkli resimler. Bunların çoğu İstanbul’daki Türkiyat Enstitüsü Kütüphanesinde bulunmaktadır. Türkiyat Enstitüsü Müdürü olan Prof. Caferoğlu Ahmet de bu işlerin uzmanı olup Kültür Bakanlığının maddî desteği ile bunların tamamını bizim Türkçe’mize çevirecek güçte ve kabiliyettedir. Caferoğlu, şimdiye kadar Uygur Sözlüğü, Anadolu Ağızları Örnekleri, Ebû Hayyân Sözlüğü gibi birçok ana eserler yayınlamış çalışkan bir Türk Dili bilgini olup bugün de çok mühim bir külliyat üzerinde uğraşmakta, vaktiyle Hüseyin Namık Orkun tarafından yayınlanıp tükenmiş bulunan eski Türk yazıtlarını, yani Orkun ve daha öncesine ait Türk metinlerini, aslı ve bizim Türkçemize tercümesiyle hazırlamaktadır. Bu, bir anıt olacaktır. Kültür Bakanlığı’nın profesöre başvurarak ne gibi yardıma ihtiyacı olduğunu sorması ve elinden geleni yapması Konya’da bölge tiyatrosu kurmaktan çok önce gelen bir görevdir. Türkiyat Enstitüsündeki eserlerde bulunan Uygur resimlerinin aynı nefasetle renkli olarak basılması milâdın 5-9. yüzyıllarına ait büyük sanat ve kültür eserlerini ortaya koyacak, bazı gençlerdeki aşağılık duygusunu silecek, Türkler’in yalnız savaşçı ve devlet kurucu değil, sanatçı millet olduklarını da ispat edecektir. Bir millet kendi geçmişinin övünçlerini bilmezse kaç para eder ve o milletin Kültür Bakanlığı bunları ortaya koymazsa ne işe yarar? 2- Kaşgarlı Mahmut’un Türkçe-Arapça sözlük şeklinde yazdığı, fakat içindeki tarih, dil, coğrafya, etnoloji, edebiyat ve folklor bilgileri dolayısıyla hazine değerinde olan Dîvân-ü Lugati’t-Türk’ü Türkçe’ye çevrilerek yemden basılmalıdır. Türk Dil Kurumu tarafından Besim Atalay eliyle yapılan tercüme tükenmiştir. Bundan başka bu yayın matbaa harfleriyle değil, teksir usulüyle yapıldığı için eserin şerefiyle denk düşmemiştir. Tabiî, yanlışları da vardır. Bunlar düzeltilerek, çok güzel bir baskı ile eser önce aynen çevrilip basılmalı, ikinci cilt olarak harf sırasıyla kelime endeksi yapılmalı, üçüncü cilt olarak da verdiği tarih, edebiyat, destan, kültür bilgileri üzerinde etütler yapılıp eser değerlendirilmelidir. Şunu da ehemmiyetle söyleyeyim ki bu gibi yayınlarda transkripsiyon harfleri kullanmak şarttır. Bu günkü harflerimiz Türkçe’nin ne bugünkü, ne de eski fonetiğini verecek güçte değildir. Özellikle “kapalı k” için “sağır nun” ve “hı=kh” harfleri, hattâ “kalın e” için ayrı bir işaret mutlaka lâzımdır. Bir milletin kültürü kolay alfabeye bağlı olsaydı İngilizler’in, hele Japonlar’ın bugün emekleme çağında olmaları gerekirdi. Türkçe’nin ilkel bir dil seviyesinden kurtulması içine bu üç dört harfin eklenmesi ve imlânın kesin şekilde tespiti lâzımdır. 3- Türk kültürü derken yalnız yetişmeye muhtaç gençleri değil, bütünü ile Türk milletini göz önünde tutmak gerektiği için, araştırıcı ve bilginleri de düşünerek faaliyette bulunmak icap eder. Bundan dolayı da Türk Tarihi’nin ana kaynaklarından olup hepsi de Farsça yazılmış bulunan “Cihangüşâ”, “Cami’ ü t’-Tevârih”, “Habîbü’s-Siyer” ve “Ravzatu’s-Safâ”nın profesörlerinden kurulu heyetler tarafından Türkçe’ye en doğru şekilde çevrilip en mükemmel şekilde basılması gerekir. Yine Türk Tarihi’nin klâsik kaynakları arasında girmiş bulunan, kısmen eski olmakla beraber, Fransız Deguignes, İngiliz Parker ve Rus Biçurin’in umumî Türk Tarihi’ne ait, Çin kaynaklarından da faydalanarak yazdıkları eserlerin uzman profesörlere tercüme ettirilmesi şarttır. Rusça’dan yapılacak çevirmeler için biraz acele etmek lâzımdır. Rusça’yı iyi bilen ve hepsi de Sovyetler elindeki Türk ülkelerinden olan bilginler zamanla azalmakta, yerli Türkler’den Rusça bilen çıkmamaktadır. Zeki Velidi Togan tabiî ömrüyle, Akdes Nimet Kurat trafik kazasıyla öldü. Rusça’yı iyi bilen bilginlerden Başkurt Abdülkadir İnan, Azeri Caferoğlu Ahmet ve Tatar (= Kazanlı) Ahmet Temir kaldı. Şu pek mühim olan Rahip Biçurin (Hiakent)in dört ciltlik eserini bu üç kişiye çevirtmek, bunların maiyetine genç ve çalışkan tarihçilerden birkaç yardımcı vererek eserlerin kısa sürede Türkçe’ye mal edilmesini sağlamak lâzımdır. Deguignes’in eseri vaktiyle Hüseyin Cahit tarafından Türkçe’ye eksik olarak ve oldukça eski bir dille çevrilmişti. Hüseyin Cahit tarihçi olmadığı için bazı yerleri iyi anlayamamıştı. Zaten tükenmiş olan bu tercümeyi yeni baştan tam olarak ve gerekli notlarla yapmak Türk kültürüne ve hele tarihine büyük hizmet olacaktır. 4- Osmanlı Tarihi’nin mühim kaynaklarından ve Türk tarihçiliğinin mühim eserlerinden iki tanesi, müellifleri Türk olduğu halde Arapça yazılmış olup bunların da Türkçe’ye çevrilmesi mutlaka lâzımdır. Biri “Cenabı” veya “Cennâbi’nin “El-‘Aylemü’z Zahir” adlı umumî tarihidir. Kendisi bu eserini Türkçe’ye de çevirmişse de tam değil, özet halindedir. İkincisi meşhur Müneccimbaşı Şeyh Ahmet Dede Efendi’nin umumî tarihi olan “Câmi’üd-Düvel” veya “Sahâyifü’l-Ahbâr”ıdır. Bu ikincisi Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın emriyle şair Nedim’in başkanlığında bulunan bir heyet tarafından Türkçe’ye çevrilmiş, hatta basılmışsa da tercüme pek acele yapıldığı gibi basımı da imlâ yanlışlarıyla doludur. Bu iki eser Osmanlı Türkleri’nin cihan tarihine bakışlarını göstermesi bakımından da ilgi çekicidir. Ayrıca bugün bazıları ortada bulunmayan kaynaklara dayanarak yazılmışlardır. Bu Arapça eserleri Türkçe’ye başarıyla çevirecek kimseyi de tavsiye edeyim. Vaktiyle lise tarih öğretmeni olup sonra Ankara’da, galiba ilahiyat Fakültesi’nde bir görev almış olan Nafiz Danışman, Arapçâ’yı da, Fransızca’yı da anadili gibi bilmektedir. Geniş tarih kültürü olduğu için de bu eserleri çevirecek kabiliyettedir. C) Türk tarihinin İslâmlık çağında vücuda getirilen sanat şaheserlerinin açıklamalı albümleri yapılmalıdır. Bazıları olağanüstü güzel olan minyatürler, tezhipler, cilt kapaklarındaki süslemeler, tahta ve taş oymaları, yazılar, mimarlık eserleri, basım tekniğinin son imkânlarıyla, renkli olarak büyük ciltler halinde basılmalıdır. Bu eserlerden liseliler, üniversiteliler, uzmanlar, bilginler ve meraklı her sınıf halk faydalanabilir. Bunları yaratmış milletin oğlu olmak gururu ruhlara siner. İslâmî çağın sade nesirlerinden en mühimlerini aynen (notlar ve açıklamalarla) bastırmak lâzımdır. Alişîr Nevâ-î’nin Muhâkemetü’l-Lugateyn’i hem Çağatayca’nın güzel bir örneği, hem de bir fikir eseridir. Bu büyük şair, Türkçe’nin Farsça’dan üstün olduğunu ispat etmektedir. Bunun Çağatayca aslı, Türkiye Türkçesine çevrilmiş şekli, açıklamaları ve kelime endeksiyle, hatta tam gramerini de yaparak basmak millî bir kültür borcudur. Bunu yayınlamakla 15. Yüzyılda Türkistan’da yaşamış bir şair, bilgin ve Türkçünün şahsiyeti ortaya çıkmış olacaktır. Bunu da Nevâ-î hakkında mühim bir külliyat yayınlamış olan Agâh Sırrı Levent’e vermek herhalde çok yerinde olacaktır. Yine Çağatayca’nın en güzel örneklerinden olan ve Ebülgazi Bahadır Han tarafından yazılmış bulunan Türk Şeceresi adlı eserlerin de yukarda işaret ettiğim metotla basılması mutlaka lâzımdır. Türkiye’de yazılan açık Türkçe nesirlerin başında, “Tevârîh-i Âli Osman”lar gelir. Bunlar arasında anonimler mühim yer tutar. Ayasofya Kütüphanesi’ndeki tek nüsha hepsinden eski ve mühimdir. Bunu da transkripsiyon, endeks ve grameriyle bastırmak şarttır. Aynı metotla Oruç Bey, Âşıkpaşaoğlu, Neşrî ve Lûtfi Paşa tarihleri de bastırılmalıdır. Bunların Türkçe’si çok güzeldir. Liseliler bile sıkıntısız anlar. Yalnız, bazı kelimeler ve gramer şekilleri üzerinde küçük açıklamalara muhtaçtır. Ç) Manzum eserlerimizin başında, Reşit Rahmeti Arat’ın yayınladığı Uygurca şiirlerden sonra Kutadgu- Bilig ile Atebetü’l-Hakayık gelir. Bunlardan biraz sonra da Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri yer alır. 11-12. Yüzyılların Hakanlı Türkçesiyle yazılmış olan bu eserleri aynen ve bizim Türkçemize çevrilmiş şekliyle, kelime endeksi ve grameriyle yayınlamak kültürümüzün ortaya çıkması, hatta dünya görüşü ve devlet felsefemizi anlamak bakımından şarttır. Bunlardan sonra “Sultan Veled”den başlayarak Anadolu Türkleri’nin manzumeleri gelir. Bu arada Âşık Paşa’nın bir fikir eseri de olan “Garibnâme” sini unutmamak lâzımdır. 15. Yüzyıl tarihçisi olan Enverî’nin, manzum tarihi olan “Düsturnâme”si, 16. Yüzyılın asker şairi olan Edirneli Nazmi’nin sırf Türkçe kelimelerle yazdığı Dîvân-ı Türki-i Basit mutlaka basılmalıdır. Bunların kelime endeksleri ve gramerleri hem tarihî gramerimizin, hem de tarihî sözlüğümüzün tedvinine yarayacaktır. D) Divan Edebiyatı diliyle yazılmış olan, fakat Batı Türk Edebiyatı’nın şaheserleri arasında bulunan birkaç divanın, yukarda belirttiğimiz metotlarla basılması mutlaka lâzımdır. Bakî, Fuzulî, Nedim ve Şeyh Galip bunlar arasındadır. Ahlâksız ve rezil Nefî’ye lüzum yoktur. Zâtı, Ahmet Paşa, Necâtî, Hayâlı gibi birkaç mühimi Divan Edebiyatı’nın bugünkü en büyük uzmanı olan Prof. Ali Nihat Tarlan tarafından yayınlanmıştır. Her ne kadar Fuzulî de onun tarafından kısmen basılmışsa da yeniden ele alınması lâzımdır. E) Türk kültür eserleri deyince Bakanlığın belirttiği gibi yalnız kelime hazinesi pek yoksul gençleri düşünmek doğru değildir.Hattâ bir bakıma onları kitaptan önce falaka ile kültürlendirmek daha doğru olur. Okuyup öğrenmek isteyen gençleri, genç ve kabiliyetli asistanları, araştırıcıları, meraklıları da tatmin edecek eserlere ihtiyaç vardır. Bu eserlerin başlıca nevileri tarihler, biyografyalar, menâkıbnâmeler ve manzum romanlardır (yani mesneviler). Kütüphanelerimiz Türk, bilhassa Osmanlı Tarihine ait çok sayıda ve çok değerli eserlerle doludur. Bir savaş olduğu zaman, İstanbul’un hava saldırısına uğraması ve kitaplarımızın harap olması ihtimali düşünülerek, böyle bir durum karşısında Anadolu’nun emniyetli yerlerine götürülecek kitapların listesi, vaktiyle Bakanlık buyruğu ile yapılmıştı. Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunduğum sırada bu görev bana verilmiş, ben de ilk hamlede emniyete alınması gerekli kitapların listesini hazırlayıp Kütüphane Müdürlüğüne vermiştim. Hatta gerektiğinde bu kitapların konacağı çelik sandıklar da hazırlanmıştı. Süleymaniye Kitaplığında 100 kadar kütüphane toplanmış olduğu için burası kitap sayısı bakımından yüklü bir yerdir. Hazırladığım listede şunlar vardı: Dünyada tek nüsha olan eserler. Dünyada çift nüsha olan eserler. Müellif yazısıyla olan eserler. Yazı bakımından nefis eserler. Minyatür bakımından nefis eserler. Tezhip bakımından nefis eserler. Cilt bakımından orijinal, eski ve nefis eserler. İstinsah tarihi bakımından çok eski olan eserler. Eski ve nadir basmalar. Kültür Bakanlığı Süleymaniye Kütüphanesi’ne başvurarak en değerlilerinden başlamak üzere bunları da bastırabilir. F) Osmanlı Hanedanı’nın resmî tarihleri olan şehnameci ve vakanüvis tarihleri derhal bir sistem içinde, dilleri sadeleştirilerek, ilmî şekilde basılmalıdır. Bunları yapmak hiç de kolay değildir. Tarih profesörleri için bile mühim ve gaileli meselelerdir. Fakat tarihimizin tedvini ve genç araştırıcıları bir de anlaşılması pek güç bir dilin batağından kurtarmak için bunların basılması şarttır. G) Mühim bir konu da biyografya eserleridir ve bunların başında Şakayık ve zeyilleri gelir. Bu “Şakayik” bir çiçek olmayıp “Şakayikü’n-Nu’mâniyye fi Ulemâil’d-Devleti’l-Osmâniyye” adlı, Osmanlı Devleti meşhurlarının tercümeihallerini vermiş olan ilk eserdir. Arapça yazılıp o zamanın ağdalı Türkçesine çevrilmiş, sonra çok zeyilleri kaleme alınmıştır. Hepsi ana kaynaklardır. Ağdalı dilin geveze tabiatı yüzünden pek şişkin görünmelerine rağmen gerçekte kısa eserlerde de sadeleştirmek ömür törpüsüdür. Fakat bilgin, şeyh, şair, müverrih vesaireden binlerce kişinin hal tercümelerini bildirdiği için vazgeçilmesi imkânsız hazinelerdir. Ayrıca şairlerin, sadrazam, şeyhülislâm vesaire gibi devlet ricalinin biyografisini veren başka eserler de vardır ki hepsinin sırasıyla ve sistemle basılması gerekmektedir. *** Sayın Bakan! Siz Bakanlığa geçer geçmez tiyatro ve baleden bahsetmeye başladınız. En sonra da bölge tiyatroları kurulacağını müjdelediniz. Halbuki tiyatro bir sanat değil pedagojidir. Sanat, tiyatro piyesi yazarının kalemine aittir. Piyesi oynayanlara sanatkâr deniyorsa da, “sanatkâr” yaratıcı demek olduğuna göre yaratılanı taklit etmenin yaratmak olamayacağı aşikârdır. Milletin fikir, ahlâk, kültür ve millî duygu bakımından gelişmesi için tiyatrodan faydalanmak şarttır. Fakat bunun için Türk müellifleri tarafından bu maksatla yazılmış tiyatro eserleri bulunması gerekir. Bizim tiyatrolarımız ise daha çok tercüme, bazen de adapte eserleri sahneye koymuştur. Şimdi tarafsız olarak düşünelim: Schiller, Goethe veya Shakespeare gibi büyük sahne eseri müelliflerinin piyeslerinden Türk milletinin faydası ne olacaktır? Doktor Faust’un olağanüstü maceraları Türkler’in gönlünü heyecanla çarptırır mı? Hamlet, bugün için gülünç bir sahne oyunundan başka nedir? Operalar, yani besteli konuşmalar günümüzün insanlarına acayip gelmiyor mu? Bunları tarihî değeri bakımından, müzelerdeki eski eserleri seyreder gibi, arasıra temsil etmek lâzımdır. Fakat bu bir edebî zevk işi değil, tarihteki oluşmanın merhalelerini merak etmenin ve öğrenmek istemenin neticesidir. Bundan başka şunu da hatırdan asla çıkarmamalıdır: Bir millete tiyatro eserleri diye durmaksızın tercüme eser seyrettirmenin tabiî sonucu “demek benim eserim yokmuş” diyerek o millette bir aşağılık duygusu doğurmak olur. Bölge tiyatroları açmadan önce tiyatro eserleri yazdırmak, fakat bunların jürisinde Türkçülük gözüyle seçim yapmak lâzımdır. Millî mukaddesatı yıkıp dili bozacak şekilde yazılmış eserlere oy verecek hainleri jüriye sokmamak şarttır. Vaktiyle bir ahlâk, zevk, kültür ve dil faciası olan rezilâne bir eser, hepsi de solcu olan jüri üyeleri tarafından birinci ilân edilmişti. Bu yüz kızartıcı esere rey verenler arasında Halide Edip de bulunuyordu. Bu, üzerinde dikkatle durulacak bir noktadır. Abdülhak Hâmit’in tiyatro şaheserleri pek de sahneye konacak gibi olmadıktan başka dil bakımından da pek çoklarınca anlaşılmaz. Fakat zamanın müelliflerinden Yusuf Ziya Ortaç ve Halit Fahri Ozansoy ile yaşayanlardan Faruk Nafiz’in, yenilerden Necati Sepetçioğlu’nun piyesleri Türk milletine sunulabilir. Bunlardan başka benim bilmediğim genç istidatları bulup çıkarmak, bunlara eser yazdırmak, tarihin büyük sayfalarını dile getirmek, yüce insanlık duygularını dalgalandırmak, böylece de Türk milletinin kültür ve ahlâkını tezhip etmek mümkündür. “Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü” son haftalarda “Malazgirt” ve “Büyük Hakan Alparslan” adlarında iki piyes yayınladı. Henüz okuyamadığım, biri manzum olan bu piyesler yarışma kazanmış oldukları için şüphesiz bir değer taşıyorlardır ve nihayet bunlar bizim eserlerimiz, öz malımızdır. Hamlet’ten, Makbet’ten, Sirano’dan daha sevimli, daha yakın ve daha güzeldir. Kültür Bakanlığı yalnız tiyatroya değil, yavaş yavaş tiyatroyu silen filmciliğe de el atmalıdır. Bugün Türkiye’de bir filmcilik ve değerli artistler olduğu muhakkaktır. Fakat yirmi yıl öncesinin imkânsızlıkları arasında yapılan filimler bugünkülerden daha güzeldir. Bugünküler, günümüzün maddeciliğine uyarak yalnız kazanç düşünülmek şartı ile hazırlanmış, tahrik edici, taklitçi, bayağı ve gayrı ahlâkî rezaletlerdir. Reklâm resimlerinde yalnız tabanca ve çıplak kadın. Filim isimleri de budalaca şeyler.. Tabiî bunları seyrede seyrede gençlerin seviyesi de düşüyor. Silâhlı soygunculuklarda bu filmlerin de tesiri olduğu muhakkaktır. Çünkü taklit, sosyal bir kanundur. Bundan dolayıdır ki bir zamanlar Doktor Fahrettin Kerim’in himmetiyle intihar haberlerinin gazetelerde yazılması yasaklanmıştı. Filmlerin seviye düşürmesini önlemek, aksine filimi milletin yükselmesi ve edebî zevki için vasıta kılmak üzere filmciliğin devlet eline geçmesinin yollarını aramalıdır. Filmlerin bugünkü konusu olan aile ihaneti, kadın iffetsizliği, haydutluk, kan dâvası gibi aşağılık şeyler kaldırılarak bunların yerini erdem, iyilik, kahramanlık, fedakârlık, yurt sevgisi gibi asil duygular almalıdır. Millî ruhu şahlandırmak için tarihî filimler en iyi vâsıtadır. Türk tarihinden, gerçeklere sadık kalınarak alınacak parçaların sinemalarda gösterilmesi yıllardır üstümüze çökmüş olan kâbusu atmaya yarayacaktır. Bizde ilk yapılan tarihî filimler oldukça başarılıydı. Bu son yapılanlar bir maskaralıktır. Türk yiğitleri dövüşürken havada takla atmaz. Amerikan filmlerinde olduğu gibi, her biri sığır devirecek yumruklarla dakikalarca düşe kalka dövüş olmaz. Şimdi bunlar yapılıyor. Türkler’e acayip kılıklar giydiriliyor. Amerikalıların maskaralıkları bize de uygulanıyor, sözün kısası Türk filmi olmaktan çıkıyor. Eski çağlarda kadın çok serbest olduğu, halde Türk kızlarının çıplak olarak erkekler önünde şehevi raks yapması gibi bir olay yoktur. Hacı ağaların zevkini tatmin için böyle sahneler icat ediliyor. Rejisörler Türk tarihini ve geçmişini hiç bilmiyor. Sözde tarihî filim diye “Bozkurtlar Geliyor” ve “Bozkurtların Öcü” adında iki filim çevrilmişti. Bunlardan birini dört kişi birden seyrettik. Konu benim iki tarihî romanımdan, “Bozkurtların Ölümü” ile “Bozkurtlar Diriliyor” dan alınmış daha doğrusu çalınmıştı. Biraz değiştirmişler, iki romanı birbirine karıştırmışlar; konuyu da, eseri de, tarihî kahramanları da, tarihi de rezil etmişlerdi. Çağdaş olmayan Gök Türklerle Alanlar savaştırılıyordu. Koca Türk Kağanı, teneke kalkanlı sekiz kişiyle yola çıkıyordu. İkinci romanımdaki “Deli Ersegün” adlı kahraman burada Hacivat kılıklı bir maskaraya çevrilmişti. Halbuki aslında bu iki roman tarihe titizlikle sadık kalınarak düzgün Türkçe ile yazılmış, âdeta destan gibi kaleme alınmış eserlerdi ve bugünkü Türkçü gençliğin yetişmesinde çok büyük rol oynamıştı. Romanları okuyan bir Doğu Türkistanlı bana Türkistan’ı görüp görmediğimi sormuş, gören birisi tarafından yazılmışa benziyor demişti. Kültür Bakanı olarak size teklif ediyorum. Nezaretimde olmak şartıyla bu romanları filme aldırın. Telif hakkımı donanmaya ve hava kuvvetlerini güçlendirme vakıflarına ebediyen armağan edeceğim. Başaralı olunmak şartıyla bu filimler gösterildiği zaman Türkiye’de yer yerinden oynayacak ve tarihî roman yazacak kabiliyetler kendini gösterecektir. Yalnız, kalabalık atlılar için Türk ordusunun yardımı şarttır. Tarihî İngiliz tümlerine yardım eden Türk ordusunun Bozkurtlara yardımını esirgeyeceği düşünülemez. Abdülhak Hâmit’in piyes olarak yazdığı “İlhan”, “Tarhan”, “Tayflar Geçidi”, “Ruhlar” ve “Arzîler” adlı birbirinin devamı olan eserler de millî, ahlâkî ve felsefî bakımdan birer şaheserdir ki filime alınması büyük bir başarı olacaktır. Bir kısmı dünyada, bir kısmı ahrette ve ruhlar âleminde geçen bu eserleri (ki Hâmit beşine birden “Kambur” ortak adını vermiştir) filime çekmek, çekebilmek bir sinema hârikası olacaktır. Bu eserler de Hâmit’in dehası ve milliyetçiliği fışkırmaktadır. Bunları gördükten sonra da Shakespeare’in mi, Hâmit’in mi daha üstün olduğu anlaşılacaktır. Bu eserler hakkında hüküm vermek için derhal bulup okumanızı, yetişme tarzınız bakımından anlayamayacağınız bazı bölümlerini erbabına sorarak künhüne varmanızı tavsiye ederim. Safiye Erol’un “Ciğerdelen” adlı romanı da dehanın yanından sıyrılıp geçen çok kuvvetli bir eserdir ama rezilâne solcu eserlerin furyası arasında kaynayıp gitmiştir. Sinema için en iyi eserlerden biri de budur. *** Kültür Bakanlığı, Türk milletinin kültürünü koruyup yükseltmek için yukarda bazen adlarıyla, bazen top yekûn saydığım eserleri bastırmadan önce, bu eserleri okuyacaklara hazırlık niteliğinde olmak üzere bir seri eser çıkarmak mecburiyetindedir. Kısa, düzgün Türkçeli, bol harita ve resimli, iyi baskılı olmak üzere liseden başlayarak daha yukarı seviyelere kadar hitap edecek bu eserler şunlar olmalıdır: Başlangıçtan günümüze kadar Türk Tarihi (Türk Tarihi ayrı devletler halinde değil, bütün halinde gösterilecek, birbirinin devamı olduğu belirtilecek, aynı zamanda birden fazla devletin bulunması fetret çağı olarak değerlendirilecek, sınır değişiklikleri, devletin büyümesi veya küçülmesi gibi olaylar için ayrı haritaları olacak, eski resimlerdeki Türk tipleri, sanat eserleri canlandırılacak, icabında temsilî resimler konacaktır). Bugünkü Türkler’in durumunu gösteren bir kitap. Haritalar, resimler, istatistiklerle, dil örnekleriyle Sovyetlerde, Çin’de, İran’da, Afgan’da, Irak’ta, Suriye’de, Balkanlar’da, Kıbrıs-Rodos ve başka yerlerdeki Türkler’den bahsedilecektir. Türkiye Türkleri soydaşlarını tanıyacak, 30 milyonluk değil, 70­80 milyonluk büyük millet olduğunu öğrenecektir. Türk medeniyet tarihim gösteren bir cilt edebiyat, resim, mimarlık, müzik, heykel, süsleme sanatlarını alacak, renkli resimlerle bezenmiş büyük bir cilt. Türk dili tarihi, tarihî gramerleri ve bugünkü grameri lehçeleri hakkında bir cilt. Türk folkloru hakkında bir cilt. Anonim şiirler, atasözleri, inanç ve âdetler, giyim-kûşam, yemekler, ev eşyaları, törenler hakkında bir cilt. Türkiye ve sınırlarımızı dışında kalmış Türk elleri hakkındâ birer cilt. Coğrafya biliminin türlü konuları üzerinde bilgiler. Tasavvuf ve tarikatlar hakkında kısa ve özlü bilgiler veren bir cilt. Türklerin girdiği dinler (Şamanlık, Manihaizm, Budizm, Hıristiyanlık, Musevîlik, Müslümanlık) hakkında sağlam bilgiler veren bir veya birkaç cilt. Türkiye’nin iktisadiyatı ve iktisadî geleceği hakkında bir cilt. Uzay bilgisi, yıldızlar âlemi, başta ay olmak üzere yıldızlar hakkındaki bilgiler ve teoriler, aya yapılan yolculukların öğrettiği müspet bilgiler. Çekirdek bilimi hakkında herkesin anlayacağı bir cilt. Dünya coğrafyası hakkında, devletlerin bizimle olan ilgilerine başta yer verilmek üzere birkaç ciltlik bir seri. Madde ve kuvvet hakkında son bilgilere dayanan bir cilt. Çok mühim bir konu haline gelen ekoloji hakkında bir cilt. Dünyanın iktisadî ve sosyal durumu halanda bir cilt. Dünyadaki hayvanlar hakkında büyük bir cilt. Dünyadaki bitkiler hakkında büyük bir cilt. Madenler, özellikle petrol, kömür, demir, uranyum gibi stratejiklerine fazla yer veren büyük bir cilt. Dünyadaki siyasî ve iktisadî cereyanlar hakkında, tenkitleriyle birlikte bir cilt. Bunlara birkaç başka eser de katılabilir. Fakat bugün başlansa bile yıllarca sürecek olan bu çalışmaların uzamasından bezginlik duymadan şimdiden bir program yaparak çalışmalı ve çalışmalar yapılırken, saydığım eserler tamamlanıncaya kadar boş durmamak için de, yine millî kültürümüze ait olup da hazır olan şu birkaç eseri Kültür Bakanlığı derhal bastırmalıdır: Temir ve Oğulları Tarihi: Merhum Prof. Zeki Velidi Togan’ın belki de en mühim eseri olan bu iki ciltlik tarih, ölümünden sonra, tarih öğretmeni olan evdeşi Nazmiye Togan Hanım tarafından daktiloya çekilerek basıma hazır hale gelmiştir. Temirliler çağı Prof. Togan’ın en iyi bildiği zamandır. Yalnız merhum Profesörün Türkçe’si hayli çetrefil olduğu için bu eserin basımdan önce Türkçe’yi ve Temir çağını bilen bir öğretmen veya profesör tarafından görülüp dil sürçmelerinin düzeltilmesi gerekir. Manas Destanı: Kırgız Türkleri’nin destanı olup Karahanlılar çağının hâtıralarını sakladığı söylen, fakat bütün destanlar gibi birçok zamanın izlerini yansıtan bu büyük destandan seçmeler yapması Prof. Abdülkadir İnan’a ısmarlanmıştı. Bu seçmeler “1000 Temel Eser” arasında yayınlanacaktı. Bu seri durdurulduğuna göre bunu da Kültür Bakanlığının ele alması ve seçmeler şeklinde değil, tamamını bastırması çok yerinde olur. Bugün bu destanı Abdülkadir İnan’dan daha iyi anlayıp mânâlandıracak değil yalnız Türkiye’de, bütün dünyada, hatta Kırgız Türkleri arasında bile kimse yoktur. Yaşlı ve gözleri pek iyi görmeyen Abdülkadir İnan’a yardımcılar bağlanarak bu ana eserin bir an önce çıkarılması millî bir hizmet olacaktır. Eski Türk Yazıtları: Türk dilinin en eski yadigârları olan Yenisey ve Orkun yazıtlarının Prof. Caferoğlu Ahmet’in toplu olarak ele almakta olduğunu yukarda söylemiştim. Bugün Türkiye’de bu işi ondan daha ehliyetle yapacak kimse yoktur. Almanya’da da olsa olsa bir Von Gabain vardır. Büyük ve yorucu bir iş olan bu işte profesöre yardımcılar ve imkânlar sağlayarak en doğru şekilde basılması, Kültür Bakanlığı’na şeref verecek büyük bir hizmet olacaktır. İstanbul İktisat Fakültesi Sosyoloji kürsüsünde bir Profesör Fındıkoğlu Z. Fahri vardır. Pek çok yayını olan, fakat gösterişi sevmediği için gereğince tanınmayan bu profesör yıllardan beri Türkiye’nin sosyal konuları üzerinde çalışmakta, türlü yayınlar yapmaktadır. Bir de Türkçe’de soyadlarının küçük addan önce gelmesinin doğru olduğunu söyleyip bu uğurda hayli mücadele ettiği için Türkiye’de pek çok kimse uydurma soyadlarının bırakıp “oğlu” ile biten gerçek soyadlarına dönmüşler, yani Fındıkoğlu bir bakıma Türk hayatına büyük tesir yapmış kimsedir. Bir zamanlar da, hani şu Hasan Ali’nin Maarif Vekili olduğu zamanlarda, bakanlığın başka işi kalmamış gibi, Hasan Âli, o zaman doçent olan Fındıkoğlu’na resmî yazı göndererek soyadını başta kullanmamasını istemişti. Fındıkoğlu yıllardan beri adlan ve soyadlarını toplayarak da bir etüt hazırlamaktadır. Bu konuda vardığı sonucun ilmî bir eser halinde kendisinden istenmesi ve soyadı meselesinin tarihî seyri üzerinde bir eser yazmasının teklifi çok yerinde olur. Bundan başka Fındıkoğlu, Türkiye’de Ziya Gökalp’ı en iyi bilen ilim adamıdır. Bu konuda Türkçe ve Fransızca eserleri vardır. Türk sosyoloji tarihi bakımından Ziya Gökalp’ı yeniden ele alarak bir eser yazdırılması millî kültürümüze ve Türk milliyetçiliğine en büyük hizmetlerden biri olacaktır. On iki ciltlik Türkiye Tarihi ile Türkiye’de ve dışarıda haklı bir şöhret kazanan Yılmaz Öztuna’nın şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün hükümdar hanedanları hakkında hazırlanmış bir eseri vardır. Halil Edhem’in “Düvel-i İslâmiyye” adlı eseri nev’inden olan, fakat onun gibi yalnız İslâm sülâleleriyle yetinmeyip diğer dinlerdeki sülâleleri de alan bu eser, tarih araştırmaları yapan herkes için başlıca müracaat kitaplarından biri olacaktır. Kendisinden bu eserin alınarak, tabiî kendisinin nezaretinde basılması pek büyük bir boşluğu dolduracak, Kültür Bakanlığı’na da adına yakışır bir görev yaptırmış olacaktır. *** Sayın Bakan! Kültür nisam takmaya Muhsin Ertuğrul gibi komünizmi göklere çıkarmış biriyle başlamanız çok kötü tesir bıraktı. Bu bir indîlik, keyfilik, haksızlıktır. Türk kültürü tiyatro ile başlamaz. Kültür; dil, din, tarih, gelenek, edebiyat, sanat, tören, giyim ve göreneklerin bütününden ibarettir ve tiyatro yabancılardan gelen bir müessese olduğu gibi bugün millileşmiş diye kabul edilse bile en sonralarda akla gelmesi gereken bir unsurdur. Niçin Karagöz ile Orta Oyunu aklınıza gelmiyor da önce tiyatroyu düşünüyorsunuz? Neden aklınıza cirit, okçuluk, binicilik, kılıç gelmiyor da bale geliyor? Niçin erkek oyunu olan Zeybeğe el atmıyorsunuz da kız oyunu olan baleye yöneliyorsunuz? Konuşmalarınızda durmadan hümanizmadan bahsetmeniz Amerikan kültürüyle yetişmiş olmanızdan mı doğuyor? Unutmayın ki kültürler hümanist değil, millîdir. Birbirinden hırsızlık da ederler. Meselâ Yunanlılar bizim Karagözü, Bulgarlar yoğurdu çalarak Batıda kendi icatları diye göstermeye çabalıyorlar. Hümanist olmak kendisini başkalarıyla, başkalarını da kendisiyle eşit görmek, onu da kendi milleti kadar sevmek, artık bir daha düşmanlık olmayacağına inanmak gibi bir hayaldir. Siz Moskof’u ve Yunanlı’yı da sever misiniz? Bunlarla bir daha savaşmayacağımıza yürekten inanıyor musunuz? Japonya’da atom bombaları patlatan Amerikalıları insaniyetçi sayıyor musunuz? İnsanları ve milletleri hayvan gibi kullanan komünist ülkelerin “halk demokrasisi” teranelerinde bir zerrecik hakikat buluyor musunuz? Hümanizmle afyonlaşmış bir milletin, saldırıya uğradığı zaman bir Çanakkale, hatta bir Sakarya, hatta bir Kunuri Savaşı yapabileceğine güveniniz var mı? Birkaç saatime mal olarak hayatımı birkaç saat kısaltan bu cevabımın da vaktiyle Demokrat Parti’ye verdiğim cevap gibi heba edilmemesi, edilememesi için Ötüken’in zaten az olan sayfalarından birkaçını gasp ederek açıkça yayınlıyorum. Bunu ehil kişilere göstererek doğru ise mucibince davranınız. Yalnız şu var: Millî duygu ile yazılmış bu cevabımı inceleyeceklerin solcu, nurcu, halk partili, mason ve devşirme dölü olmamalarına dikkat etmenizi, hattâ inceleteceğiniz kişilerin böylelerinden olup olmadıkları hakkında uzman olarak bize danışmanızı saygılarımla rica ederim. Ötüken, 1 Kasım 1971, Sayı: 12

Makaleler 4 İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Arasına birçokça şeylerin girdiği bu kitabı sonunda bitirdim. Toplasanız 2.5 günde okudum makalelerin tamamını. Hüseyin Nihâl Atsız Bey tarafından; dergilerde yazılmış, konferanslarda söylenmiş sözlerin oluşturulduğu, Türkçü fikrin manifestolarından biridir. Her konu hakkında, öneriler ve 'Gözlem' ler vardır bu kitabın içinde. Geçenlerde, Ekşi Sözlük adlı sosyal medya platformunda Atsız hakkında yazılara denk geldim. Kafatasçılığa tamamen karşıt olmasına rağmen "Allah'ın kafatasçı faşisti", kadınların her alanda biz erkeklerle olmasını ve çalışmasını isteyen, Türk kadınının yüksek mevkide olduğunu belirten Atsız'a yine "Kadınların öğretmen olmasına karşı bir yobaz!" ve benzeri ve benzeri binlerce şey denilebilen bir platform hâline gelen Ekşi Sözlük'te halen ilk primatlar seviyesinde kalmış, eline bir kitap alıp okumamış, ırkçılığı Hitler'in yahudi katletmesiyle bir tutup Enver Paşa'ya" Macerasever bir salak! " diyebilen ahmakların bulunması, ülkenin eli boş kalan gençlerinin tek bir bilgi bile öğrenmeden her şeye cahilce ve yobazca saldırması ülkemiz ve gençliğimiz için gayet kötü bir durum. Önündeki tek kaynak elinde bulunan ve başkalarının girip kendisine benzer şekilde yazı yazdığı sosyal medya platformu olan bu cahil yobazlar sürüsü, "Ulan biz bu adamlara sallıyoruz da, acaba ne diyorlar?" diye bir kere merak edip sormamış ahmaklar çetesinden başka bir şey değildir. Bir şeyleri eleştirebilmeniz için, eleştireceğiniz şeyin hakkındaki bütün her şeyi bilmelisiniz. Ve ona karşı sunacağınız fikri de belirtmelisiniz. Önce o fikri çürütüp sonra kendi fikrinizi ortaya koymalısınız. Aptalca ithamlarda bulunarak en ahmak sayabileceğiniz adamların bile kapısından geçmeyeceği terbiyesiz ve ahlaksız fikirlerle insanların hayatlarını, onurlarını, haysiyet ve şereflerini lekelemeye hakkınız bulunmamaktadır. Siz şerefsiz olabilirsiniz ama "Şerefli insanların tavizi yoktur. Şerefin tavizi olmaz." Her Türk gencinin Türklük şuuruyla büyümesi için okuması gereken bir eser olarak görüyorum. Esenlikler. (ilteriş kağan)

Atsız'ı ergenlerin elinden kurtarmalı!: Atsız Türk tarihinde gençlere ulaşabilen belki en kudretli müverrih fakat bunun kötü bir yansıması da oldu... Bunlara her gün rastlıyoruz, sadece Atsız'ın macera romanlarını (Bozkurtlar) okuyup, devamında haddini aşarak kendisini ikinci Atsız olarak takdim edip ishal olmuş gibi eser veren yazar(!) A. Haldun Terzioğlu'nun kitaplarıyla fikri gelişimini erkenden durduran bir kısım çocuklar o seviyede kalıyor ve senelerce üzerine hiçbir şey koymadan sloganla 40 yaşına kadar varabiliyorlar. Bu çok acıklı aslında... Seneler sonra Atsız'ın kitaplarda basılı olan bütün makalelerini tekraren okudum ve yukarıda bahsini ettiğim bu tiplere bir kere daha kızdım. Atsız araştırıyordu, her günü kırk asrın içinde geçiyor Şu'lardan, Kun'lardan Osmanlılara kadar kesintisiz bir tarih akışı görüyordu. Herkes milliyetçiliğe önce hisle başlar fakat ona fikri bir yön veremezse hisleri his olarak kalır ve hayatın silleleriyle beraber o hisler de bir gün silinip gider. Atsız milli şuur için temel kaidelerden biridir belki ilkidir ama teki değildir. İşte Atsız'ın makalelerinde görüyoruz Akçurayla oturup konuşmuş, Gökalp’ın tüm eserlerini okumuş, Alaşçı Mustafa Çokayla, Anadolucu ve hatta bacanağı Mehmet Kaplanla, Ordinaryüs Ali Fuat Başgille, Nurettin Topçu ve daga sayamadığım nicesiyle kalem kavgasına tutuşabilecek kadar Türk,Anadolu, Asya tarihlerine hakim olmuş fakat peşinden gittiklerini iddia edenler aynı zorluğu göğüsleyerek Atsız'ı aşmaya çalışmak yerine slogan atmakla, parti patırtı kavgalarıyla vakit geçirmiş. Bu en büyük sorundur. Son söz yerine; Atsız'ın makalelerini Atsız'ın bilgi derinliğini görmek adına okuyunuz, mutlaka okuyunuz. (Ömer Aybars)

Kitabımız, adını artık herkesin duyduğunu düşündüğüm Türkiye Başbakanı Mehmet Şükrü Saracoğlu adına yazılan yazılarla başlıyor ki tamamen milliyetçi yazılar olduğunu da haricen belirtmeye gerek yok.  Bu kitabın benim için en büyük kazançlarından birisi de Alparslan Türkeş’in yazdığı 9 Işık Doktrinin, Nihal Atsız’dan esinlenmesi olduğunu öğrenmektir. Zaten bu iki büyüğümüzün de biz Milliyetçi cephe için öneminden burada bahsetmek manasız olur. İki büyüğümüze de Allah’tan rahmet diliyoruz. Kitabımızda farklılık olarak bir şey yok mu ? Yani sürekli yayınlanan makaleler hep aynı kapıya mı çıkıyor gibi sorular olabilir. Normaldir. Ancak burada Selim Pusat imzası taşıyan makaleleri ve Selim Pusat isminin nereden tanıdık geldiği soruları olabilir. Ruh Adam romanında kendisiyle özdeşleşen bu karakterle tanışmış olanlarınız vardır. Bu kitapta bunun haricinde biraz daha milli meselelerde siyaset tarzı güdülmüş. Biraz daha siyasete yakın olunmuş, artık işlerin sadece konuşarak veya yazılarak değil Siyaset alanında yapılması görülmektedir. Bunun en akılda kalıcı kanıtlarından birisi de İngiliz Kraliçesine, Atsız’ın yazdığı sorundur. Bu sorunu koca memlekette çözecek adam kalmadığından çok güzel bir mesaj (!) ile Kraliçe huzuruna göndermiştir. Mevzu bahis bir ‘Doktor’ ve ‘Yapılması Gereken İş’ üzerinedir. Bir de Atsız’ın, Almanya gezisi var ki yüzümüzü gülümsetiyordu. Almanya’nın şehir yapılanması ve Millet olarak şehirciliğe verdi önem daha o dönemden belli oluyor, metro yapımından bahsolunuyor (1969 galiba yanlış değilse yıl olarak), ‘Otoban’ ismini ‘Autobahn’ şeklinde kullanıyor (tabi o dönem düzgün yol yokmuş), asansörler ve en garibi de kesintisiz akan sıcak ve soğuk sular bizlere zamanın kıymetini bilmeyi ve ülkenin geçirdiği zor şartları acı bir şekilde gülümseterek anlatıyordu. Geldik son kitabımızın da sonuna. Açıkçası Atsız okumak her ne kadar şimdiki devirde zor gelse de bazı fikirleri kavramak ve gelişen olayları yıllar sonra bile anlamak ayrıca halen devam ettiğini görmek açısından da çok mühim. Kesinlikle hem Tarih öğrenmek hem de geçmiş ve geçmişte yaşananlarla yüzleşmek için harika bir eser. Bu konulara ilginiz varsa ki bir Türk Genci olarak mutlaka olmalıdır, en azından kimin ne olduğunu ve ne yaptığını görmek açısından okumanızı rica eder, hayırlı geceler dilerim.. (Sadık Kocak)

Makaleler 4 PDF indirme linki var mı?

Hüseyin Nihal Atsız - Makaleler 4 kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Makaleler 4 PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.

Kitabın Yazarı Hüseyin Nihal Atsız Kimdir?

Hüseyin Nihal Atsız (12 Ocak 1905; Kadıköy, İstanbul - 11 Aralık 1975, İstanbul), Türk yazar, şair, tarihçi ve ideologdur. Nejdet Sançar'ın ağabeyidir. Yağmur Atsız ve Buğra Atsız'ın babasıdır. Rıza Nur'un mânevi oğludur.

Kendisini Türkçü ve Turancı olarak tanımlar.

Atsız'ın babası Gümüşhane'nin Torul kazasının Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon'un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey'in kızı Fatma Zehra Hanım'dır. Mehmet Nail Bey'in ilk eşinden üç çocuğu olmuştur. 12 Ocak 1905'de Hüseyin Nihal (Atsız), 1 Mayıs 1910'da Ahmet Nejdet (Sançar) ve Aralık 1912'de Fatma Nezihe (Çiftçioğlu) dünyaya geldi. 1930 yılında ilk eşinin damar sertliğinden vefatı üzerine Mehmed Nail Bey, 1931 yılında yeniden evlenmiştir. İkinci eşinin adı da Fatma Zehra'dır. İkinci eşinden 1932 yılında Necla (Çiftçioğlu) adlı bir kızı olan Mehmed Nail Bey ikinci eşiyle geçinememiş ve iki yıl sonra ayrılmıştır.

Hüseyin Nihâl Atsız, 12 Ocak 1905'te İstanbul Kadıköy'de doğdu. İlköğrenimini Kadıköy'deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askeri Tıbbiye'ye yazıldı. Atsız, yükseköğrenim çağına gelip Askeri Tıbbiye'ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Ziya Gökalp'in cenaze töreninin yapıldığı günün gecesi Türkçülük fikrine karşı öğrencilerle kavga ettiği ve daha sonrasında ise aralarında bir takım problemler geçen Arap asıllı Bağdatlı Mesut Süreyya Efendi adlı bir mülazım (teğmen)'a selam vermediği gerekçesi ile 4 Mart 1925 tarihinde 3. sınıf talebesiyken Askeri Tıbbiye'den çıkarılmıştır. Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi'nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları'nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yapmıştır.

Üniversite Yılları ve İlk Fikirler 1926 yılında İstanbul Dârülfünunu'nun Edebiyat Fakültesinin "Edebiyat Bölümü"ne ve İstanbul Dârülfünunu'nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağırılmış, tecil isteği kabul edilmeyen Atsız askerliğini 9 ay olarak 28 Ekim 1926-28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul'da Taşkışla'da 5. piyade alayında er olarak yapmıştır.

Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı 'Anadolu'da Türklere Ait Yer İsimleri' adlı makalenin Türkiyat Mecmuası nın ikinci cildinde yayınlanması ile hocası olan Mehmet Fuad Köprülü' nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmi'nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yapmıştır ('Divân-ı Türki-i Basit, Gramer ve Lügati', 1930, 111 s. Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi, no 82). Aynı yıl Edebiyat Fakültesi'nden mezun olmuştur. Atsız'ın sınıf arkadaşları arasında Tahsin Banguoğlu, Ziya Karamuk, Orhan Şâik Gökyay, Pertev Nâili Boratav, Nihad Sâmi Banarlı gibi isimler yer alıyordu.

Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâleti'nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi'ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931'de Atsız'ı kendisine asistan olarak almıştır.

Atsız, yine 1931 yılında Dârülfünunun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır.

Atsız, 15 Mayıs 1931'den 25 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmua (17 sayı)'yı çıkarmaya başladı. Mehmet Fuad Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi edebiyat ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu Türkçü ve Köycü dergi, devrinde ilim, fikir ve sanat alanında çok tesir yaratan Türkçü bir çığır açmış, âdetâ Cumhuriyet devri Türkçülüğünün öncüsü olmuştur. Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını (H. Nihâl) imzası ile, hikâyelerini de (Y.D.) imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır. 1932 Temmuzunda Ankara'da toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi esnasında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib'in yaptığı eleştiriler üzerine Atsız, içerisinde ikinci eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâili Boratav' ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile, Dr. Reşid Galib'e "Zeki Velidi'nin talebesi olmakla iftihar ederiz" diyen bir protesto telgrafı çekmiş ve bu telgraf üzerine de Reşid Galib'in tepkisini üzerine çekmiştir. 19 Eylül 1932'de Reşid Galib, Maarif Vekili olmuştu. Kısa bir süre sonra da Mehmet Fuad Köprülü'nün dekanlıktan ayrılması üzerine Edebiyat Fakültesi Dekanlığı'na vekâleten bakan Ali Muzaffer Bey asâleten tâyin edilmiştir. Reşid Galib, Atsız Mecmuanın 17. sayısındaki 'Dârülfünun'un kara, daha doğru bir tabirle, yüz kızartacak listesi' adlı makalesi nedeniyle Edebiyat Fakültesi Dekanı'na baskı yaparak, 13 Mart 1933 tarihinde Atsız'ın üniversite asistanlığına son vermiştir.

Atsız, 1975 yılının kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, ancak yapılan muayene ve testler sonucunda bir hastalık bulunamamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız yeni bir kriz geçirmiş, 11 Aralık 1975 Perşembe günü vefat etmiştir. 13 Aralık 1975 tarihinde Kurban Bayramı'nın ilk günü Kadıköy Osmanağa Câmii'nde Kılınan ikindi namazını müteakip Karacaahmet Mezarlığı'na defnedilmiştir.

Türkçülüğün öncülerinden olan Nihâl Atsız, Turancı çevreler tarafından aynı zamanda güçlü bir Türkolog olarak kabul edilir. Bu çevrelere göre Türk dilini, tarihini ve edebiyatını gayet iyi bilen Atsız, özellikle Türk tarihinin Göktürk kısmında uzmanlaşmıştı. Çok sevdiği bu devreyi "Bozkurtların Ölümü" ve "Bozkurtlar Diriliyor" adlı iki eser ile romanlaştırmıştır. "Deli Kurt" adlı romanı Osmanlı tarihinin ilk devrelerinin romanlaştırılmış şeklidir. "Ruh Adam" 'daki Selim Pusat'ın şahsiyetinde Atsız'ı görürüz. "Ruh Adam" 'ın devamı olarak "Yalnız Adam" 'ı yazacağını söylüyordu. Yine yazacağını bildirdiği bir eseri de Bozkurtlar serisi'nin 3. cildi idi. Yayınlanmamış eserlerinin içerisinde "II. Mahmut'tan Günümüze Kadar Osmanlı Hanedanı Tarihi" adlı bir eseri de vardır. Nihâl Atsız'ın şiirleri "Yolların Sonu" adı ile kitap halinde basılmıştır.

Hüseyin Nihal Atsız Kitapları - Eserleri

  • Ruh Adam
  • Bozkurtların Ölümü
  • Bozkurtlar Diriliyor
  • Makaleler 1
  • Deli Kurt
  • Türk Ülküsü
  • Türk Tarihinde Meseleler
  • Yolların Sonu
  • Dalkavuklar Gecesi - Z Vitamini
  • Atsız - Basılmayan Makaleleri
  • Turancılık Milli Değerler ve Gençlik
  • Bozkurtlar
  • İçimizdeki Şeytan, En Sinsi Tehlike, Hesap Böyle Verilir
  • Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi
  • Atsız'ın Mektupları
  • Türk Edebiyatı Tarihi
  • Türk Ansiklopedisindeki Yazıları
  • Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar
  • Tarih, Kültür ve Kahramanlar
  • İstanbul Kütüphanelerine Göre Üç Bibliyografya
  • Üç Osmanlı Tarihi
  • Makaleler 2
  • Makaleler 3
  • Makaleler 4
  • Atsız Hikayeler
  • Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi ve Çektiklerimiz
  • 15. Asır Tarihçisi Şükrullah, Dokuz Boy Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi
  • Orhun Dergisi
  • Çanakkale'ye Yürüyüş
  • Atsız'dan Adile Ayda'ya Mektuplar
  • Ebussuud Bibliyografyası
  • İstanbul Kütüphanelerine Göre Dört Bibliyografya
  • Kızıl Elma -Sayı 2
  • 900 üncü Yıldönümü / Devletimizin Kuruluşu
  • Kızıl Elma Dergisi- Sayı 3
  • Türk Tarihinde Meseleler

Hüseyin Nihal Atsız Alıntıları - Sözleri

  • Geçmişin değerlerine saygı... İşte milliyetçiliğin ve ahlakın baş şartı.. Ne kadar inkilapçı olsak, yine geçmişe bağlıyız. Çünkü: Kökü mazide olan atiyiz! (Türk Tarihinde Meseleler)
  • Fakat Mustafa Kemal Paşa kabadayı adamdı. Dünya gazetelerinin ulumasına aldıracak tiplerden değildi. Cavid'i astırdığı gibi mason localarını da kapatmaktan çekinmedi. (Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi)
  • Bize yalnız dans etmesini, iyi giyinmesini, kur yapmasını ve âşık olmasını bilen gencin lüzumu yoktur. Bize bugün mesleğinde usanmadan çalışacak, yarın hudutta göz kırpmadan ölebilecek genç lâzımdır. (Makaleler 3)
  • Zaten hayat, birkaç hatıradan başka nedir ki? (Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi)
  • “Bir milletin eski çağlarında yurt ve şeref için ölmüş olanların çokluğu, ilerde de böyle ölüler olacağının bir müjdecisidir. Geçmiş zaferler gelecek zaferlerin anası olduğu gibi...” (900 üncü Yıldönümü / Devletimizin Kuruluşu)
  • Çanakkale müdafaası olmasaydı; Rus çarlığı devrilmeyecek ve İstiklal Harbi yapılamayacaktı. Bunu hiçbir zaman unutma Türk genci! (Çanakkale'ye Yürüyüş)
  • Sen nereye gidiyorsun? - Ötüken’e... Anayurduma... toprak ana vefasız oğullarını da bağrına basmaktan çekinmez... (Bozkurtların Ölümü)
  • "Türkler... Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip, kendini o soya bağlayan ve beyninde yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğu'dur." Bir de utanmadan ona ırkçı, kafatasçı diyorlardı. (Atsız'dan Adile Ayda'ya Mektuplar)
  • Osman Hanedanı'nın neslini bil: Babası Ertuğrul, onun babası Süleymanşah, onun babası Kaya Alp, onun babası Kızıl Buğa, onun babası Baytur, onun babası Aykulug Ağa, onun babası Tugar, onun babası Kayıt- nun, onun babası Baysunkur, onun babası Bakı Ağa, onun babası Sugançaf, onun babası Temür, onun babası Basak, onun babası Gök Alp, onun babası Oğuz, onun babası Kara Han, onun babası Kutluca Ağa, onun ba- bası Tozak. Böylece 38 kişidir ki Nuh Peygamber'in oğlu Yâfes'e çıkar (Üç Osmanlı Tarihi)
  • Yüreğinde daha büyük ve asil ümitler yaşıyor. (900 üncü Yıldönümü / Devletimizin Kuruluşu)
  • Sen vatanın ne olduğunu biliyor musun? Vatan suçlulardan alınan rüşvet değildir. Vatan atalarının kılıcıyla alınan ve kanla korunan topraklardır. Senin atalarından bu topraklar için ölmüş kimse var mı? (Dalkavuklar Gecesi - Z Vitamini)
  • Münih’in beğendiğim ikinci özelliği trafikteki düzen oldu. Burada üç kişiye bir araba düşüyormuş. Bizimkilerin de arabası vardı. Şehrin içinde ve dışında arabaların gelip gidişi parmak ısırtacak bir intizamla oluyordu. Korna çalmak yasağı olmadığı halde korna binde bir, meselâ önde giden bisikletli çocuğu uyarmak için çalınıyordu. Caddelerin, yolların gerekli yerlerinde trafiğe ait levhalar göze çarpıyordu. Bunlar en dikkatsiz adamın bile görebileceği yerlerde ve herkesin okuyabileceği büyüklükte idi. Levhalar yalnız kaç kilometreyle gidilmesi gerektiğini değil, yolun nereye gittiğini, ilerde ikiye ayrılacaksa sağ ve soldakinin hangi şehir, kasaba veya köye gideceğini gösteriyordu. Şehir dışındaki anayollar çok güzeldi. Bunları cennetmekân Hitler yaptırmıştı. Bazıları çok genişti. Üç gidiş, üç dönüş olmak üzere altı sıralıydı. Bazıları daha dardı. Fakat yollarda kaç araba gidebilecekse yollar o kadar arabaya göre kireçle bölündüğünden düzen bozulmuyordu. Yolun ortasına bir kireç hattı çekilmişse orada yan yana iki araba gidebilir demekti. Bir ana yolda en yavaş giden sağdan gidiyordu. Daha hızlı giden soldan gitmeye mecburdu. Herhangi sebeple hızını kesmek isteyen araba sağ hatta geçiyordu. Tabiî bütün bunları önü ve arkayı kollıyarak yapıyordu. Almanlar’ın “Autobahn” (avtobân okunuyor) dedikleri bu anayollarda 120-150 kilometreyle gitmek cidden zevk oluyordu. Asfalt o kadar iyi dökülmüştü ki hiçbir sarsıntı olmuyordu. Şehrin içinde metro yapımına girişilmiş olduğu için birçok caddelerin yarısı trafiğe kapalıydı. Buna rağmen yine düzen sağlanmış, tıkanıklık önlenmişti. Trafik tıkandığı zaman 15-20 saniyeden fazla beklediğimizi görmedim. Bir de cumartesi ve pazar günleri bütün Almanlar kendi şehirlerinden başka bir yere gitmek âdetinde oldukları için arabasına atlayan autobahn’lara düşüyor, akşamın dönüş saatlerinde bazı ufak tıkanıklıklar oluyordu. O kadar… Şehirlerde bisikletle giden 60-70 yaşlarında kadınlara rastladım. Trafik düzeni sayesinde bunlar emniyetle çarşıya pazara gidip alışverişlerini rahatlıkla yapabiliyorlardı. Fakat bu araba bolluğu bana bir şey düşündürdü. Daima arabayla gezen, hiç yürümeyen insanların sağlık durumu ilerde ne olacaktı? Yürümenin sağlık için faydası belli. Acaba hiç yürümeye yürümeye günün birinde insanlar ne hale gelecekti. Amerika’da daha şimdiden beş milyon “şişmanlık hastası” olduğunu okumuştum. Millî gücümüzün bir kısmı, açlığa rağmen, cefalı işlerle, bu arada çok yürümekle sağlanıyordu. Parantez arasında bu düşünceyi de ekledikten sonra biz yine Münih’in trafiğine gelelim. Bundan ders almak lâzım. Türkiye’de öğretmenlerin görgü ve bilgilerini arttırmak için onları aylıklarıyla bir yıl için Batı ülkelerine göndermek konusunda bir kanun vardır. İyi uygulandığı takdirde çok yerinde bir kanundur. Fakat bu kanunun şoförlere tatbik edilmesi daha hayırlı olur. Bizim eğri omuzları oralara göndererek arabanın nasıl kullanıldığını, vatandaşlara karşı nasıl davranmak gerektiğini, lüzumsuz korna çalmanın edepsizlikten başka bir şey olmadığını onlara göstermek, biraz insanlık öğretmek pek faydalı olur. Münih temiz bir şehir. Sokakları süpürüp tozları çeken arabalar gördüm. Bazı Almanlar bana kuzey Almanya veya Hollanda’ya gidersem Münih’i pis bulacağımı söylediler. İstanbul’u düşündüm. Kendi kendime bir takım kararlar verdim. Fakat bu kararlar antidemokratik olduğu için açıklamaktan vazgeçtim. Demokrasi olsun da pislik devam etsin. Münih’te bir belediye var. Nizamları uyguluyor, İstanbul’da yok mu diyeceksiniz. Bilmiyorum. Belki vardır. Münih’te 40 metre karelik boş yer bulununca hemen apartmanlar yükselmiyor. Şehrin plânı var. Bir santim şaşılmıyor, İstanbul’da 100 metrelik doğru bir sokak bulamazsınız. Allah doğruluk fikrini kaldırmıştır. Haydarpaşa’dan Pendik’e kadar trenle bir gidiniz. Yüz milyarlarca lira harcanarak şeddadî yapılar, güzel köşkler falan yapılmıştır. Fakat ne mimarlık üslûbu vardır, ne de belediye tüzükleri uygulanmıştır. Hani banliyödeki binaların arası en az altı metre olacaktı? Neden hepsi dört, üç metre ara ile dizilmiştir? Neden bazıları bitişik nizamdadır? Bunlara kim izin vermiştir? Bütün kanunsuzluklar yapanın yanında kâr mı kalacak? iktidara geçtiğimiz zaman bütün bunların hesabını soracak ve Anayasaya bir madde daha koyacağız. Türkiye’de en dar cadde 50 metre genişliğinde olacak ve nadir durumlar dışında apartmana izin verilmeyerek herkes bahçeli bir evde oturacaktır. Türkiye’nin toprakları buna yetmezse Boğazları kapayarak Marmara’yı kurutur ve parselleyerek devlet hesabına halka satarız!.. Münih, ikinci Cihan Savaşında epey yıkılmış. Bu molozları iki yere iki tepe halinde yığmışlar. Tabiî o molozlarla birlikte yıkıntılar arasında kalan ölülerin kemikleri de o tepelere götürülmüş. Bugün de iki tepe ağaçlıklı, yeşillikler içinde iki gezinti yeri olmuş. Bir tanesine çıktım. En tepedeki yazıtta: “Burada yatanlar için dua et” yazılıydı. Bundan daha manâlı bir yazıyı Birinci Cihan Savaşı ölüleri için yapılan anıtta gördüm. Bu bir meçhul asker anıtıydı. Birkaç basamakla inilen açık mezarda bir buçuk insan boyunda bir Alman askeri cephe kılığında yatıyordu, iyi bir mimarın elinden çıktığı belliydi. Yazıtında sadece “dirileceklerdir” yazılıydı. Bu söz bir milletin kendine inancını göstermesi bakımından ibret vericiydi. Fakat bu tevazu içindeki heybetli anıtı bir parça bakımsız ve ihmal edilmiş gördüm. Zamanımızın maddeci ve hayvanî havası içinde yurt ve şan için ölenleri anmaya elbette zaman bulunmazdı. Yine kendi vatanımı düşündüm. Çanakkale şehitleri için kampanya ile yapılan anıt pek basit kalmıştı. Oraya dikilmesi gereken anıt için de yine antidemokratik düşüncelere daldım. Bu anıta “inandılar, dövüştüler, öldüler” yazılacaktı. Bu sözün de kime ait olduğunu iyi bilmiyorum. Galiba Mustafa Kemal Paşa’nın olacak. Sözden söze geçerken Münih’in düzenini anlatmayı unuttum sanmayın. Unutmam. Bedriye Atsız’ın tek odalı kâşanesi 15 katlı üç apartmanın birinde bulunuyor. Bu üç apartman birbirine ne gölge düşürüyor, ne de manzarasını kapıyordu. Dipleri yeşilliklerle süslü. Çocuklar oynasın diye kum havuzları var. Aradaki beton yollarda biraz daha büyücekleri bisikletlerle gezip oynuyor. Bu apartmanların asansörlerine ise hiçbir diyecek yok. Çocuk arabası alacak kadar geniş ve altıncı kata beş saniyede çıkacak kadar hızlı. Sekiz kişilik asansöre giren sekiz kişinin her biri ayrı katın düğmesine bassa asansör kendi kendine kapandıktan sonra sekiz kişinin bastığı her katta durup otomatik olarak kapısı açılıyor, yine otomatik olarak kapanıyor ve herkesi sırayla istediği kata çıkarıyor. 15 katlı apartman, 1,2,3, odalı dairelerden mürekkep. Bedriye Atsız’ın tek odalı şahane dairesinin aylığı 321 mark. Resmî kuru falan bir yana bırakın. Bu, bizim parayla 1000 lira eder. Tam bir komprador işi. Demek ki zevcem yabancıyla iş birliği yaparak yoksul Türk köylüsünü sömürüyor ve “halkımız” gecekondularda yaşarken o, Avrupa emperyalistlerinin ülkesinde 1000 liralık villâda oturuyor. Sömürü düzeni.. Devrim.. Sosyalizm.. Mark.. Engels.. Gevara.. Ho Amca.. Yaşasın bilimsel sosyalizm.. Kahrolsun faşistler.. Falan, filân… Bu köşkte en çok hoşuma giden şey ne oldu, biliyor musunuz? Televizyon diyeceksiniz. Bilemediniz. Televizyon bir nevi ev sineması olduğu için sokak sinemasını görenlere pek o kadar mühim gelmez. Bu kâşanede benim için en mühim şey musluklardan 24 saat hem soğuk, hem de sıcak suyun akmasıydı. İstanbul’un Anadolu Maltepesi’ndeki konağımızda üç günde bir su aktığı için musluklarından daima su akan bir ev benim için Amerika’nın keşfinden ve aya gitmekten daha mühimdi. 34. vilâyet olan İstanbul’dan 68. vilâyet olan Münih’e vardığım gün içime düşen sıkıntı “bu kolaylıktan o zorluğa dönüş”ün kaygısı oldu ve öylece de kaldı. Fakat insan oğlu neye alışmaz ki?… Maltepe’ye döndüğüm gün düzeni büsbütün bozulmuş buldum. Evlere daha çok su vermek için açılan kuyulardan gelen suyun basıncı boruları patlatmış. Sonuç: Dört gün susuz kalmak. Eskiden evlere verilen su Kayışdağı suyu idi. İçimine doyum olmazdı. Şimdi bakkallardan şişelerle aldığımız suyu içiyoruz. İkinci Cihan Savaşından önce yıllarca Taşdelen suyu alıp içmiştim. Günün birinde bunların Terkos suyu olup satan tarafından aldatıldığımızı gazetelerde okumuştum. Bu yüksek ticaret zekâsını gösteren zat asîl bir Rum vatandaşımızdı. Herhalde bir hafta hapis, 100 lira para cezasıyla kurtulmuştur. Münih’teki kâşanemizde, her evde olduğu gibi bir de televizyon vardı. Eski bir alet olduğu için renkli yayın seyredemiyorduk. Televizyon akşamdan gece yansına kadar yayın yapıyor, çok defa beni bile meşgul ediyordu. Çok faydalı şeyler de gösteriliyordu. Bir defa Avusturyalıların yaptığı bir Anadolu gezisini, bir defa Moğolistan’ı, bir defa da Yemen’i seyrettik. Avusturyalıların Anadolu gezisi hem çok öğretici, hem de Türkler’e karşı dostluk duygularıyla doluydu. Bilim adamları tarafından çekilmişti. Bizim bilmediğimiz bir takım Anadolu hayvanlarını gösteriyor, yalnız Türkiye’ye mahsus manzara, kültür ve sanatı yayınlıyordu. Moğolistan’a ait olan bizim için çok yeni ve orijinaldi. Başkentleri olan “Ulan Bator” (Eski adı “Urga”) gökdelenlerle çadırların yan yana sıralandığı bir şehirdi. Moğol güreşleri seyrettik. Bizim Türkistan güreşlerinin aynıydı. Moğollar genellikle gürbüz ve boylu adamlar. Kora savaşında da komünist cephe askerleri arasında bulunan iriyarı Moğollardan gazeteler bahsetmişti. Fakültesinde Moğolca da okuyan Buğra bu yayını gördükten sonra ilerde Türkiye’nin Moğolistan elçisi olmaya ve elçiliği bir Kazak çadırında kurmaya karar verdi. Yemen’e ait olan yayında Yemenlilerin iptidailiğini bütün acılığı ile seyrettik. Yemenlilerle evli iki Alman kadınından birini de gördük. İkinci kadının filminin çekilmesine kocası izin vermemiş. Birinci kadının evini ve çocuklarını gösterdi. Bu Alman kadını kendi evine bir miktar medeniyet getirmişti. O kadar. Televizyon yayınları arasında polis, kovboy, spor, aşk filmleri, 10-15 yıl önceki filimler, bir de modern sanat denilen kepazelikler vardı. Bazı futbol maçlarını bütün tafsilatıyla seyrettik. Almanlar güzel futbol oynuyor. Paslar yerini buluyor. Yalnız yanındakine kısa pas vermek değil, bazen sağ haftan sol açığa uzanan ve yerini bulan paslar da veriliyordu. Almanlar takım halinde oynamakla beraber çok güzel çalım yapmasını da biliyorlar. Bu çalım bizimkilerin çalımlarından başka türlü bir şey. Bir defa da Avusturya’nın “Avusturya” takımı ile Sovyetlerin “Kiyef Dinamo” takımının maçını gördük. Ruslar çok kalleşçe oynuyorlardı. Tekmeler, arkadan çelme takıp düşürmeler gırla gidiyordu. Bir seferinde bir Rus oyuncusu kendisini yere atarak yüzü koyun yattı. Sözde kendisine faul yapılmış olduğu intibaını vermek istiyordu. Aldıran olmayınca birden bire sırtüstü döndü. “Beni gören yok mu” der gibi çevresine bakındı. Yine aldıran olmayınca yerden fırladı ve oyuna devam etti. Avusturya televizyonu bu numarayı iyi yakalamıştı. Ruslar hakkında hüküm vermek için birebir sahneydi. Televizyonda iki nokta dikkatimi çekti. Birincisi: Erkek ve kız spikerlerin yakışıklı ve güzeller arasından seçilmesi ve düzgün bir Almanca konuşması.. Bizim radyodaki kız spikerlerin güzellik derecesini bilemiyoruz ama Türkçe’yi yanlış konuşmaları ve “zarar”, “yarar” kelimelerinden ikinci hecelerini uzatarak “zararın ne kadar olduğu bilinmiyor” yahut “Kızılay yararına temsil verilecektir” gibi çok yanlış söyleyişlerle konuşmaları insanın “moralini” bozuyor. Kız spikerlerimizin sesleri ise hiç de güzel değil. Güzel sesli spiker olarak bir “Sevinç Yemişçi” Hanım var. İstanbul radyosunun parazitsiz olduğu akşam ve gece yayınlarında dinleyiniz. İnsan, kadın sesi olarak hep böyle ses işitmek istiyor. Türkçe’si de pürüzsüz. Şimdiye kadar, dilimize Fransızca’dan girmiş bir kelimeyi biraz yanlış söylediğini hatırlıyorum. Önündeki yazılı metni okurken şaşırmıyor, kekelemiyor. Ses tonunu çok güzel idare ediyor. Öteki kadın spiker ise.. Tanrı korusun.. Belli ki hep Amerikan kolejlerinde okumuşlar. 18 Kasım akşamı, saat 21’deki “24 saatlin olayları” haberinde, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın Azerbaycan Cumhuriyetini ziyaretini anlatan bayan spiker “Azerbaycan”ı “Azerbeycan” okuduğu gibi Sunay’ın karşılayıcıları arasında bulunan ve bültende şüphesiz “Iskenderov” imlâsı ile yazılan Azeri büyüğünün adını da yanlış Amerikan ağzı ile “İskendero” şeklinde “v” yi yutup “o” yu uzatarak okudu. Bu yanlış okuyuş bana yıllarca önce İstanbul’a gelen ünlü Alman Türkologlarından Prof. Spuler (okunuş: Şpûler) in radyoda tanıtılmasını hatırlattı. O zamanki bayan da İstanbul’a Prof. “Şapler” in geldiğini ilân etmişti. Yalnız İngilizce isimleri doğru okuyup (onun da doğruluğunu Tanrı bilir) öteki adları berbat etmenin mânâsı ne? Ya hepsini doğru okuyun, yahut hepsini Türk söyleyişi ile söyleyin. Televizyonda dikkatimi çeken ikinci nokta meteoroloji raporu sırasında gösterilen Almanya haritası oldu. Bu haritada yağmurlu, bulutlu, güneşli geçecek bölgeler yağmur, bulut ve güneşle gösteriliyor, her bölgenin gece ve gündüz ısı tahminleri termometreyle belirtiliyordu. Asıl mühimi, Almanya’nın savaştan önceki sınırları ile aksettirilmesiydi. Almanlar bütün yumuşak başlılıklarına, hatta resmî şahsiyetlerinin zillet derecesine varan davranışlarına rağmen yeni sınırları kabul etmiyorlardı. Almanya’da Almanlık ruhu yaşıyordu. Bunun bir örneğini 22 Eylül 1969 Pazartesi akşamı televizyondaki “Haça Karşı Gamalı Haç” adlı bir filimde seyrettim. Adına göre bunun Hitler ve Nasyonal Sosyalizm aleyhinde olacağı sanılırdı. Fakat öyle çıkmadı. Tarafsız, objektif bir röportaj niteliğinde kaldı. Filim, İkinci Cihan Savaşında Münster şehrinin başına gelenleri anlatıyordu. Münster, Almanya’nın kuzey batısında muhafazakâr bir Katolik şehri, Amerikan hava saldırıları ile yıkılmış manzarası gösteriliyordu. O zaman galiba 16 yaşında olan bir Alman kızının gizlice aldığı filim de yayına eklenmişti. Bugün o şehirde yaşayan Almanlar’dan birçoğunun hâlâ Hitlerci olduğu anlaşılıyordu. Bunlar, bazı yanlışlarına rağmen Hitler’in iyi işler yaptığını söylediler. Hele bir tanesi: “Ben Nasyonal-Sosyalistim. Fakat her şeyden önce Alman’ım. Almanya’nın üzerine bu kadar çirkef atan bugünkülerin Allah belâsını versin” dedi. O zaman gizlice filim çeken kızın bugünkü halini de gördük. Elli yaşlarında bir kadındı. Görmüş geçirmiş insanlara has sakin bir duruşu vardı, işgalde kendisine üç Amerikan askerinin tecavüz ettiğini söyledi. Spiker “bunlar Zenci mi idi” diye sorunca da “hatırlamıyorum, o zamana ait hiçbir şey hatırlamıyorum” diye cevap verdi. Yine gizlice çekilmiş bir filimde tutsak edilmiş Alman askerlerinin elleri havada olduğu halde sevk edilirken her iki taraflarında sıralanmış olan Amerikalılar tarafından yumruk ve tekme yağmuruna tutulduğu görülüyordu. Ben Amerikalıların bu kadar zebunküş ve kahpe olduklarını tasavvur etmemiştim. Fakat bu manzara gösterilirken spiker: “Batıda da hırsızlık ve ırza geçme çok oldu ama buna rağmen bu işler doğuda Ruslar’a tutsak düşmekten çok hafifti” diyordu. Filimin sonu ibret vericiydi. İkinci Cihan Savaşındakilerle bugünküleri resimlerle ölçüştürüyordu. O zamankiler siperlerde tarih yaratmak için çarpışıp ölüyorlar, tutsak düşüp tipi altında saatlerce bekletiliyorlar, fakat vakarlarını kaybetmiyorlardı. Spiker: “Şimdikilerse tarihten mahrum olmak için yaşıyorlar” dedi. Tarihsiz olmak.. Yani hayvan olmak.. Ekranda karşımıza karı kılıklı, saçı uzun, pis, yanşak heriflerle vesikasız, hayvan yüzlü genç orospular çıktı. Dondurmayı, bir köpeğin çanak yalaması gibi yalayarak yiyorlar, haysiyetsizce sırıtıyorlar, mukaddesatla alay ediyorlardı. Bu hayvansı heriflerin hakikilerini Münih’in “Şıvâbing” (Almanca yazılışı galiba Schwabing) denilen semtinin bir köşe başında da görmüştüm. Bir kısmı yere oturmuştu. Kimsenin onlara aldırdığı yoktu. Televizyon’un öğretici olması dolayısıyla değerlendirmeli, ailede huzuru kaçırmak gibi yönleri olduğu da unutulmamalı ve bunun mutlaka çaresi bulunmalı. Fenerbahçe-Galatasaray maçının televizyonda gösterileceği akşam liseli bir “amigo” ertesi günü matematik yazılısı olsa bile onu başka bir odaya sokup da dersini çalış demek zavallıyı mahvetmekten farksızdır. Hele aynı saatte bir futbol maçıyla bir aşk filimi gösterilecekse ve evde futbolcu bir oğlanla romantik bir kız varsa kopacak pandomimayı tahmin edebilirsiniz. Yakında Türkiye’ye de adamakıllı girecek olan televizyonu da radyo ve otomobil gibi bir felâket halini almaması için işin başından iyi düşünüp tedbirleri almak lâzım… Münih’e pek ânî gitmiştim. Fakat oradaki ırkdaşlarımız, yani Dış Türkler gidişimi keşfettiler ve doğrusu ardı arkası kesilmeyen ikramları, ziyafetleriyle beni çok mahcup ettiler. Onlardan bir Kazak Türkü vasıtasıyla Rusya’ya Rusya’daki her dil ve lehçeyle yayın yapan Hürriyet Radyosunu, sonra da Amerikalıların çıkardığı “Dergi” idarehanesini gezdim. Buradaki Kazak, Kırgız, Özbek, Tacik, Uygur, Azeri ve Kırımlı kardeşlerimizle tanıştım. Bazılarını İstanbul’dan tanıdığım ırkdaşlarımız bana üst üste şölenler ve toylar verdiler. Arada yalnız kımızla kazı eksikti. Kımız yerine nefîs Alman bira ve şaraplarını koyduksa da at sucuğu olan kazının yerini lezzetli Alman sucukları tutmadı. Bununla beraber Almanlar’ın et yemeklerinin çok güzel olduğunu kaydedeyim. Bu ziyafetleri çok defa yenge veya cengeler hazırladı. Diğer bazı Türkleri bizde “y” ile başlayan kelimeleri “c” ile söylüyorlar, “yer”, “yenge” onlarda, “cer”, “cenge” oluyor . “Yahşi” yerine de “caksı” diyorlar. Bizdeki “ş”ler “s” oluyor. “Baş” , “beş”, “pişirmek” Kazaklarda “bas”, “bes”, “pişirmek” diye söyleniyor. Kazaklar’dan birinin evdeşi Türkiyeli idi. Kazakça’yı öğrenmişti. Kazakların başkanı yerinde olan bir Batı Kazak Türkünün evdeşiyle Kazakça anlaşıyorlardı. Türkiyeli “cenge”nin beş yaşındaki oğlu babasıyla ve annesiyle hem Türkiye, hem Kazak ağzıyla konuşuyordu. Adı “Canıbey” idi ama aramızda “Batır” diye çağırır olduk. Çünkü bir ara bana Kazakça “batırmen” yani “ben batırım” demişti. Bu “batır” kelimesi Gök Türkler”deki “Bagatur”un bugün değişip kısaltılmış şeklidir. ‘Yiğit”, “Kahraman” demektir. “Bumun Kağan”ın kardeşi “İstemi Kağan “ın tam adı “İstemi Bagatur”dur. Bizim küçük Batır askerliği de şimdiden epey biliyordu. Türk usulü askerî selâmda benim yanlışımı çıkardı. Bu güzel saatler arasında bir de acı haber aldım ki onu da burada söylemeden edemeyeceğim: Bir Azeri ırkdaşımızın toyuna giderken onun samimi arkadaşı ve kader ortağı olan “Lâtif Elsever”i sordum. Lâtif Elsever, İkinci Cihan Savaşında Rus ordusundan Alman tarafına geçerek Mısır’a kadar sevk olunmuş, orada Osmanlı Hanedanı prenseslerinden Hibetullah Necla Sultan’ın diğer Türklerle birlikte yardımını görmüş, sonra İstanbul’a gelerek bir iş bulup çalışmaya başlamıştı. Fakat astım hastalığı çok rahatsız ettiğinden havası daha iyi gelen Ankara’ya nakletmişti. Bayramlarda mektuplaşırdık. İstanbul’a gelince uğrardı. Türkçü, ülkücü bir ırkdaşımızdı. Ötüken’e çok para yardımında bulunmuştu. Lâtif Elsever’i sorunca Azeri ırkdaşımızın yüzü ciddileşti: “Haberiniz olmadığını biliyordum. Üzmemek için söylememiştim. Lâtif geçen temmuzda kalpten öldü” dedi. Yaşı elliyi biraz aşkındı. Ölümünü 14 ay sonra öğrenebilmiştim. Bu satırlarla talihsiz ırkdaşımızın hâtırasına saygı ile anmış ve evdeşi olan Türkiyeli öğretmen hanıma taziyetlerimi bildirmiş oluyorum. Bu anış ve başsağlığı hem kendim, hem Ötüken ailesi adınadır. Bir de Kırımlı bir ırkdaşımızla olan bir konuşmadan bahsedeceğim: Bu konuşmada söz Alman askerlerine gelmişti. Sokakta birkaç defa gördüğüm Alman askerlerini beğenmediğimi söyledim. Bana, manevî olarak askerî yapıları sağlam değil gibi gelmişti. Kırımlı ırkdaşımız görüşüme katılmadı. Onları manevrada görmek lâzım dedi. O zaman bizim Ankara’daki Şaman’ın Diyarbakır’daki NATO manevrasından bahseden mektubunu hatırladım. Kendisi o manevraya yedek subay olarak katılmıştı. Manevra sonunda da geçit resmi yapılmıştı. Şaman “Türklerle Almanlardan başkasına asker denemez” diyordu. Sırıtarak, çiklet çiğneyerek resmi geçit yapan Belçikalılar, İngilizler, Amerikalılar sade Şaman üzerinde değil, seyirciler üzerinde de kötü tesir bırakmışlardı. Zaten bu Belçika devlet midir, yoksa büyük bir komandit veya limitet şirket mi? Hollanda ile Fransa arasında sıkışmış olan bu “devlet’teki insanların yansı Hollandalıların, yarısı da Fransızların dilini konuşur, dil yüzünden birbiriyle boğuşur, sonra “biz milletiz” derler. Millet olduklarına dair noter senetleri var mı? Yine Münih’e dönelim: Münih’teki Almanların öteki Almanlar’dan ne kadar farkı olsa da yine bütün Almanlar için insana fikir verebiliyor. Yukarda da söylediğim gibi Münih yalnız Münihliler’in değil, Almanya’nın her tarafından gelmiş insanların şehridir. Aralarında komünist cennetini bırakarak demirperde gerisinden kaçan cennet tepiciler de var. Benim Münihli bir profesör arkadaşımın bir asistanı Berlinli, biri Stutgartlı (Şıtutgart okunacak), Buğra’nın fakültesinde Sinoloji okuyan bir kız Stettin (Şitettin okunacak)li, yani Prusyalı idi. Sırası gelmişken söyleyeyim: Bu zehir gibi zeki kız tam bir Türk’e benziyordu. Çekikçe gözlü, koyu kumral saçlı, açık buğday tenli idi. Nükte yapmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Doğduğu yer şimdi Polonya sınırları içinde kalmıştı. Almanlar umumiyetle iyi ve terbiyeli insanlar. Hele eski Almanlar çok ciddî Kaba denilen Baviyeralıları ben kaba değil, babacan buldum. Memleketin düzeni iyi kurulmuş, O sayede işler yürüyor. Yoksa insanı şaşırtacak olaylar eksik değil. Meselâ şimdiki Alman Cumhurbaşkanı Heinemann (Hayneman okunacak) ın “milliyetçilik Alman gençliği için ayıptır” demesi, zannederim cihan tarihinde örneği olmayan bir incidir. Böyle bir söz Türkiye’de söylenemez. Milliyetçi olmayan insan ya beynelmilelci olur, ya da hiçbir şey olmaz. Heinemann belki de bu sözü, ikinci Cihan Savaşı sonunda Almanlar’dan büyük çoğunluğun düştüğü aşağılık duygusu tesiriyle söylemiş, yahut da bu sözlerle büyük bir siyasî gibi davrandığım sanmıştır. Fakat yeni Alman Başbakanı Willy Brandt (nasıl okursanız okuyun) hakkında hiçbir tevile imkân yoktur. Çünkü bu adam İkinci Cihan Savaşında, sırf Hitler’e düşman olduğu için, Norveç ordusunda Almanlar’a karşı savaşmış, kendi milletine silâh çekmiştir. Kendi milletine karşı savaşmanın gerekçesi ne olursa olsun bunun adı vatan ihanetidir. Demek ki bugün Almanya, milliyetçiliği ayıp sayan bir cumhurbaşkanıyla vatan haini bir başbakan tarafından idare edilmektedir. İşte bunun da Türkiye’de imkânı yoktur. Bizim yüzellilikler”in bir kısmı içtihat farkı sebebiyle Atatürk’e karşı cephe almışlardı. Buna rağmen bunlara vatan haini gözüyle bakıldı. Willy Brandt in Almanya’da başbakan olmasıyla Çerkeş Etem’in Türkiye’de başbakan olması arasında ne fark var? Fakat Alman milleti kültürü sağlam, tekniği ve ekonomisi kuvvetli olduğu için Almanya yıkılmıyor. Willy Brandt, Doğu Almanya denilen kukla devleti de tanıyacağını söyledi. Böylelikle Moskofların gözüne girerek iki Almanya’yı birleştireceğine inanıyor. Demek ki komünistlerin ne düzenbaz olduklarını bile anlayamamış. Tarih, ibretli bir masal kitabıdır. Bazen bir milletin kaderine hainler, budalalar, kuş beyinliler ve eşeksel kişiler de hâkim olabilir. Almanya tehlikeli bir ülkedir. Sosyalizm maskaralıklarının orada alıp yürümesi yarın Almanya’yı yeni gelişmelerin eşiğine atacaktır. Adolf Hitler durup dururken değil, büyük ve kültürel bir millete karşı İngiltere ve Fransa’nın ahmakça siyasetleri yüzünden ortaya çıkmıştı. Bugün de başka bir Adolf un, Adolf von Thadden’in başkanlık ettiği “Neonazi” denilen milliyetçi bir parti ortadadır. Geçen seçimlerde oyların % 2’sini, bu sefer % 4.3’ünü kazanan bu milliyetçi parti gerçi Alman seçim kanununa göre % 5 oranında oy toplayamadığı için devlet meclisine mebus sokamamışsa da eyalet meclisinde mebusları vardır. Görünüşe göre de kuvvetlenmektedir. Ben Münih’te iken 28 Eylülde yapılacak seçimler için kampanya açılmıştı. Televizyonda parti liderleri konuşuyordu. Konuşmalar seviyeliydi. Bülent Ecevit’in yahut Ahmet Er’in şaheser nutuklarına Taslanmıyordu. Hele Hıristiyan Demokrat Partisi Başkanı Kiesinger çok itidalli konuşan sempatik bir adamdı. Willy Brandt ise şiş yüzlü ve kısık sesliydi. Meğer alkolikmiş. Alkolik olmak ancak kendisiyle doktorları ilgilendiren bir konu ise de, kendi milletine silâh çekmiş bir adamı başbakanlığa getiren Sosyal Demokrat ve Hür Demokrat Partilerinin mebusları top yekûn Yassıada’ya gönderilmesi gerekli centilmenler olduklarını ispat etmişlerdir. Şüphesiz savcılığı da pek sayın Bay Ömer Egesel yapacaktır (Makaleler 4)
  • Biz avrupalı falan değiliz. Buz gibi Asyalıyız ve hepsinden üstün olarak da Türküz.. (Çanakkale'ye Yürüyüş - Türkçülüğe Karşı Haçlı Seferi)
  • Hayat savaştır. Ölümden korkanlar yaşamasın (Türk Tarihinde Meseleler)
  • Bu suretle milattan önceki üçüncü asrın ikinci asırla birleştiği yıllarda bütün Orta Asya da Kunlar'ın idaresinde bütün Türkler birleşmiş oluyordu. (Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar)
  • saraylarda süremem Dağlarda sürdüğümü. (İçimizdeki Şeytan, En Sinsi Tehlike, Hesap Böyle Verilir)
  • — Büyük günler geliyor!… Dokuz yıla kalmaz; olan olur. Dokuz yıl daha geçer. Katı kılıç kullanmak günü gelir. Kıtlık olunca ay parçalanacak !… Kara kağanı öldürmeyeceksin . Onu tasa öldürecek. (Bozkurtların Ölümü)
  • “Gönlümdeki kördüğümü çözmek istiyorum”... (Bozkurtlar Diriliyor)
  • Bin cihana değişmem Şu öksüz Türklüğümü... (Yolların Sonu)
  • ❞Zaman yalnız hükmünü veriyor değil, zaman öcünü de alıyor.❞ (Makaleler 2)

Yorum Yaz